TAŞRA BASKISI

İSTANBUL VE TAŞRA BASKILARI AYNI ANDA ÇIKAN BLOG

Kemal Mardin l 15 Mayıs 2013 0 Yorum


Tribün terörü! Güzel laf; aynı trafik ve enflasyon canavarları gibi... Cümle içinde kullananı, konuya dair farkındalık sahibi gösteren; istenmeyen olayların peşi sıra, televizyon KJ'lerinden, köşe yazılarından, bilenin bilmeyenin ağzından eksilmeyen jenerik bir tanımlama.

Huyumuzdur; önlemi değil, reaksiyonu severiz. Doğal olarak da tribünü doldurur, terörünü konuşuruz. İlerisi için bir takım önlemler, statlardan uzaklaştırılması gereken kişiler, Avrupa'dan birkaç elit örnek ve daha bir sürü lakırdı. Olaylar, mekanlar, koşullar değişir; dahiyane öneriler ve bunları sunan dahiler asla. Geçtiğimiz hafta sonu içinde 19 yaşında bir genç öldürüldü, bir şehir savaş alanına döndü, içimizdeki ırkçılık yeniden gün yüzüne çıktı... Son bir aya bakıp terör örneklerimizi geometrik olarak artırabilir, çeşitlendirebiliriz. Yersiz bir uğraş olur. Zira herhangi bir olayı, yapanı stada almayarak çözmeyi akıl etmişiz nasıl olsa. Keseriz cezasını olur biter. En olmadı, afili sıra numarasına sahip birkaç yasa daha çıkarır, birkaç seneye temizleriz bu pislikleri statlardan.

Temizleyemezsin kardeşim, temizleyemezsin bilader, temizleyemezsin ammo, temizleyemezsin hafız... En azından bu hitap farklılıkları bile sana bir şey ifade etmiyorsa, sen bir boku temizleyemezsin. Her statta birkaç, toplamda yüzlerce, birbirlerine hitap şekilleri bile farklı tribün grubunu, bunlara mensup yüz binlerce insanı tek tip gördüğün sürece temizlik dediğin, halının altına toz süpürmekten halsizce olur.

Herhangi bir Fenerbahçe-Galatasaray maçında 50.000 küsür kişinin stada gittiğinin farkındayız değil mi? Dünya üzerinde 20 ülke, bundan daha az nüfusa sahip. Yani ülke boyutunda bir kalabalıktan söz ediyoruz ve detaylandırdığımızda da bu kalabalıkların bir ülkeye benzerliğinin sadece sayıda kalmadığını görürüz. Tribünlerin de amigo olarak anılan yöneticileri, gerek maç içi gerek maç dışı yükünü çeken işçileri, elini eteğini çekmiş güngörmüş burjuvası, etliye sütlüye karışmak istemeyen orta sınıfı, vazgeçmiş küskünleri, münferitleri, dünyaya yeni gelmiş bebek misali ilk kez maça gelenleri vardır. Vardır da vardır... "Tribünde zengini de fakiri de omuz omuzadır" klişesinden sıyrılıp bu detaylı katmanları incelemek, bilmek, kapalı kapılar ardından tribün mühendisliği yapmaya girişirken birincil şarttır. Ancak sizi temin ederim ki yapacağınız hiçbir mühendislik, cinayetle sonuçlanacak bir tribün olayını önleyemez. Çünkü böylesi olayların sebebi, saydığım tüm katmanları birleştiren ama kaynağı statların çok çok dışında akan bir bela.

On yıl kadar önce Türkiye'nin bir tribününde bir kişi bıçaklanarak öldürüldü. Ertesi gün manşetleri süsleyen iki kelime malumunuz. Gerçekte ise olay bir tribün terörü değil, "kız meselesi"ydi. Olayın tribünde gerçekleşmiş olması ise sadece bir rastlantıdan ibaretti. Hepimizin malumu olan son hadise, Burak Yıldırım'ın ölümü ise stattan kilometrelerce uzakta gerçekleşen, kaynağı tribüne dayanan ama yine de tribünlerden, takımlardan, katilin de kurbanın da üzerlerindeki formalara rağmen, taraftarlıktan bağımsız bir ölüm. Yüzeysel baktığınızda tam tersi, biliyorum. Ancak tam da bu yüzeysellik yüzünden, muhtemelen çok geçmeden bir Burak Yıldırım daha ayrılacak aramızdan. Sonra bir tane daha...

Bu ülkede her gün yaşanan vahşetin, caniliğin, ölümlerin haddi hesabı yok. Milletçe sadizmin doruklarında dolaşıyoruz. Ne var ki bu ruh hastası halimize uygun olarak, ölümleri bile reytingine göre gündemimize alıyoruz. Son bir yıl içinde bu topraklarda yaşanan ölümlü ölümsüz tüm tecavüz vak'alarının bir tribün cinayeti kadar ses getirmediğinin farkında mısınız? Bazı ölümlere öğrenilmiş bir içselleştirme ile yaklaştığımızın? Bazı ölümler diye bir şey olduğunun? Ölümlerin şeklen kategorize edilirken sebeplerinin aslında aynı olduğunun?

Akla hayale gelmeyecek, türlü şekilde cinayet bu ülkenin artık genlerine işlemiş bir eylem. Çekip vuruyor, çekip saplıyoruz. Bazen bir sokak arasında, bazen bir meydanda, bazen tribünlerde, bazen bir evin içinde. Çünkü nefret ediyoruz. Takımından, cinsiyetinden, dininden, dilinden, görüşünden ya da sadece varoluşundan nefret ediyoruz.

Burak Yıldırım öldü; çünkü katiliyle farklı takımları tutuyorlardı. Olayı bu şekilde tanımlarsak çözümü nerede arayacağımız belli. Gider, tribünlerde cadı avına çıkarız. Olağan şüphelilere önlem alır, kendimizce görevimizi yaptık deriz. Peki, hepimiz birer olağan şüpheli değil miyiz aslında? Hepimiz bir şeylerden nefret etmiyor muyuz? Bize, sevmiyorsak nefret etmemiz; ifade ve anlaşma özürlerinden kaçışın biricik dostu nefreti iliklerimize işlememiz öğretilmedi mi?

Burak Yıldırım öldü; çünkü katili, onun tuttuğu takımdan nefret ediyordu; ve muhtemelen diğer birçok şeyden. O gün, o saatte ve aynı yerde, yüzlerce farklı kişiyi, yüzlerce farklı sebepten öldürebilirdi ve bizim belki de haberimiz dahi olmazdı.

Gelin bir daha düşünelim... Bir sonraki tribün cinayetini önlemek için çözümü gerçekten tribünlerde mi aramalıyız?