Bu hafta sonu fani ünlüler hesabına gündem belli. 25 Haziran 2009'da hayatını kaybeden Michael Jackson dünden beri özellikle müzik kanalları tarafından hakkıyla anılıyor. Ancak biz sporseverler açısından bugünün farklı bir önemi var.
Bundan tam yedi yıl önce, Fransa'da oynanan Konfederasyon Kupası'nın yarı final maçı. Kamerun, Kolombiya karşısında 1-0 önde ama ebediyen 1 kişi eksilmek üzere. Zira Marc-Vivien Foe 72. dakikada göz bebekleri kaybolmuş, yerlerini adeta gideceği yeri belli edercesine, daha önce pek az kişinin şahit olduğunu düşündüğüm bir beyazlık kaplamış halde yere devrildiğinde, akıbetinin ne olacağı az çok kestirilebiliyordu. Zira Foe bir daha kendine gelemedi ve kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti. Sonradan müdahalelerin geç ve yetersiz yapıldığı iddia edildi ama artık iş işten geçmişti. Ölüm nedeni hipertrofik kardiyomyopati olarak açıklandı. En basit anlatımla kalbin ayırıcı bölmesinde yada sağ/sol karıncığında aşırı büyüme manasına geliyor.
Başarılı orta saha oyuncusunun 28 yaşında hayatını kaybetmesinin ardından, ilk patlamasını yaşadığı Lens'daki 17, lig şampiyonluğu yaşadığı Lyon'daki yine 17 ve o sırada formasını giydiği Manchester City'deki 23 numaralı formaları emekliye ayrıldı. Ne var ki 2008/2009 sezonunun başında Lyon'daki forması askıdan alındı ve bir başka Kamerunlu Jean Makoun'un sırtına geçirildi. O zamandan beri de anısı bu şekilde yaşatılıyor.
Bu arada rahmetlinin formasını değiştirdi son futbolcunun İbrahim Toraman olması da bizim adımıza ilginç bir ayrıntı.
Takımların sahaya çıkış düzenlerinden belli oldu ki, 4 3 3 oynayacak olan Uruguay ve 4 2 3 1 ile sahaya çıkan Güney Kore'nin amacı kazanmak kadar, biz futbol izleyicisine güzel bir maç izlettirmek. Bu iyi niyet maçın hemen başında gelen, Uruguay golü ile birleşince ortaya heyecanı yüksek bir maç çıktı. Golde kaleci hatası yadsınamaz ama Suarez'in o topun arka direğe gelme ihtimalini sevip, yaptığı koşuda golcü zekasının bir ürünü. Güney Kore erken golün şokunu çabuk atlattı ve en iyi bildikleri işi yapmaya başladı. Basit oyun, kısa paslar, doğru koşularla Uruguay'ı rahatsız etmeye başladılar. Ellerindeki kadroda bitirici yahut yıpratıcı bir forvetlerinin olmayışı ise en büyük dezavantajıydı. Kalabalık orta sahaları ile oyunun hakimiyetini ellerine aldılar ama, Uruguay ceza sahasında istediklerini yapamıyorlardı. Orta sahayı bu kadar rahat kontrol etmelerinin nedeni ise, Forlan ve Cavani'nin orta sahaya hiç yardım etmeyişiydi.
Yaklaşık dört saat sonra, Dünya Kupası'nda ikinci tur maçları başlayacak. Çoğumuzun yabancı olduğu bir kıtada, vuvuzela uğultusu ve Trt çilesi ile 48 maçı geride bıraktık. 32 takımın yarısı elendi, içlerinde son kupanın finalistleri olan İtalya ve Fransa'nın olduğu 16 takımın futbolcusu bizim gibi evinden izleyecek artık maçları. Veda edenlerle başlayalım.
6 Afrika takımından sadece bir tanesi yoluna devam ediyor. Bugüne kadar Afrika takımlarının sadece 2 kez çeyrek final gördüğünü düşünürsek aslında pek garip değil bu tablo. Hepsinin sorunu ise aşağı yukarı aynı. Jay Jay Okocha gibi ince pasların kahramanı bir futbolcuları yok, takım ruhları çok gelişmemiş ve saha içinde anlık moral bozuklıkları ile oyun disiplininden uzaklaşmaya çok müsaitler. Bu olumsuzlukları en az yaşıyan takım Gana, Essien gibi önemli bir yıldızından yoksun olmasına rağmen birazda turnuva şansıyla yoluna devam edebildi.
Asya futbolunda ise yükseliş devam ediyor. Kuzey Kore, Güney Kore, Avustralya ve Japonya'dan iki tanesi yola devam ediyor. Zaten Kuzey Kore'nin amacı yola devam etmek değildi. Onlar bu futbol festivalinin değişik renklerindendi, Brezilya karşısında oynadıkları futbolla Dünya Kupası hatıralarımıza bir sayfa eklemeyi başardılar. Avustralya ise kırmızı kartlardan ve teknik direktörleri Verbeek'ten çektiğini kimseden çekmedi bu turnuvada. Güney Kore v Japonya ise 2000'lerin başında yakaladığı ivmeyi sürdürüyor.
Avrupa'da ise ilginç gelişmeler var. Fransa ve İtalya gibi futbol kültürüne sahip ülkeler ilk turda veda ettiler. Hadi Fransaya alıştık artık, ama İtalya'nın bu durumu alışılmadık. Başarısızlığı sadece Lippi'ye bağlamak ise, işin kolayına kaçmak olur. Kıta adına sürprizi yapan takım ise Slovakya oldu. Son maçta İtalya'yı perişan ederek isimlerini bir üst tura yazdırdılar. İngiltere, Almanya ve Hollada'ya baktığımızda ise, Avrupa sıkıcılığının futbola yansımasını fazlasıyla hissediyoruz. Geçmişin en güzel kaybetini Hollanda, yaşadığı futbol travmaları sonuçunda Alman portakalı halini aldılar. Belkide 30 sene sonra bir Trt spikeri "top döner dolaşır, sonunda Hollanda kazanır" diyecek. 2008'in kusursuz fırtınası İspanya ise, İsviçre mağlubiyeti ile başladığı kupada işleri yoluna koydu ve ikinci tura ismini yazdırdı. Takım olmayı başaramayan Portekiz ise Kuzey Kore'nin zaafını iyi kullanarak, bir üst turda artık.
Grup maçları sonunda kupanın en başarılı kıtası ise Amerika kıtası oldu. 5'i güneyden 8 takımla geldi Amerika kıtası turnuvaya. İçlerinde sadece Honduras turnuvaya veda etti. Arjantin, Meksika, Uruguay, Şili, Paraguay, ABD, ve Brezilya yollarına devam ediyorlar. Sambaya ihamet eden Brezilya ve kadrosu daha fazlasına müsade etmeyen Paraguay dışında hepsi göze hoş gelen futbol oynuyor.
16 takımın 7 tanesi Amerika'dan, 2 tanesi Asya'dan, 1 tanesi Afrika'dan ve 6 tanesi Avrupa'dan. Önümüzde sekiz maçın oynanacağı dört gün var. İçlerinde Almanya - İngiltere ve İspanya - Portekiz gibi erken yarı finaller olan ikinci tur maçlarında umarım güzel futbol eksik olmaz sahalardan. Önemli olan kazanmak diyenlere inat, önemli olanın güzel futbol olduğunu düşünen birisinin tek dileğim bu.
Öncelikle Sercan ve Ozan İpek'le ilgili görüşlerimi söyleyeyim. Neden bu transfere karşı çıktığım anlaşılsın. Sercan, bildiğim kadarıyla Milli Takım'ın her yaş kategorisinde oynamış bir futbolcu. Yeteneği olduğu yıllardan beri söyleniyor. Daha bu kadar ismi duyulmamışken, İngiliz takımlarıyla ilgili dedikodular dönüyordu. Ben kendisini son 2 senede çok net izleyebildim. Elbette televizyondan. Gördüğüm kadarıyla Sercan açık alan oyuncusu. Topla birlikte süratleniyor ve rakibi yoruyor. Topu saklama konusunda çok kötü değil. Yani salt kontratak oyuncusu değil. Top tutmayı biliyor. Ama yetersiz. Peki Sercan ne yapamıyor? Çalım atamıyor. Kesinlikle çalım atamayan bir forvet. Başka? Son vuruşlarda hala aşamadığı bir şeyler var. Belki Güiza kadar kötü vuruşlar yapmıyor ama olmadık goller kaçırabiliyor. Ayrıca devamlılığı yok. Bir maç çok iyi oynar, öbür maçlar hiçbir şey yapamaz. Geçtiğimiz sezon ligde kaç gol attı? 4. Ondan önceki sezon? 11. 2 sezonda attığı gol sayısı 15. Bu veriler elde dursun.
Ozan İpek. Bu seneki performansıyla herkesin diline dolanan bir isim. 23 yaşında ve sol kanatta görev yapıyor. Daha doğrusu kanatlarda oynuyor. Bazı maçlarda iki kanatta da oynadığını gördük. En önemli özelliği, hızı. Çok hızlı ve çok iyi bindiriyor. Rakibi geçme konusunda fazla sıkıntı çekmiyor. Ortaları süper diyemiyorum ama ligimiz için yeterli düzeyde. Biraz sinirli. O özelliği takımını yakabilir. Bu sezon 8 gol attı. Yani bu sene attığı gol sayısı, Sercan'ın iki katı (!). Yanlış anlaşılmasın, kesinlikle futbolcuları attıkları gollere göre değerlendirmiyorum. Ancak ortada bir terslik olduğunu da göz ardı etmemek lazım. Bu iki futbolcu için Bursaspor inanılmaz rakamlardan bahsediyor. Sadece bir seneliğine parlamış bu adamları astronomik fiyatlara pazarlamaya çalışıyorlar. Kime? Bu alanda rakipsiz olan Beşiktaş ve Yıldırım Demirören'e.
Holosko için Beşiktaş ne yapmıştı? Koray, Burak ve 5 milyon avro vermişti. Gidenlere üzülmemiştim. Koray yıllardır ne uzar ne kısalır. Aynı, düz adamdı. Burak da akıllanmayacaktı. Tigana'nın ''Yerli Henry'' benzetmesi de havada kalmıştı. Ancak bu adamların sonuçta belli bir maliyeti vardı. Belli bir değeri vardı. Bunların üstüne 5 milyon avro vermek bana akıllıca gelmemişti. Ama takımı çiftlik modeliyle yöneten bir başkandan mantıklı bir hareket beklemiyordum. Holosko geldi ve taraftarın da sevdiği bir adam oldu. Yuhalandığını hiç görmedim. Üstelik çok gol kaçırdığı maçlarda bile fazla tepki almadı. Neticede Holosko, Beşiktaş'a gelmeden önce formalar giyip ''Çarşı çok rerörerö'' diyerek gönülleri fethetmişti. Holosko ikinci yarıda takıma geldi ve 7 gol atarak dikkatleri üzerine çekti. Ertesi sene 10 gol attı. Geçen seneyi ise 6 golle tamamladı. Yaşadığı sakatlıkları ve oyuna sonradan girmelerini saymıyorum bile. Yani bu adam, sezon başı 10 golü zorlar. Özellik bakımından son vuruşlar dışında eksiği yok. Koşarak rakibini geçiyor. Güçlü. Oyundan kopmalar yaşasa da maçı bırakmıyor. En önemlisi formayı seviyor. Bu adamın minimum maliyeti 5 milyon avro'dur ülke şartlarında.
Zapotocny. Sivok'la beraber geldiğinde çok iyi bir ikili olmuşlardı. Hatta bir yerde ''Defans görmüş masum Beşiktaş taraftarı'' ile ilgili bir yazı yazmıştım. Bu ikili mükemmele yakın bir uyum göstermişlerdi. Zapo ilk müdahaleyi yapar, Sivok arkayı toparlar. Zapo daha hırslıdır ve hırsını belli eder. Sivok daha soğukkanlıdır ve hırsını çok fazla açığa çıkarmaz. İkisinin de İtalya'da top oynamış olması önemliydi. Zapo sağlamdı ama ilk hamle adamıydı. O hamlesi başarısız olursa geri dönüşü zor olurdu. Geldiği sene 23 maçta forma giymeyi başardı. Taraftarla arasını iyi tuttu. Yaklaşık 4,5 milyon avro'ya transfer edilmişti. Sonra Ferrari alındı ve kendisi kiralık olarak Bursaspor'a gitti. Ferrari'nin gelmesine sözüm yok ama Zapo varken neden bir yabancı savunmacı daha transfer edildi; bunu hiç anlayamayacağım. Üstelik verdiği katkı çok da kötü değildi.
Tello. Geldiği sene herkesin kafasında soru işareti oluşmuştu. Sol bek, sol açık derken Beşiktaş Dergisi'nde ''Forvet arkası da oynarım'' diyerek zihinleri alt üst etmişti. Zaten evrimi de bu yönde oldu. İlk önce sol bekte denendi. Evet, hücuma destek veriyordu ama savunmada zaafları vardı. İlk senesinde attığı değil attırdığı gollerle taraftara kendini sevdirmişti. Delgado ile iyi anlaşmışlardı. Güney Amerikalı olması da önemliydi. 5 gol atmıştı ilk sene. Sayısız asist yapmıştı. Ertesi sene sol açıkta daha rahattı. En iyi sezonlarından birini geçirmişti. 6 golü vardı ama oynadığı oyun çok daha önemliydi. Geçtiğimiz sezon ligin başlarında oynayamamış olsa da sonradan formayı kaptırmadı. Kritik anlarda takımın çok şey beklediği isim oldu. Forvet arkasında tam olarak istenilen verimi sağlayamamıştı. Zaten takım da çok verimli değildi. Bu düşüşle birlikte 5 gol atabilmişti. Ancak Manchester United'a attığı gol kredisini yükseltmişti. En azından ben öyle düşünüyordum. Oynadığı oyuna bakarsak, Tello'nun da minimum 5 milyon avro edebileceğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Beşiktaş Yönetimi toplama işlemini bilmez ama ben yardımcı olayım. Holosko+Zapo+Tello+3 milyon=17,5 milyon avro (Benim görüşüme göre). Karşılığında sadece bir sezonluğuna parlamış Sercan ve Ozan. Bu bir risk midir? Hem de nasıl. Tello artık takıma alışmış bir isim. Elde tutulması gereken bir oyuncu. Holosko, dünya kadar zahmetle alınmış bir adam. Bu kadar kolay harcanmaz. Bu adamların üstüne 3 milyon bir de. Takımda fazlalık varsa bunlar da Fink, Tabata ve Zapo'dur. Bu üç adam gittiğinde yabancı sıkıntısı kalmayacak. Ekstradan Holosko ve Tello'ya iyi para teklifi gelirse satılabilir. Ama ancak parayla olur bu işler. Ne yapacağı belli olmayan iki adamla değil. Özel hayat meseleleri beni ilgilendirmez. Ancak Sercan'ın, daha şimdiden medyatik ilişkiler yaşamaya başladığı biliniyor. İstanbul, bu iki adamı yutarsa bunun hesabını kimse veremez. Forvette Nihat-Bobo gibi iki tane sabit adam var. Farklı özellikteki bu iki oyuncu Beşiktaş'a yeter. Nobre duruyor kenarda ve çift forvette ne yapacağı belli değil. Holosko'dan yararlanılabilir. İlla yerli forvet lazımsa Anadolu takımları yerli forvet çiftliği. Yetenekli biri bulunur. Ama bunlar yetersiz değil. Kaldı ki Ozan İpek'in bölgesi şu anda en alternatifli bölge. Tello-İsmail-Q7 gibi adamlar sol açıkta iş yapabilecek oyuncular. Ozan İpek veya Sercan yedekte oturtulsun diye mi o kadar para veriliyor?
Bunlar benim görüşlerim. Sercan ve Ozan İpek makul bir ücrete alınabiliniyorsa, alınır. Ancak üç futbolcu feda edip üzerine de para vermek akıl işi değildir. Zaten Beşiktaşlılık duruşuyla alakası kalmamış, hesap bilmeyen ve transferle taraftar satın alacağını zanneden bir takımın başkanından ''akıl işi'' beklemek hata.
Fransa ve İspanya'da kendisini ispatlamış, orta sahada hem defansif hem de ofansif pozisyonlarda oynayabilen bir oyuncu Emana. Bir orta saha oyuncusu için en verimli dönem olarak gösterilen 28 yaşında. Pres gücü yüksek, fiziği güçlü, uzaktan şut tehdidi olan bir oyuncu. Yani ülkemiz tabiriyle Lampard-Gerrard tarzı bir oyuncu. 2 sezon önce Betis küme düşerken, o orta saha oynamasına rağmen 11 golle takımının en golcüsüydü. Toulouse'da oynarken bir ara medyada Galatasaray'la anıldı ama sonrası gelmedi. 5 yıldır sakatlık ve cezalar dışında hep milli takımda yer aldı.
Betis geçen yıl ligden düştüğünde Emana takımdan ayrılmak yerine bir yıl daha devam edip tekrar La Liga'ya çıkmaları için uğraştı. Ligi Levante ve Hercules'le aynı puanda bitirmelerine rağmen sıralamada geride kalınca da Emana ayrılmak istediğini açıkladı. Onun kalibresindeki bir oyuncuyu bir yıl daha tutamayacağının farkında olan Betis'in tek umudu, Dünya Kupası'nda Emana'nın piyasasının yükselmesiydi. Ama Kamerun kupadan elenen ilk takım olunca, Betis'in de pazarlık gücü azaldı. Pusuda bekleyen, altyapısından çıktığı Valencia da fırsatı kaçırmadı...
Üzüldüğüm nokta, medyada her gün ligimize getirilen yıldızların aksine Emana, transferi mümkün bir oyuncuydu. Elano'yu Mustafa Sarp'a, Barış'a mahkum eden Galatasaray da, Mehmet Topuz için 9 milyon avro'yu esirgemeyen Fenerbahçe de bu fırsatı değerlendiremedi. Çünkü onlar Stoch için birbirlerine üstünlük kurma çabası içerisindeydi. Beşiktaş ise Quaresma'nın bitmeyen istekleriyle o kadar meşguldü ki Ernst'in yanına Emana'yı koyabilme ihtimalini getirmedi aklına. Böylece ligimize gerçek anlamda kalite getirebilecek bir oyuncu elden kaçtı. Yazık oldu...
Belki iki takıma da beraberlik yetmese, ortaya seyir zevki yüksek bir maç çıkardı. Ama takımların büyüklükleri bu maç için sadece kağıt üzerinde kaldı. 94 model Brezilya, 2010'da hala netice alıyor, ama bu neticeyi alırken haticeyi seven Samba tutkunlarının kalbini kırıyor. Portekiz ise eksiden topyekün sömürdüğü toprakları, şimdi futbol alanında sömürüyor. Kadrosundaki Brezilya kökenli futbolculara rağmen, Carlos Queiroz yönetiminde gitgide sevimsiz bir Avrupa takımına dönüşüyorlar. 2004 senesinde Avrupa'nın en güzel kaybedenlerinden, 2006'nın ise dördüncüsü Portekiz, gençleşen jenerasyonu ile kadrosundaki yıldızlara rağmen sıradanlaşıyor.
Yaş olarak izlediğim en büyük Portekizli yıldız Figo'ydu. Kendisi yıldız olmasına rağmen saha içinde takımıyla bütünleşir, hem kendisini hem takımını büyütürdü. Sonuçta futbol 11 kişi ile oynanan bir oyun. Ama günümüzün yıldızı Ronaldo, yetenekli ve başarılı bir futbolcu olmasına rağmen, takımı ile bütünleşemiyor. Sanki sahada 10 kişilik bir Portekiz ve ona eklemlenmiş bir Ronaldo var. Ronaldo topu ayağına alınca bütün takım onu izliyor. Bu garip uyumsuzluk göz önüne alındığında Ronaldo'nun Kuzey Kore maçından önce milli formayla aylarca gol atamamasına çok da şaşırmıyor insan.
Maça dönersek, anlık güzelliklerle yetinmek zorunda kaldık. Nilmar'ın direkte patlayan şutu, Fabiano'nun kafası, Ronaldo ve Raul Meireles kaçırdıkları dışında kalan 85 dakika futbol severler için sıkıcılık senfonisiydi. Dünya Kupası'nda takımlar ikiye ayrılıyor artık. Kazanma duygusunu güzel futbolun önüne koyanlar ve koymayanlar diye. Brezilya grubu birinci, Portekiz ise ikinci olarak tamamladı. Ama iki takım da oynadıkları 5 maçta güzel futbolun peşinde olan futbol dilencilerini tatmin etmedi.
Galatasaray genelde yakaladığı başarılarda süreklilik sağlayabilen bir takımdır. En azından 2000 senesine kadar geçen süreçte bu durum böyleydi. 1961-2000 seneleri arasında yaşanan 14 şampiyonluktan sadece 1968-1969 sezonundaki şampiyonluğun devamı ertesi sene gelmemiştir. 2000 senesinden beri ise Galatasaray'ın üst üste 2 sezon şampiyonluğu olmamıştır. Başarıdaki süreklilik, yerini istikrarsızlığa ve yeniden yapılanmalara bırakmıştır. Yeniden yapılanmalara bazen devrim denilmiştir, devrimin ne olduğunu bilmeyen insanlar tarafından.
Her devrim kendi çocuklarını yer. Bu dünya üzerinde yazılı olmayan kanunlardan birisidir. Adnan Polat başkan seçildiği sezonun sonunda, takım kadrosunda büyük bir yenilenme olmuştu. Taraftarın tepkili olduğu Orhan Ak, Cihan Haspolatlı ve Volkan Arslan gibi yüzü eskimiş oyuncular gönderilmiş, altyapıdan çıkan oyuncular ve yeni transferle yeniden yapılanma yoluna gidilmişti. O seneki şartlar düşünüldüğünde bu haklı bir hamleydi. Taraftar yıllardır yapılan garip transferlerden büyük hayal kırıklıkları yaşamıştı.
Aradan 3 sezon geçti, bu 3 sezonda Galatasaray 5 teknik direktör ile çalıştı, Şampiyonlar Ligi'nde hiç grup maçı oynamadı, üst üste iki sezonda ikişer teknik direktör değişti. Değişmeyen tek isim ise Adnan Polat'tı. Geçtiğimiz sezonun başında atacağı bir kurşun kalmıştı Adan Polat'ın. O kurşunun hedefi bulması gerekiyordu. Öyle bir hamle yapmalı ki, kredi kazanmalıydı. Frank Rijkaard'ın getirilmesi yönetime bu krediyi fazlasıyla verdi. Hatta hiç beklenmeyecek soğuk kanlılıkla yapılan "Rijkaard'ı getirirken hedefimiz şampiyonluk değil, biz buraya Rijkaard'ı devrim yapması için getirdik" açıklaması ise beklenenin ötesinde bir huzur vermişti Galatasaray taraftarına.Ama yönetim devrime sahip çıkabilecek kadar soğuk kanlı olamadı. 8 maçlık seri sonunda Frank Rijkaard hariç herkes hedefleri yükseltmişti. Yönetimin, "Galatasaray, yarıştığı her kulvarda şampiyonluğa adaydır" söylemi ile akıl tutulmasının ilk adımı atılıyordu.. Takımın lider olduğu 21 ile 24 haftalar arasında ise 2000 ruhu geri getirilmişti takıma.
Halbuki takım başında ruh işlerinden ziyade rasyonel doğrulara kafayı takmış, günü kurtarmak yerine uzun vadeli hamleler yapmaya çalışan Frank Rijkaard vardı. Ama durum garip ötesi bir hal aldı, yönetim anlayışı Frank Rijkaard'a benzeyeceğine, Rijkaard bizleşiyor ve günü kurtarma hamleleri peşi sıra geliyordu. Sezon biterken, 2010 model Metin Oktay yapılmaya çalışılan Arda Turan'a tribünler en zayıf ve özel noktasından saldırıyordu. Bu saldırıyı engelleyebilecek yöneticiler ise üç maymunu oynuyordu. Böyle bir sezonu geride bırakan Galatasaray'ın 2010-2011 sezonu için neler yapacağı merak ediliyordu.
Yabancı transferinde hala belirsizlikler hakim olsa da, Galatasaray'ın yerli oyuncu kadrosunda yeniden yapılanmaya gittiğini söyleyebiliriz. Sağlıksız mali yapı içinde, transfere bütçe yaratmak için, para eden yerli oyuncular elden çıkarılıyor, takıma düşük maliyetli yerli oyuncular ile takviye yapılıyor. Serdar Özkan ve Ali Turan transferleri bonservis bedeli olmadığı tercih ediliyor, Çağlar transferinde ise takımın alt yapısından 4 futbolcu ve bir miktar para veriliyordu. Bugün ise Emre Güngör Gaziantepspor'a, Uğur Uçar ise Ankaragücü'ne transfer oldu. Takım bu transferden toplam 3.3 milyon TL para kazandı.
Her üç sezonda bir yeniden yapılanmayı adet haline getiren Galatasaray'da Kewell ve Santos'un durumu belirsizliğini kuruyor hala. Onlarında takımdan ayrılması ve yerlerine yeni oyuncular alınması halinde, takımda en az 5 yeni futbolcu olacak. Onların Galatasaray'a alışması, Rijkaard'ın sistemine uygunlukları gibi kriterler sonucunda işlerin rayına oturması gene zaman alacak. Galatasaray, inşa ettiği binanın üzerine taş koymayıp, sürekli temeli ile oynuyor binanın. Bakalım bu inşaatın kabası ne zaman bitecek, ve Galatasaray'da işler yoluna girecek.
Kimilerine göre futbol tarihinin en büyük aldatmacası, kimilerine göre bir halkın onurunu kurtaran bir gol atıldı 24 sene önce. Asıl adı Malvinas adaları olan, ama emperyalizmin bize Falkland diye öğrettiği adalarda çıkan savaş yüzünden şekli değişen bir futbol rekabetinin öyküsünün en can alıcı sahnesi oynandı 22 Haziran 1986’da. Sadece futbol sahaları içinde kalan kısmı bile yeteri kadar sertti bu rekabetin.1966 Dünya Kupası’ndaki maçtan sonra İngiltere teknik direktörü Alf Ramsey Arjantinli futbolculara “Hayvanlar “ demişti. Ve bu futboldaki çekişmenin tohumlarını atmıştı.
24 sene önceki maça dönecek olursak, günün kahramanı Maradona’ya bırakmak lazım sözü. “Biz o gün bir futbol takımını değil bir ülkeyi yendik. Hepimiz maçtan önce soyunma odasında futbolla siyasetin farklı şeyler olduğunu söylemiştik. Ama hiçbirimiz Falkland’da yüzlerce Arjantinli çocuğun kuşlar gibi öldürüldüğünü de unutmamıştık. Bu bizim için bir intikam maçıydı.” diyor kendi yazdığı kitabında.
Bugünden bakarak anlaşılması zor bir maç ve zor bir durum. Çoğu, işçi sınıfı kökenli ailelerden gelen İngiliz futbolcular, saha içinde Margaret Teacher'ın günahlarının bedelini ödediler. Emekleri çalındı, ama bunu çalan hırsız ironik bir şekilde İngiliz masallarının kahramanı Robin Hood’a fena halde benziyordu. Tanrı'nın Eli ile birlikte Maradona, kimilerinin kahramanı olurken, kimilerinin ona duyduğu nefret hala geçmedi.
Amerika kıtasından olmaları dışında Uruguay ve Meksika'nın oynama iştahları, hızlı çıkışları gibi birçok benzer özelikleri var. Az olan farklarından en göze çarpanı ise gole gidiş yöntemleri. Hızlı gelişen atakları ceza sahası yakınlarında Uruguay şut ile bitirirken, Meksika ekstra pas ile yaklaşmayı seçiyor. Uruguay 15 şut, 315 pas; Meksika 11 şut, 595 pas girişiminde bulunmuş.
Bu girişimlerde pek başarılı olamadılar bugün. Uruguay her çektiği üç şuttan birinde hedefi bulabildi maç boyu. Ayrıca kaleyi bulan beş şutun ikisi kafa ile atılmış ve gol de bu ikisinden birinin ağları bulması ile gelmişken, '%33' hızlı gelip golü, erken şutla arayan bir takım için iyi bir oran değil.
Diğer tarafta Meksika tehlikeli bölgeye geldiğinde Gio, Guardado, Blanco ve Franco'nun pas trafiği üzerinden netice almak istedi. Maçı 128 pas ile tamamlayan bu dörtlü birbirlerini sadece 29 kere görebilince plan başarısız oldu. Yani attıkları her beş pastan dördü tehlikeli alanın dışında kalmış, bir de buna iki forvet Blanco ve Franco'nun paslaşamadan maçı bitirmeleri eklenince günü golsüz geçmeleri kaçınılmaz oldu. Uruguay ve Meksika'yı üst turlarda göreceksek eğer bu, birinin şut, diğerinin paslarının daha isabetli olması durumunda gerçekleşecek. Tabii bu benim gibi rakamlara inanan birinin sözleri.
Bir de Aguirre neden geride kalan maçlardan hiçbirinde Gio, Guardado, Hernandez ve Vela'yı bir arada denemedi anlamıyorum. Bugün çok açıkça görüldü ki ne Blanco ne de Franco ile Meksika dalgası daha fazla büyüyemeyecek…
1909'da İngiltere'de dünyaya gelen Fred Perry esasen bir masa tenisçisi. Hatta 1929 senesinde masa tenisinde Dünya Şampiyonu oluyor. Daha sonra ise oldukça geç bir yaşta tenise yatay geçiş yapıyor. Masa tenisi sayesinde edindiği hız ile kısa zamanda teniste de sivrilen Perry, ilk Grand Slam şampiyonluğunu 1933'te Amerika Açık'ta elde ediyor. Ardından Avustralya Açık ve Wimbledon'da da mutlu sona ulaşan yetenekli raket, 1935'te Roland Garros'u da kazanarak dört büyük turnuvada da şampiyon olan ilk isim oluyor. Daha sonra ikisi Wimbledon'da ve biri Amerika Açık'ta olmak üzere üç şampiyonluk daha kazanan Perry toplamda sekiz Grand Slam'e ulaşıyor. Özellikle üç kez oynadığı Wimbledon finallerinin hiçbirinde set dahi vermemesiyle dikkat çeken İngiliz sporcu, bu olağanüstü başarıları sayesinde dördü üst üste olmak üzere toplamda beş sene dünyanın bir numarası oluyor.
Perry 1937'de profesyonel tenise geçiyor ve bu yüzden Grand Slam'lere katılma hakkını kaybediyor. Sebebi bu mudur bilinmez ama tam da bu tarihten sonra modern tenisin ilk oynanmaya başladığı yer olan Britanya'nın üzerine Babe Ruth'unkini aratmayacak bir lanet çöküyor. Perry'nin son şampiyonluğunu aldığı 1936'dan beri hiçbir Britanyalı erkek tenisçi, Grand Slam kazanmayı başaramadı. İskoç Andy Murray 2008 Amerika Açık'ta ve 2010 Avustralya Açık'ta iki kez bu laneti kaldırmaya çok yaklaştı ama ikisinde de Roger Federer engeline takıldı ve hiç set alamadan ikinciliklere razı oldu. Kendisi halen laneti kaldırmak için en büyük aday.
Başlarda bahsettiğimiz gibi Fred Perry'nin bir de iş adamı yönü var. 1940'ların sonlarında, tenisten elini ayağını çekmesine yakın, eski bir Avusturyalı futbolcu olan Tibby Wegner, Perry'ye gel beraber kol bandı işine girelim der. İkili bugün de sporcuların ter silmek için kullandıkları kol bantlarının ilk modern halini üretmeye başlar. Hemen ardından ise tişört üretimine geçerler. Ünlü tenisçilerin bu tişörtleri giymesini sağlayarak kısa sürede Fred Perry markasının yerini sağlamlaştırırlar. Zamanla tenis dünyasının dışından da talep görürler ve sadece spora değil günlük kullanıma uygun kıyafetler de üretmeye başlarlar. Sonrası ise çorap söküğü gibi gelir ve günümüzde Japonlar'a satılmış olsa da Fred Perry, halen varlığını güçlü bir şekilde sürdüren, geniş ürün yelpazesine sahip bir markaya dönüşür. Ne var ki Fred Perry artık spor ekseninden iyice kaymış ve esas üretimini sokağa yöneltmiştir. Hatta günümüzde, İngiliz müzik gruplarının yarattığı etkiyle, müzik camiasından bile spordan daha fazla talep gördüğünü söylemek mümkün. Andy Murray'ye sponsor olarak biraz kıpırdansalar da İskoçyalı'yı da bu sene Adidas'a kaptırdılar.
Fred Perry markası artık kortlarda Nike ve Adidas gibi markalara, günlük giyimde ise bir başka tenis efsanesi Fransız Rene Lacoste'un kurduğu Lacoste markasına karşı ezilse de şıklığın ve sadeliğin öncülerinden biri olarak her daim kalbimizdeki yerini koruyacak.
Maça Fildişi Sahili iyi etkili başladı. Brezilya sahaya kazanmak için çıkan bir ekip görüntüsünden uzak, oyunu kendi yarı alanında kabullenirken, Fildişi işi hiç dolandırmadan gol arıyordu rakip sahada. Takımın en büyük eksikliği ise ceza sahasına isabetli pas atabilmek. Gerçi bu sırf Fildişi'nin eksikliği değil, Jay Jay Okocha'dan beri bütün Afrika'nın eksikliği. Hal böyle olunca kurulan baskı skora etki edemedi. Brezilya ise genlerine işlemiş güzel futbolun ilk uygulamasını sergilediğinde Fabiano'nun ayağından golü buldu.
Golden sonra ilk yarıda keyifsizlik hakim oldu sahaya. İkinci yarıya Brezilya biraz daha istekli başladı. En azından defansif orta saha oyuncuları gereksiz paslaşmalarını kısa tutuyorlardı. İlk golün kahramanı Fabiano , aynı pozisyonda iki tek topu elle düzelterek topu ağlarla buluşturdu. Maçın Fransız hakemi özelinde hepimiz anladık ki, Fransız insanın "Futbolda El" ile ilgili ciddi sorunları var. 2. golün şaibesini unutturmak için Brezilya sahada son bir kez samba yaptı. Mükemmel paslaşmalar sonucunda Elano arka direkte buluştuğu topu ağlara kavuşturdu. Ve bundan sonra maçın şekli değişti. Futbol adına tahammül etmesi zor anlar başladı. Önce Elano sakatlandı, ardından Fildişili oyuncular sertlik seviyesini yükselterek Brezilyalılar'ın canlarını yakmaya başladılar. Bütün bu sevimsizlik arasında ise Drogba'nın golü bir işe yarayamadı.
Maçın 88. dakikasında ise Kaka'nın Keita'nın göğsüne dirsek atmasıyla maçın tadı iyice kaçtı. Hakeme göstermeden vurduğu dirsekle Kaka kırmızıyı fazlasıyla hak etti, ama Keita'da pozisyonda yaptığı başarılı oyunculuk ile Oscar heykelciğini hak etti. Ve son dakikaları sönük geçen maçı, Brezilya 3-1 kazandı. Kaka, ellerini kullanmayı seven forvet Fabiano ve Ketia ise gecenin kaybedenleri oldu.
2010 Güney Afrika Dünya Kupası sürprizlerle devam ediyor. Ben bu yazıyı yazdığım sırada İtalya, Yeni Zelanda ile 1-1 berabere kalmıştı. Sıkıcı başlayan turnuva, sürprizlerle birlikte daha renkli bir hale gelmiş durumda. Dünya Kupaları'nı izlemekten zevk alan biriyimdir. Oradaki oynanan oyunun başka bir şey olduğunu düşünürüm. Sadece gol sevinçleri bile bize eski futbolu hatırlatır. Birlik, beraberlik duygusunun yoğun olduğu sevinçler. Kendi liginde en bencil adam bile turnuvaya gelince arkadaşlarıyla bütünleşir. Ancak bu değişim sadece tavırlarda olmaz. Bazen insanlar fiziksel açıdan yaptıkları değişikliklerle de turnuvada kendilerini gösterirler.
Evet, bahsettiğim şey saç şekilleri. 1994'ten beri takip edebildiğim Dünya Kupaları'nda bin bir türlü saç şekli görmüşümdür. Futbolcular turnuvaya özel saç kesimleriyle gelirler. Özellikle Afrikalı ve Güney Amerikalılar bambaşka bir önem verirler bu konuya. Roberto Baggio'nun at kuyruğu, Taribo West'in yeşil 'şeker kız candy' imajı, Valderrama'nın bonus kafası aklıma ilk gelenler. 2002'deki Ümit Davala ve Christian Ziege'nin mohikan saçları, Ronaldo'nun at-kelebek ilişkisi gibi duran kakülleri, Japonlar'ın renkli saçlarını da unutmamak gerek.
Peki bu Dünya Kupası ne alemde? Açıkçası bu kategoriye girmek için Cezayir Milli Takımı'nın özel bir çalışma içinde olduğunu düşünüyorum. Kaleci Fewzi Chaouchi, orta saha oyuncusu Hassan Yebda, forvet Abdelkader Ghezzal görebildiğim en kötü saç stiline sahip Cezayirli oyuncular. Oynamadığı için fazla dikkat çekmeyen, ancak oynadığı takdirde epey ilgi toplayacak olan Rigobert Song'un kafasını nasıl taşıdığını da merak etmekteyim. Fildişili forvet Gervinho'nun stili de tartışmaya açık. Sezercik stilinde saçları iki yana atıp onları bir bantla kafaya yapıştırmak ve bu saçları örmek ya da rastaya çevirmek kimin fikriydi, merak ediyorum. En yakın akıl hastanesine başvurması gerekiyor bu fikir sahibi kişinin. Yine Salomon Kalou da 'mohikan' tarzıyla dikkat çekmekte. Daha kaç turnuva boyunca bu mohikanı göreceğiz, Allah bilir.
Avrupa'dan çılgın futbolcular yok mu? Olmaz mı? Bir Marek Hamsik kolay yetişmiyor. Ülkemizde apaçi stayla olarak bilinen saç şeklini, Dünya'nın en büyük ikinci spor organizasyonunda kullanması ülkemizdeki gençleri de rahatlatmış olmalı. Djibril Cisse'nin de kendine eziyet etmeye devam etmesi ayrı bir sayfada değerlendirilmeli. Fantastik saç şekilleri yapma konusunda kendisi master yapacak kadar yetenekli ve bilgili. İşte böyle dostlar. Her Dünya Kupası'nda böyle enteresan adamlarla karşılaşmak zorundayız. İyi mi, kötü mü; bunun cevabı kişiden kişiye değişir. Bana eskileri hatırlattığı için iyi olarak görsem de gözlerimi yoran bir görüntünün 90 dakika boyunca ekranda olması kötü bir şey. Sizlerin de varsa kafasında böyle enteresan saç şekilleri, yazmaktan çekinmeyin. Biraz eskileri hatırlar, güleriz.