Bourg de Peage-Mende arasında geçilen kısa tırmanışlardan oluşan 12. etabı Katusha Team'den İspanyol Joaquin Oliver Martinez kazandı. Gazeteye gitmediğim için evde rahatça izlediğim etabın en önemli anı ise yarışın son bölümünde Alberto Contador'un yaptığı atak oldu. Bir an için Andy Schleck'in göz hapsinden sıyrılarak sprinte kalkan İspanyol bisikletçi genel klasmandaki farkı çok fazla kapayamasa da makası 10 saniye daha kapattı.
Yeşil mayo rekabetinde Thor Hushovd ilk sprint kapısını Grega Bole'nin ardından geçerek 4 puan aldı. İkinci kapıyı lider geçip 6 puan alan Hushovd topladığı puanlarla yeşil mayoyu Alessandro Petacchi'den geri almayı başardı. Kırmızı puanlı mayo çekişmesinde Anthony Charteau gün sonunda topladığı puanlarla Jerome Pineau'nun önünde liderliğe yükseldi.
Sarı mayo çekişmesine dönecek olursak, günün büyük bölümünü paletonla beraber geçiren Contador ve Schleck rahat bir etap daha geçirdiler. Mümkün olduğu kadar rüzgardan ve kazadan kendilerini saklamaya çalıştılar.
Gruptan ilk kopuş denemesi Alexandre Vinokourov'dan geldi. Vinokourov'un peşine takılan isim ise Ryder Hesjedal oldu. Etabı kazanmak için bir deneme yapan bu ikiliyi anagrup etabın son tırmanışında yakalamayı başardı ve geride bıraktı. (Vinokourov gün sonunda combativity para ödülünü kazandı.)
Etap böyle bitecek diye düşünürken Contador bizleri yanılttı. yarışın son metrelerine adeta heyecan pompoladı. Andy Schleck önce rakibine karşılık vermek istedi. Daha sonra 42 saniye önde olduğu aklına gelmiş olacak ki normal temposuna geri döndü. Contador'un görüş alanından çıkması biraz korkutunca tekrardan pedallara asıldı. Sonuçta etabı contador'un 10 saniye gerisinde tamamladı. Contador ilk kurşunu attı, ne kadar etkili oldu veya istediğinin ne kadarını alabildi bilinmez ama Schleck'i sarstığı belliydi. Lüksemburglu'nun kafasının karıştığı anlara şahit olduk çünkü.
Gözüken o ki iki bisikletçiden biri diğerine göre daha dinç gözükmediği için turun son etabına kadar başabaş mücadele ile devam edecek gibi. Schleck yarış sonunda bugünkü turun kendisi için acı verici geçtiğini itiraf ederken, sadece 10 saniye kaybettiği için kendini şanslı gördüğünü belirtti. Pireneler öncesi ilk kurşunu yiyen Schleck rakibine cevap verebilecek mi? Bunu Eurosport ekranlarında Caner Eler'in muhteşem anlatımıyla izleyip göreceğiz.
Dünya Kupasının ardından milli takım kariyerini bıraktığını açıkladı Emile Heskey. Bu kadar kötü son vuruşu olmasına rağmen hep İngiltere'nin elit takımlarında yer almayı başarmış bir forvet kendileri. 1995 yılında Leicester City ile başladığı kariyerini Aston Villa ile devam ettiriyor. Milli takıma ilk kez 18 Kasım 1998'de çağrıldı fakat Çek Cumhuriyeti maçında yer almadı. İlk kez formayı 28 Nisan 1999'da Macaristan'a karşı giyerken, ilk 11'e de sahaya çıktığı ilk maç ise Arjantin'e karşı 23 Şubat 2000'de Wembley'de oynandı. Milli forma altında ilk golünü de 3 Haziran 2000'de Malta'ya attı.
Bunlar Heskey'in milli forma altında yaşadığı ilkler. 1999'dan 2010 yılına kadar 62 kere giydiği İngiltere forması altında sadece 7 kez gol sevinci yaşayabildi. Bu gollerin dört tanesini hazırlık maçlarında attığını da belirtelim. 641 kez sahaya çıktığı kulüp takımlarında ise sadece 141 kez fileleri havalandırabilmiş olması ayrı bir başarısı. 18 yıllık futbol kariyerinde on golün üzerine sadece bir kez çıkabilmiş olmasına rağmen Liverpool ve İngiltere Milli Takımı formalarını bu kadar uzun yıllar giyebilmiş olmasını açıklayamıyorum. Heskey'e gol atması için bugüne kadar ödenmiş toplam bonservis bedeli de 37 milyon avro.
Zirvesini hiç göremediğimiz milli takım kariyerinin dibe vurduğu an 2004 Avrupa Şampiyonası'nda İngiltere 1-0 öndeyken 76.dk'da oyuna girip 90.dk'da Makalele'yi düşürmesi ve kazanılan serbest vuruşu Zidane'ın gole çevirdiği andır.
Bırakma kararının ardından Guardian'ın internet sitesinde "Heskey'e gereğinden fazla mı şans verildi?" sorusuna gelen oyların %60'ı "Evet". Tek güçlü yanı kuvveti olan Heskey milli takımı bıraktığını açıkladı ve onun üzerinden Capello'ya yapılan eleştiriler de son bulmuş oldu. Bundan sonra bir daha geri döner mi? Emin değilim ama benim onu izlediğim her maçta "neden oynuyor bu adam" diye sormaya devam edeceğim kesin.
Sıcak havanın etkisiyle yavaş tempoda geçilen Sisteron-Bourg les Valenca arasındaki 11.etabın sonuna kadar dayanabilenler müthiş bir final izledi. Kafa kafaya tabiri hiç bu kadar yerine oturmamıştır. Mark Renshaw'ın yarışın son anlarında Mark Cavendish'in önünü açmak amacıyla Julien Dean'e attığı kafa darbeleri görülmeye değerdi. Bu hareketinin sonucu olarak diskalifiye edilse de Team HTC-Columbia'ya bir etap daha kazandırmayı başardı.
184,5 km'lik ve ufak bir tırmanışın olduğu etap genel klasman liderlerini aktif dinlenme ile geçirdikleri bir gün oldu. Sarı mayodan çok yeşil mayo için büyük bir çekişme yaşandı. Ana grubu rüzgarın dışında dağıtan bir neden ortaya çıkmayınca, toplu bir bitiş izledik. Contador ve Schleck takım arkadaşlarının korumasında günü tamamlarken, aralarındaki fark hala 41 saniye.
Sprinti finishi için ilerleyen paletonun temposunu son sekiz kilometreye kadar Columbia takımı belirledi. 5 kilometre kala bayrağı Lampre treni aldı. Bu ikiliye turun en havalı formalarına sahip Team Sky'da ortak olunca tempo iyiden iyiye yükselmeye başladı. Son 200 metrede yaşananlar ise ağızlarımızı açık bıraktı.
Daha önce benzer bir hareket yaşandı mı bilemiyorum. Takım lideri için son ütüyü yapmaya çalışan Julian Dean önce Mark Cavendish'in koluna dirseğini taktı. Cavendish'in bu harekete cevabı ise son derece sert oldu. Rakibinin omzuna attığı kafa darbeleri ile Dean'i geri püskürttü. Cavendish'e gerekli yolu açtıktan sonra da durmadı ve Tylar Farrar'ın önünü kesti. Sonuç itibariyle bu yaptığı hareketler onun turdan diskalifiye olmasına neden oldu. Yeşil mayo için yaşanan çekişme her etapta biraz daha yükseliyor. Geriye kalan etaplarda Team Columbia ve Cavendish, Renshaw'ın yokluğunu iliklerine kadar hissedecektir.
Günün özetini geçersek sarı mayo Andy Schleck, kırmızı puanlı mayo da Jerome Pineau'da kalırken, yeşil mayonun yeni sahibi Mark Cavendish oldu.
Patrick O'Bryant (Raptors)
Beşiktaş resmi görüntüde bir hazırlık maçı oynadı dün, tıpkı Galatasaray'ın geçen sene erken açtığı sezonda oynadığı gibi. Ve girişte bu maçın asla bir ölçü olmayacağı klişesine girsem sanırım kimse yadırgamaz beni. Sırf bu maçı izleyebilmek için dün gazetede kaldım. Alman teknik adam Schuster'in Beşiktaş'ı hakkında minik ip uçları edinmek istiyordum çünkü.
En geriden başlarsak, sağ bek tercihinin Erhan Güven oluşu beni açıkçası şaşırrtı. Geçen sezonun ikinci yarısını gurbet ellerde geçiren oyuncuyu görmek istedi sanırım hoca. Defansif anlamda zaten çok zorlanmadı siyah-beyazlılar ama Erhan'ın isabetsiz ortaları en büyük eksisi. Göbekte ise Toraman-Sivok tercihi ve Ferrari'nin kadroda bile olmayışı günün sürpriziydi. Gazetelerin bazılarında sabah Ferrari'nin Alman hocanın taktik anlayışına uygun olmadığı yönünde haberler vardı. Bakalım bu durum geçici bir şey mi yoksa cidden Ferrari yolcu mu göreceğiz. Sol bekte ise yılların değişmeyen tek gerçeği İbrahim Üzülmez vardı.
Orta saha kurgusu ise ligin ne kadar heyecanlı geçeceğinin göstergesiydi. Tek defansif oyuncu Ernst'in yanına Tabata, önlerinde Quaresma, Delgado , ve değişmeli Nihat-Bobo oynadı. Sanırım Schuster gözüne kestirdiği takımlara karşı tek defansif orta saha ile çıkacak ve gene tahminim daha zor geçmesi olası maçlarda Ernst'in yanında Necip oynayacak (ki bu tahminleri sanırım milyonlar dün ekran başında yapmıştır). Queresma ile ilgili bir nokta dikkatimi çekti. Sezonu bu kadar erken açan bir takımda Q7'nin bu kadar hırslı olması hem sevindirici hem düşündürücü. Çünkü eskilerin "Hızlı hoşan atın, haceti seyrek olur" sözü geldi aklıma. Umarım bu sadece benim evhamım olarak kalır ve bu futbol sanatçısını sezon boyunca dolu dolu izleyebiliriz.
Forvet hakkında ise Nihat ve Bobo zaman zaman birlikte zaman zaman tek başlarına oynadılar. Türkiye'nin sayılı golcülerinden Nihat sezon başı kampı geçirince neler yapabileceğinin kısa bir özetini geçti bize. Acaba zaman zaman İnci'ye yazıyor mu diye merak etmedim değil. Nihat'ın gol atması, özgüven kazanması ve tribünlerle barışması önemli. Nobre'nin ise gol atması bence hayırsız bir durum. Maazallah usta teknik direktör kendisini forvet zanneder de bir kaç maç forma verirse Beşiktaşlılar'ın ruh sağlığı bozulabilir.
Tek eleştirim ise kornerler konusunda olacak. 20 fazla korner kullanılan bir maçta Beşiktaş'ın kornerden gol bulamaması cidden düşündürücü. Demek ki henüz kitabın o sayfasına gelmemişler. Sonuçta Beşiktaş dün ter attı, geçen sezonun başarısızlığının cezasını şimdi çekiyorlar. Önlerinde bunun gibi en az 3 resmi ter idmanı daha var. Yolları açık olsun.
İspanya'nın şampiyonluğunu doğru tahmin ettikten sonra, ülkede adeta halk kahramanına dönüşen Paul'e Madrid Hayvanat Bahçesi de talip olmuş ve açıklanmayan bir miktar para teklif etmişler bile.
Öncelikle, benim temennim artık hayvana huzur verilmesi. Bir aydır oyuncak oldu zaten. Ölmeden önce biraz sakin takılsın, gönlünce yüzsün, etsin falan. Ha illa bir yerlere kımıldatılacaksa, tabii ki buraya gelmesini tercih ederim. Şampiyona için müthiş bir reklam olur. Ne var ki, ister buraya getirsinler, ister Madrid'e götürsünler, bu işin para karşılığı olmaması lazım. Tarım ve hayvancılık gibi sebeplerle hayvanların alınıp satılmasına eyvallah ama böylesi eğlence işleri için de hayvanlara mal muamelesi yapmamak lazım.
Yerli Oyuncular
RÜŞTÜ REÇBER, UĞUR İNCEMAN, YUSUF ŞİMŞEK, CENK GÖNEN, CUMALİ BİŞİ, EKREM DAĞ, ERHAN GÜVEN, HAKAN ARIKAN, İBRAHİM TORAMAN, İBRAHİM ÜZÜLMEZ
İSMAİL KÖYBAŞI, MERT NOBRE, NECİP UYSAL, NİHAT KAHVECİ, RIDVAN ŞİMŞEK
Şu anda TFF'nin resmi sitesinde hali hazırda Beşiktaş'ın futbolcularından A takımda oynaması muhtemel gözüken isimler bunlar. Yusuf'un, Erhan'ın ve Cumali'nin bu takımda fazla şansı olmayacağı bir gerçek. Geriye kalan 12 futbolcudan 3 tanesi kalaci. 9 futbolcunun 4 tanesi mecburen sahaya çıkacak. Sol bek için İbrahim Üzülmez ve İsmail Köybaşı aday. İbrahim Toraman, Rıdvan ve Ekrem sağ bek için adaylar. Nihat forvet'in, Uğur ise orta sahada Necip ve Ernst'in yedeği. İşte bu karmaşık denklemde Saha içinde hangi 6 yabancının forma giyeceği önemli oluyor.
Yabancılar
Quaresma, Ernst, Guti ve Ferrari, kağıt üzerinde formanın öncelikli sahipleri. Söylendiği gibi Raul da gelirse garanti futbolcu sayısı 5'e yükselecek. Yabancı futbolcuların 6 engelinden sadece yabancıları yedekleyebileceği düşünülürse işler iyice karışık. Sözleşmesi meşhur derin dondurucuya kaldırılan Fink dışında elde hali hazırda Tello, Tabata, Sivok, Zapo, Holosko, Bobo, Delgado ve Hilbert var. Yeni transfer Hilbert'in bu sezon gönderilmeyeceği gibi bir inanca sahip olursak şu anda Beşiktaş'ın 13 yabancısı var. Bu durumda fazla 3, bir transfer daha yapılırsa 4 fazla futbolcu var.
Beşiktaş'ın nasıl bir taktik dizilişle sahaya çıkacağını henüz bilemiyoruz, ama bu durumda özellikle iki mevkide kaliteli yerli oyuncu eksikliği göze bakıyor. Bence bu eksiklerden bir tanesi kanat bir taneside orta sahanın ortasında Ernst ve Necip'i yedekleyebilecek kapasitede bir yerli oyuncu. Uğur'un yıllardır sergilediği performans düşünülünce zamansız yaşanabilecek sakatlıklarda mağdur olmamak için o bölgeye transfer şart bence. Kanatlarda Q7, Hilbert, Nihat gibi alternatiflerin yedekleri kalırlarsa Holokso ve Tello'dan biri, joker Ekrem ve bir ihtimal sol açık olarak İsmail düşünülebilir. Ama ciddi manada bir kadro derinliği için Ekrem'den daha becerikli ve yedek kulübesinde huzursuzluk yaratmayacak bir isme ihtiyaç var.
Tabii ki Beşiktaş'ın transferleri görkemli ve doğru. Taraftarın bu yüzden büyük heyecan duyması normal. Yıldırım Demirören'de sezon öncesi bu hamleler ile elini güçlendirmek istiyor. Ama konunun diğer tarafında ciddi bir mali disiplinsizilik var. Mali tablonun vahim durumu seneye Şampiyonlar Ligi'ne katılamama ihtimali gerçek olursa daha da ağır olur. O yüzden Beşiktaş'ın bu sezonu en kötü ikinci bitirmesi lazım. Uzun maraton düşünüldüğünde yerli oyuncu kalitesinin de arttırılması lazım.
En kötü senaryolar gerçekleşse bile Beşiktaş'ın bu sezon ligde zevk vereceği, gündemde kalacağı tartışmasız. Ama biliyorum ki günlük heyecanların peşinde koşmayan Beşiktaş taraftarlarıda bu ters durumları değerlendiriyor. Bakalım Demirören bu hamlelerle kazandığı nefreti biraz durdurabilecek mi, yoksa işler kötü gidince yeniden "yeterler" başlayacak mı?
Soru:
Beşiktaş'ın yeni transferi Guti, 2007/2008 sezonunun ikinci yarısında Real Madrid'in Valladolid ile oynadığı maçı kaç gol ve kaç asistle tamamlamıştı?
Lütfen cevapları yorum olarak ve iletişim bilgilerinizi yazmadan gönderiniz.
Doğru cevabı ilk verenler ilker ve Novemberrain oldu. Kendilerini tebrik ediyor ve iletişim bilgilerini rica ediyoruz.
Öncelikle bu sistemin geçen seneki saçmalıktan çok daha mantıklı olduğunu kabul etmek lazım. Hatırlarsanız iddiası kalmayan Adanaspor ve Karşıyaka'nın boşu boşuna bir maç daha yapmışlardı. Hatta bu olabilecek en iyi senaryoydu. Ola ki iddiası olmayan bir takım şampiyonluk için oynayan bir takımla oynasaydı çok daha büyük bir skandal ortaya çıkacaktı.
Peki iki sezon önceki alıştığımız sistemle bunu karşılaştırsak? Açıkçası artıları da var eksileri de. En önemli artısı bütün sezonun tek maça indirgenmemesi ve ilk maçını kaybeden takımın bir şansının daha olması. Diğer bir artısı ise güvenlik. Dört takım taraftarını bir şehirde zapt etmek çok kolay olmuyordu. Şimdi güvenlik riski en fazla normal bir lig maçı kadar olacak.
Ne var ki eksiler biraz daha ağır basıyor. Öncelikle takımlar perişan olacak. Kısa süre içerisinde git, gel; kazanırsan sonra bir daha git. Sıkıntı. Eski sistemde playoff'un yapılacağı şehirde bir hafta önceden kampa girip hazırlanma ve alışma şansı oluyordu. Aynısı taraftarlar için de geçerli. Maçların oynandığı şehire bir kere gidip bitene kadar kalma diye bir olay ortadan kalkıyor. Mecbur git-gel yapılacak. En önemli eksi ise playoff'un karnaval havasının kaybolacak olması. Şimdi öyle sıradan bir deplasmana gidiliyormuş gibi sessiz sedasız gidilip dönülecek. Bir şehirin bir haftalığına da olsa bambaşka takımların renklerine bürünmesi görülmeye değer bir manzarayı ortaya çıkarıyordu.
Şöyle de bir şey var ki bu playoff işi zaten hepten saçma. Ligi 3. bitirenin ne günahı var ki? Hele geçen sene olduğu gibi averajla 3. sırada kalanların. Son ana kadar çok daha yoğun bir mücadele içinde olan bu takımların direkt yükselme şansını kıl payı kaçırmanın yarattığı moral bozukluğunun da etkisiyle playoff'a büyük dezavantajla geldikleri artık gözle görülür bir gerçek. Bugüne kadar ligi 3. sırada bitiren hiçbir takım Süper Lig'e yükselme hakkını elde edemedi.
Sonuç olarak playoff hepten kalkmadığı sürece hangi sistemin uygulandığının pek de önemi yok ama illa birisi seçilecekse bu bildiğimiz, alıştığımız ve kötünün iyisi olan iki sene önceki sistem olmalı. Daha geçen sene değiştirdiğimiz sisteme hemen geri dönüp tükürdüğümüzü yalamayalım demiş olabilirler ama hatanın neresinden dönsen kardır diye de bir şey var.
Benim açımdan bu transferin en değerli taraflarından biri ise alınan oyuncunun Avrupalı olması. Bugüne kadar ligimize diğer kıtalardan gelen oyunculara nazaran Avrupalılar'ın hayal kırıklığı yaratma oranı hep daha düşük olmuştur. Ayrıca dünya futbol arenasındaki ismimizi sağlamlaştırmanın yolu da ancak Avrupalı yani daha yüksek hayat standardına alışık olmasına rağmen Türkiye'yi tercih eden oyuncularla mümkün. Gelen Avrupalı'nın bu kadar meşhur bir isim olması da cabası oldu. Ardından geleceklere örnek teşkil edecektir mutlaka.
Ne var ki başlıktaki sorunun da cevabını vermek lazım. Malum, kadroda Nihat Kahveci adında "ben" hastalığına yakalanmış bir oyuncu var. Serbest vuruşa, kornere, penaltıya, her şeye ben vurmalıyım, hatta tacı da ben atmalıyım mantalitesi yüzünden Euro 2008'de kendini sakatlayan bu arkadaş, maalesef akıllanmayıp geçen zaman içinde tıp literatürüne Nihat Kahveci Sendromu isimli bir hastalık sokmanın eşiğine geldi. Umuyorum sahada Haz. Guti varken kendisine ancak çift vuruşta topu tepme görevinin düşebileceğinin farkındadır. Uyum sağlarlarsa Guti ona istemediği kadar gol attıracaktır zaten.
İzlediklerim içinde milli takım ayrıcalığından 2002'yi saymazsak en güzeliydi 2010. Zaten böyle büyük cümleler edebilecek kadar yaşlanmadım henüz. İçinde güzel hikayeler, özlenesi maçlar vuvuzela ve Ömer Üründül barındıran bir kupa oldu. Bende bu yüzden aklımda kalanları paylaşmak istedim sizinle.
Jabulani ve Vuvuzela
Turnuva başlamadan meşhur oldu Jabulani. Hazırlık maçınca Fransa kalecisini avlayışı bu şöhretini iyice pekiştirirken, Pirlo'nun paslarının isabetsizliği ile topa olan güvensizlik zirvelere çıkmıştı. Ama ne kadar garip dünyanın en iyi paslaşan takımlarından İspanya, aynı topla tıkır tıkır paslaştı, Almanya'nın hızlı ataklarında milimetrik paslar yerini buldu. Green ve Muslera gibi kaleciler zaman zaman yeteneksilziklerine kılıf olarak kullandılar güzelim topu, Forlan ise tartışmasız Jabulani'ye en iyi hükmeden futbolcuydu. Gol sanatının inceliklerini turnuva boyunca bizlerden esirgemedi.
Vuvuzela tartışmaları ise daha kupa başlamadan gündemdeydi. Kimimiz sevdik, kimimiz sevmedik. Bazı firmalar ise ses ayarları ile önlem alma yoluna gitti çıkan seslere. Ama bence özet şu: Sahada oynanan futbol güzelse vuvuzela sinek vızıltısı.
Ömer Üründül ve TRT 1
Biz garibim futbol severler vuvuzela korkusuyla kavrulurken, asıl gürültü canavarı Ömer Üründül oldu. İnanılmaz demode futbol yorumları ile turnuva başında bizi kızdırırken, ilk iki günün ardından sohbetlerimize geyik malzemesi olarak kaldı.
TRT'nin durumu ise daha vahimdi. İlk maçın 85. dakikasına kadar ekranda dakika ve skor yazmıyordu. Bir mucize eseri 85'de ekranın sol üst köşesine konan dakika spor, 87'de kaldırıldı. Sanki TRT turnuvayı yayınlayacağının farkında değildi. Bizim vergilerimiz geyiğine girmiyorum korkmayın. Ama güzelim turnuva nasıl ziyan edilir konusunda şov yaptılar. Maç sonu en güzel görüntüleri kesip reklama girdi, final maçına kadar hiçbir maçta, röportajları çevirme ihtiyacı duymadılar. Özet geçersek, rezil bir sunuş yaptılar.
Fransa ve İtalya
2006'nın iki finalisti gruplardan çıkamayarak turnuvaya veda etti. İtalya'nın zaten ahı gitmiş vahı yaşlanmış kadrosundan fazlasını beklemek hayalcilikti. En azından takım içi rezaletler yaşamadan veda ettiler.
Fransa milli takımının yaşadıkları ise en kibar haliye rezaletti. Futbolcuların Raymond DOMENECH'e yazdıkları mektupla zirveye ulaşan kepazeliklerle turnuvadan elendiler. Aslında Hiç fena olmayan bir kadroları vardı. Zidane'siz final oynamaları düşünülemezse de en azından çeyrek finali görmesi lazımdı bu kadronun. Ama başlarında teknik direktör olmayınca olamadı.
Fransa Bisiklet Turu'nun ikinci dağ etabı olan 204,5 km'lik Morzine-Avoriaz ile Sainth-Jaen de Maurienne parkuru dün geçildi.Güne sarı mayo ile başlayan Cadel Evans rakiplerinin çok gerisinde kaldığı etabı, Fransız Bisikletçi Sandy Casar 5 saat 8 dakika 10 saniyelik derecesi ile kazandı.
Yarışın başından itibaren Schleck, Contador, Evans, Sastre, Leipheimer, Basso, Menchow gibi bisikletçiler ön grubun hemen arkasında kümelendiler. Genel klasmanın önemli isimleri, tırmanış sırasında birbirlerinden kopmak istemediler. Fakat günün son ve en zorlu zirvesi olan Col de la Madeleine grubun yavaş yavaş dağılmasına neden oldu. Shleck birkaç atak yapmasına rağmen hemen peşindeki Contador'dan kurtulamadı. Bu ikili yarışın sonuna gelindiğinde önde kaçan grubu da yakalamayı başardı. 2009 yılında da turu birlikte domine eden ikili bu sezon da başbaşa kaldılar. Sarı mayonun sahibi Cadel Evans ise 8. etapta geçirdiği kazada kırılan dirseğinin etkisiyle geride kaldı ve sarı mayoyu Andy Schleck'e teslim etti. Frank Schleck'in ardından Andy Schleck'in de sarı mayoyu giymesiyle bereber Schleck Kardeşler, François&Pascal Simon kardeşlerden sonra sarı mayoyu giyme başarısını tekrarlayabilen ilk kardeşler oldu.
Turda bugün geçilecek Chambery-Gap etabı öncesi sarı mayo Contador'un 41 saniye önündeki Andy Schleck giyecek. Yeşil mayo Thor Hushovd'un sirtında kalırken, puanlı mayo Anthony Charteau'ya geçti.
Böyle kutlamaları organize etmek oldukça zordur aslında. Belirsizlik üstüne plan yapıyorsunuz sonuçta. Ya şampiyon olursak ihtimaliyle. Buna rağmen muhteşem bir organizasyon vardı dün gece ama daha da muhteşem olanı sunumdu tabii ki.
Eğlenceli İspanyol ezgileriyle süslenen kusursuz ve görkemli çekimleri izlerken ekranın başında mıhlandım kaldım. Tüylerim diken diken olmuş halde, deliler gibi orada olabilmeyi, o an olmasa bile en yakın zamanda Madrid'e gidip kutlama otobüsünün geçtiği caddelerden geçmeyi, dün geceki manzaraları gözümde canlandırabilmeyi istedim.
Bir şampiyonluk ancak bu kadar güzel pazarlanabilirdi. Bir taşla iki kuş deyimine ancak bu kadar uygun bir örnek olabilirdi. Hem Dünya Kupası'nı kazanıyorsun, hem de bunu doğru düzgün kutlama becerisine ve görgüsüne sahip olduğun için ülkene milyonlarca turist çekme şansı yakalıyorsun.
İster istemez biz ne yapardık diye de düşündüm tabii. Bugün çıkan gazetelerdeki muhtemel manşetleri hayal ettim ve maalesef aklıma ilk gelen şu oldu: "Taksim'de Çirkin Kutlama"
Artık o da Phoneix Suns forması giyecek. Stoudemire'ın New York'a gidişinden sonra büyük bir kan kaybı yaşadı Suns. Barbosa ve Hidayet takası biraz olsun güç katacaktır yeni sezon için onlara. Hem Nash gibi bir usta bir oyun kurucu ile oynamak, hemde kendi oyun sitilinde oynayan bir takıma gelmesiyle birlikte Hidayet'de eski formuna kavuşacaktır. Sadece oyununa konsantre olması gerekiyor. Zaten geri kalanı Nash hallader. Kadrosunu Hakim Warrick ile güçlendiren ve Grant Hill'i tutmayı başaran Hidayet'li Suns bakalım "free agent" olan hangi oyuncu ile anlaşacak. Bunu zaman gösterecek. Uzun lafın kısası, Hidayet ve Suns için iyi bir takas oldu. Başarılar Hedo!
Kupa sayesinde bu ikilinin bilgi dağarcığı epey genişledi. Tahminimce kupa başlamadan önce, Afrika'ya giden bütün oyuncuları sıradan sorsak, ikisi toplamda en fazla yüzde yirmisini bilirlerdi. Bilmek dediğim de ismen, yani kulak aşinalığı falan durumları.
Sağolsunlar, bu eksikliklerini gözümüze sokmaktan hiç çekinmediler. Bu husustaki dürüst davranışlarından ötürü kendilerini kutlamayı borç bilirim. Bilmedikleri yerde bilmiyoruz dediler ama biz nedense bu isimlerle derbi merbi, annemizin ligi iyi hoş da, bu da Dünya Kupası be diyemedik bir türlü. Böyle olunca NTV de bize hak ettiğimizi sundu tabii.
Neyse, dediğim gibi en azından iki insanın kişisel gelişimine katkı oldu. Yüzde yirmiyi, elliye falan çekmişlerdir sanırım. Şimdi bu sene anlatacakları, örneklendirebilecekleri, ligimizden beğenmedikleri yabancı oyuncuları eleştirirken, ya Dünya Kupası'nda şöyle fırtına bir sol açık vardı, keşke yerine onu alaydılar diyebilecekleri bol bol isim öğrendiler.
Yarasın...
Resmi olarak 3 Temmuz'da başlasa da turun bundan öncesi ısınma gibiydi. Fransa Bisiklet Turu'nun kazananını belirlemese de kaybedenlerini gösteren Alpler'e tırmanışın başladığı etabın kaybedeni tartışmasız Lance Armstrong oldu. Etabı ancak 61. bitirebilirken, sarı mayonun tam 13 dakika 26 saniye gerisine düştü Armstrong. Çok zorlu bir günü geride bıraktığı Alpler'de tam üç defa kaza geçirdi Amerikalı bisikletçi. Son kez katıldığı turda bundan sonrası için ufak çaplı bir mucize yaratmalı. Daha önce de mucizeler yaratmış birinden bahsettiğimizi biliyorum ama maalesef eskisi kadar genç ve güçlü değil.
Ülkemizde bisiklet sporunun pek fazla seyircisi olmadığı hepimizin malumu. Bence bunun nedeni özellikle yarış sonlarının televizyonlarda yeteri kadar yer almaması. Bugünkü etap 189 kilometreydi. Çok az insanı 5 saat boyunca TV başında tutabilirsiniz. Fakat yarışın son anlarının özetlerini izleyen herhangi biri bile bu heyecana kendini kaptıracaktır. Eminim ertesi gün de en azından ne olmuş diye bir daha göz atacaktır ekrana. Spor haberlerinde turun görüntüleri üzerine klasmanı sayarsanız tabii ki insanlar kanal değiştirir ve bu spordan uzaklaşır.
Neyse ufak çaplı bir sitemin ardından tura dönecek olursak, bugün de son bölümler müthiş heyecanlar ve taktik mücadelelere sahne oldu. Büyük bir keyifle izlediğimiz etabın özellikle son metreleri nefes kesti. Önce Kreuziger atak yaptı, peşinden Gesink gitti. Bütün gözlerin üzerinde olduğu Contador kopmaya çalışan bu iki bisikletçiye fırsat tanımayınca grup tekrar dengelendi. Bitişe birlikte girerler derken, bu kez Andy Schleck öne fırladı. Birisi cevap verecek mi acaba diye meraklanıyorduk ki 2008 Pekin Olimpiyatı'nın şampiyonu Samuel Sanchez sorumuzu cevapladı. Bu ikili arasında son ana kadar tekerlek tekerleğe geçen mücadeleyi Lüksemburglu Schleck kazandı. Schleck böylece kariyerindeki ilk etap zaferini kazanırken, etabı beşinci bitiren ve turun en büyük favorisi Contador'a da on saniyelik bir fark attı. Güne sarı mayo ile başlayan Sylavin Chavanel ise etabı ancak 60. bitirebildi.
Bugünkü aranın ardından tırmanış devam edecek. Bisikletçiler Morzine-Avoriaz'dan başlayıp, 1. Dünya Savaşı'nda İngiltere ve Fransa'nın İtalyanlar'a İzmir, Antalya, Konya ve Aydın'ın sözünü verdiği kasaba olan Saint Jean De Maurien'de son bulacak. Şu an sarı mayo BMC Racing Team'den Cadel Evans'da. Onun 20 saniye gerisinde Andy Schleck var. Bu ikiliyi Alberto Contador takip ediyor. Yeşil Mayo için de kıyasıya bir çekişme yaşanıyor. 118 puanlı Thor Hushovd, dört puanla Alessandro Petachi'nin önünde yola devam ediyor. En iyi tırmanışçının giydiği puanlı mayo ise şimdilik Jerom Pineau'nun sırtında. Son olarak 25 yaş altı bisikletçiler arasındaki değerlendirmeye göre verilen beyaz mayonun sahibi ise Andy Schleck. Takımlar sıralamasında Rabobank, Astana'yı geride bırakıp liderliğe yükselirken, Radioshack'da üçüncülüğe tırmandı.
Ve nihayet.. 2010 Dünya Kupası Şampiyonu İspanya... Futbol tarihinde "şampiyon olamamış en güçlü takım" yaftasını sırtına geçirmiş bir takım İspanya.. Ya da öyleydi.. 2008 Avrupa Şampiyonu apoletinin hemen 2 sene sonrasında gösterdiği performansla "üstün başarı madalyası"nı da taktılar boyunlarına boğalar..
Futbol sevgisinin yüreğimde filizlendiği günden bu yana tam 6. Dünya Kupası'nı geride bırakıyorum.. İtalya 90'dan Güney Afrika 2010'a kadar dile kolay 20 koca yıl.. Futbol sadece futbol değildir ya hani.. Sevgiyle, coşkuyla, bazen hüzünle bazen hayal kırıklığıyla beslenir ya.. Hayat gibi.. Müzikle de beslenir hayat.. Aslında konu futbol olunca pek te topa girmiyorum malum bu blogta.. Çok sevdiğim blog yazarı kardeşlerimin engin ilgi ve bilgilerine saygımdan. Tamam seviyoruz elbette bu oyunu. Tekniğinin, taktiğinin, transferinin, renklerinin, liglerinin peşinden de koşturuyoruz.. Lakin hayat gailesinde artık.. Aynı ilgi ve bilgiyi aynı tazeliğiyle yürütmek pek te kolay olmuyor.. Hele ki futbolun diğer ufak kardeşlerine (basketbolu, voleybolu, tenisi, atletizmi vs..) üvey evlat muamelesi yapmamak için.. Aynı ilgiyi aynı bilgiyi aynı sevgiyi paylaştırmak.. Zorlayan biraz da bu.. Sürekliliği..
Ne diyordum.. Çok dağıldım. E tabii söz konusu futbol romantikliği olunca. Uçuşan duyguları toparlamak ve anlamlı bir hale sokmak.. Pek te kolay olmuyor.. Üstad Tanıl Bora'ya selam olsun.. Müzik diyordum.. Pink Floyd'u özel bir yere koyarsam (ki koymazsam da olmaz), Iron Maiden gelmiş geçmiş en iyi rock-metal grubudur.. Özelimde.. Nerden çıktı bu Iron Maiden.. Ben çıkardım galiba, biraz da zorlayarak mı oldu ne.. Bilinç akışı oldu biraz da. Casillas kupayı ellerinin arasına aldığında.. Aklıma şu cümle geldi: "Your time will come". Güzide grup Iron Maiden'ın güzel şarkısı "The Wicker Man"in meşhur nakaratı.. Yüce ses Bruce abimizin çığlıkları yankılandı kulağımda bir anda.. Güzel İspanya için..Büyük İspanya için yankılandı.. Yıllardır sanki bir İspanyol gibi özlemini çektiğim bu hezeyan için yankılandı..
Ve evet İspanya.. Şimdi tam da burada.. Your time has just come.. Kutlansın doyasıya!
Paraguay, Güney Amerika kontenjanından yararlanıyor. Şili'nin ise cesaretine vurulduk. Gana, Afrika'nın gururu oldu. Diğer Afrikalı ve Uzak Doğulu arkadaşlarımızı zaten her daim sempatik buluyoruz. Slovakya, Süper Lig'i temsil ayağına, Meksika da Dos Santos'un hatırına hoş birer seda bıraktılar. Portekiz'den bile Cristiano'ya rağmen bir tutam hoşlandık.
Geriye kalanlardan Fransa, İtalya ve İngiltere'ye de yaşattıkları hayal kırıklıkları yüzünden biraz bozulduk ama onların da her daim belli bir kitleleri var zaten. Kısacası futbol müritlerinin dört yılda bir gerçekleşen ibadetini şereflendiren 32 takım da mutlaka, bir şekilde kendini sevdirdi. Ciddi anlamda bu sefer takım tutamadım. Neredeyse hiçbir maçın başına şu kazansın diye oturamadım. Aynısı bu gece için de geçerli. Kazanan için sevinip, kaybeden için üzüleceğim ve bu kadar takımın bir araya gelip de bir tanesinin bile kötülüğünü isteyemediğim bu sihirli şenliği dört yıl boyunca iple çekmeye başlayacağım. Tabii bir de derdimize, orada olup da bu sempati furyasına kapılamadığımıza yanacağım.
Televizyonlar üçüncülük maçının gereksizliği hakkında konuşan sığ beyinlileri gördükçe kan beynime sıçrıyor. Takımları, futbol kalitesini geçtim futbol bayramının 1 maç kısalmasına göz yumacak kadar seviyorlar(!) bu oyunu. Bir tarafta turnuvanın en keyif veren takımı Almanya diğer tarafta Güney Amerika'nın sürprizci takımı Uruguay ve maçtan önce vaad ettikleri en basit şey gol. Forlan, Müller ve sağlam olsa Klose gol krallığında yarışacak, Almanya bu genç takımıyla en azından bir başarı yakalayacak, Uruguay tarihindeki ışıltılı günlere bir selam çakacak ve bizim ulemalarımız 3.lük maçının gereksizliğine kendilerini inandırmış bir durumda. Bütün bunları geçtim, 23 kişilik kadroda kendisine yer bulamayan bir futbolcunun 1 dakika için bile olsa Dünya Kupası maçında oynayabilmesi için bile 3. maçına karşı olmak kabullenemez. Zaten sevdikleri, yorumladıkları futbol olmayan, başarı tutkusu ve kazananı tanrısallaştırmak olan bu insanlardan sanırım fazlasını beklediğim için ben hatalıyım.
Tomas Brolinli İsveç için onlar hiçbir zaman uykusuz kalmadılar. O güzel adam futbolu bırakınca üzülmediler. Bütün maçlarını izlediğim ilk Dünya Kupası'ydı 94 ABD. 10 yaşında tıfıl bir velettim ve İsveç 3. olduğunda şuursuz bir mutluluk vardı. 98'de Hırvatistan 3. olduğunda Fransa'nın şampiyonluğundan daha çok ilgilendirmişti beni. 2002 ise buruk olsa bile bir sevinç yaşatmıştı bize. Evet uçunda Dünya Kupası şampiyonluğu yok, evet maçlar belki yüksek kalitede geçmiyor ama en azından izlenecek bir maç var ortada. Bu kadar laf ebeliğinden sonra gelelim maça.
Klose'yi futbolcu olarak sevmem aslında ama rahatsızlığından dolayı maça çıkamamasına en az onun kadar üzüldüm, çünkü tarihe adını yazdıracaktı. Umarım 2014'de bir şekilde eksik kalan 2 golü atması mümkün olur. Bir maç daha Müller'i ve Özil'i izlemek, antipatik bulmama rağmen Schweinsteiger'in mücadelesine ortak olmak gecemi güzel geçirmeme yardım etti. Hatta Scheweinsteiger'in hatasıyla gol gelince sevinmedim dersem yalan olur. Belki süper yetenekli değil, ama taktik disiplini ve ortalama üzerinde becerisi ile Müller'in mücadelesine şahit olmak belki ileride onu da severim hissine kapılmama sebep oldu.
Maçtan önce yenileceğini bilsem bile ki zaten Paul öyle buyurmuşken benim ne haddime, Uruguay kazansın arzusuna sahiptim. Ama kaleci Muslera'nın balonu patlayınca rahat ve gevşek geçen maçı Almanya kazandı. Maç gevşekti çünkü özellikle ikinci yarıda takımlar gol yememeyi değil, gol atmayı düşündülar. Zaten Uruguay orta sahası en ciddi olunması gereken maçlarda bile düştü oyundan o yüzden dün de düşmeleri normaldi. Almanlar ve Almanya için oynayanlar ne kadar disiplinsiz olmak isteselerde en fazla bu kadar olabiliyorlardı.
Son paragrafı ise turnuva boyunca Jabulani'ye en güzel hükmeden futbolcu Forlan'a ayırmak lazım bence. UEFA Avrupa Ligi şampiyonluğundan sonra gol sanatının inceliklerini Dünya Kupası'nda ülkesi için kullandı. Golcülerin bencil diye adlandırıldığı bir yerde egosunu terk edip, takımı için kaleden biraz uzaklaşıp oyun kurusu gibi oynadı. Uzaktan şutları ile bizi mest ederken, verdiği paslarla arkadaşlarını pozisyona soktu. Dün ise spektaküler bir gole imza attı ve hafızalarımıza kazıdı kendini.