TAŞRA BASKISI

İSTANBUL VE TAŞRA BASKILARI AYNI ANDA ÇIKAN BLOG

Serhat Gürcan Gündüz l 30 Ekim 2010 0 Yorum





Türkiye'de pek çok gencin basketbolu sevmesini sağlayan 3-4 adamdan birisidir Iverson. Beşiktaş belkide tarihinin en önemli transferini yaptı kulüp olarak. Ne Guti, ne Q7 nede diğerleri... O NBA tarihinin en önemli isimlerinden birisi çünkü. Şimdiki pek çok süper star ondan öğrendi crossoverın ne olduğunu. Wade'in her içeri dribblinginde ona ait imzalar görebilirsiniz.

Bugün pek çok gazetede vardı onun hayatı kısa kısa. Kariyeri, kazandığı ödüller vs. Fakat çoğu hayatının ne kadar zor olduğunu yazmamıştı. Elimden geldiğince size Iverson'ı anlatmak istiyorum bu yazıda.

Hani bazı Hollywood filmlerinde zenci insanların yaşadığı, belanın eksik olmadığı, her gün birilerinin vurulduğunun anlatıldığı mahalleler vardır. İşte Iverson böyle bir mahallede dünyaya geldi. Annesi Ann yine bu filmlerde sıkça gördüğümüz şekilde henüz 15 yaşında bir çocuk iken onu dünyaya getirdi. Tahmin ettiğiniz gibi babasız büyüdü. 1995 yılında parlamaya başladığı sıralarda babasının bıçaklandığı haberi ile öğrendi babasının kim olduğunu. Iverson'ın hayatında babası sadece bu şekilde geçti. Oturduğu ev bir lağım çukurunun üzerine inşa edilmişti. İki küçük kız kardeşi Brandy ve Iliesha'nın da sorumluluğu ondaydı. Babasız olması, annesinin iki ayrı işte birden çalışması zaten zor olan hayatını dahada zor bir hale getiriyordu.

Her şey bunlarla bitmedi tabi ki. Lağım çukurunun üzerine kurulmuş ev, lağım borularının patlaması sebebiyle pek çok kez taşan lağım suları ile doluyordu. En ufak kardeşi Iliesha sürekli bu sağlıksız ortam yüzünden hastalanıyordu. Iverson'ın kardeşinin ilaç masraflarını ödemek için pek çok işte geçici olarak çalışması gerekiyordu. Bir çeteye üyeydi A.I. Lise takımında Amerikan Futbolu oynuyor, rap şarkıları yapıyor, ailesine bakıyor ve sık sık kavgalara karışıyordu. Henüz 14 yaşında en yakın arkadaşı gözlerinin önünde bıçaklanarak öldürülmüş, olayın acısını henüz atamamışken bir diğer arkadaşı da vurularak öldürülmüştü. Aynı dönemde, ona baba gibi davranan, annesinin birlikte yaşadığı erkek arkadaşı Michael Freeman ise uyuşturucu satmak suçuyla hapse girmişti. Hapiste onu ziyaret ettiği bir gün, Freeman'in ayakkabısı olmadığını görünce ona kendi ayakkabılarını vermiş ve eve çıplak ayaklarıyla dönmüştür. Bu dönemde annesi Ann, M. Freeman'in hapse girmesiyle maddi olarak daha fazla zorlanmaya başlamış, hatta bir dönem vücudunu satmak zorunda kalmıştır.

Bir bowling salonunda "14 Şubat sevgililer gününü" kutladıkları sırada ırkçı bir grup ile kavga çıktı ve Iverson polis tarafından göz altına alındı. Polisler bir delil sunamamış olsalar da, hakimin karşı gruptan bir gencin babasının yakını olması ve 2 beyazın Iverson'ın bir beyaz kızın kafasında sandalye kırdığı yönünde yalancı şahitlik yapması dolayısıyla Iverson'ı ve dört arkadaşını çete kurmak ve kavgaya karışmaktan dolayı 15 yıl cezaya çarptırdı. 50 kişinin karıştığı kavgada sadece 4 siyahın ceza alması ve Virginia eyaletinde tanınan bir oyuncu olan Iverson'ın hapse düşmesi, yerel basını oldukça meraklandırdı. Polislerin delil sunmamaları, diğer gençlerin suçlarının üstünün örtülmesi, olayın ırkçı Ku Klux Klanı tarafından düzenlendiği gibi pek çok haber çıkınca vali Doug Wilder harekete geçti. Hakim ve savcı ile bir araya geldikten sonra davanın tekrar görüşülmesini ve Iverson'ın davasının çocuk mahkemesine taşınmasını sağladı. Bu süreç içerisinde hapis yatan Iverson yeni davanın sonuçlanması ile 4,5 ay bir çiftlikte çalışma cezasına çarptırıldı. Hapisten çıkıp çiftlik evinde çalışmaya başladığında çete hayatından uzak durması gerektiğini anlamıştı. Annesine ve kardeşlerine daha iyi bir hayat sunabilmek için tek çıkış yolunun futbol olduğunu düşünüyordu.

Annesi Ann başından beri, futbol takımından pek çok çete arkadaşı olduğu için futboldan uzaklaştırmak istiyordu oğlunu. Fakat Iverson futbolu ve spor yapmayı seviyordu. İlkokulda futbol oynadığı dönemlerde koçu Moonreu onun basketbol için daha elverişli bir fiziği olduğunu söylemiş fakat Iverson futbolu tercih etmişti. Annesi daha o yaşlarında Iverson'a basketbol ayakkabıları alıyor, zorla basketbol oynatıyordu. Liseyi dışardan bitirmeye çalıştığı dönemlerde zorla değil, zaman geçirmek için basketbol oynamaya başlamıştı. Liseden atıldığı için Amerikan futbolu oynayamıyordu. Amerikan futbolu oynadığı dönemlerde öğrendiklerini, sokak basketbolu ile birleştirmeye başlamıştı. Artık o inanılmaz hızını basketbol oynarken dribbliglerinde kullanıyordu. Jordan'ı izliyor, onun crossoverlarını geliştirmeye çalışıyordu. Oğlunun bu azmini gören Ann, oğluyla beraber basketbol maçlarını izliyor, şutunu geliştirmesi için ona yardımcı oluyordu ailesine bakmaya çalışırken.

Iverson liseyi dışardan bitirdiğinde kavgaya karıştığı ve hapis yattığı için pek çok üniversite tarafından başvuruları kabul edilmiyordu. Annesi Georgetown Üniversitesi basketbol takımı koçu John Thompson ile görüşmüş oğlunu en azından bir kere denemesi için ikna etmeyi başarmıştı. John Thompson ilk başlarda geçmişi yüzünden şüphe ile bakmasına rağmen onu denemeyi kabul etti. Yeteneğini anladığında ise okul yönetimine baskı yaparak Iverson'ın üniversiteye girmesini sağladı. Hani hayatı film gibi derler ya, öyleydi Iverson'ın hayatı. Hollywood yapımı spor filmlerindeki gibi koç John Thompson ona bir baba gibi yaklaşıyor, her sorunu ile ilgileniyordu. Iverson'da Thompson'ın her sözünü babasının sözüymüş gibi dinliyordu. Beladan uzak durmaya çalışıyor, kafasını sadece basketbola ve derslerine veriyordu. Hapisten çıkmasını sağlayan vali Doug Wilder'ın eyaletin ilk siyahi valisi olmasından dolayı yerel basındaki ırkçı kesim sürekli Iverson'ın üzerine gidiyordu. Maçlarda ırkçı pankartlar açılıyor, Iverson topu her eline aldığında "hapishane kuşu" diye tezahüratlara maruz kalıyor, kavgalar çıkıyordu. Allen ise koçunun istediğine harfiyen uyuyor ve cevap dahi vermiyordu.

Iverson hayatı boyunca hep "yalnızca güçlüler ayakta kalır" sözüne inandığı için, bu karalamalar ona artı bir motivasyon kaynağı olarak geri dönüyordu. İnanılmaz bir ilk sene geçirdikten sonra NCAA'de ona destek verenler, sahada işini yaparak karalamalara cevap vermesinden dolayı ona hayatı boyunca peşinden gelecek lakabını taktı; "The Answer", yani "Cevap".

1996 senesi geldiğinde Iverson güzel sanatlar bölümünü bitirmeden NBA draftlarına katıldı. Okumak istese de kardeşinin hastalığı ve maddi sorunlar yüzünden okulu bıraktı. Pek çok NBA takımı onu istiyordu. Fakat 1996 NBA draflarında birinci turun ilk hakkı Sixers'da idi. Efsaneleştiği Sixers'a imza attığında hayatının değiştiğini biliyordu Iverson. NBA kariyerini zaten biliyorsunuz...

NBA'de oynadığı dönemlerde de pek uslu durmadı Iverson. 1997 senesinde arkadaşları ile hız yaparken polis tarafından durduruldular. Arabada silah ve uyuşturucu bulunmasına karşın kefalet ile serbest kaldılar. Mahkemede ise kamu cezasına çarptırıldı. Bir diğer hayali albüm yapmak olan Iverson, 2000 senesinde bir rap albümü hazırlamış fakat oldukça agresif olan sözleri nedeni ile David Stern tarafından engellenmiştir. Sözleri değiştirme fikrini Stern kabül etse de, Iverson o albümü yayınlamaktan vazgeçti. İsteyenler internette Allen Iverson aka Jewels: 40 Bars isimli albümünü bulabilirler. 2004 senesinde kumarhane patronları ile kavgaları başladı. 2009 senesinde Atlantic City ve Detroit'te bulunan kumarhaneler, Iverson'ın kumarhanelerine gişini yasakladı. 2005 senesinde Washington'da ki bir gece kulübünde çıkan bir kavga yüzünden koruması ile birlikte suçlandı.

Evlilik hayatı da sorunlu geçti. Henüz 16 yaşında çıkmaya başladıkları Tawanna Turner ile ilk çocuklarına, 1995 yılında Tiaura'nın doğması ile sahip oldular. 1998 yılında Allen II'nin dünyaya gelmesi ile nişanlandılar. Evlenmek için üç sene bekleyen çift 3 ağustos 2001 tarihinde evlendiler. Sırasıyla 2003 yılında Isaiah Rahsan, 2005 yılında Messiah Lauren ve 2008 yılında Dream Alijha isminde 3 çocukları daha oldu. Geçtiğimiz sene ise Iverson ın alkol ve kumar düşkünlüğü yüzünden evlilikleri sallanmaya başlamış ve kızının hastalığı ile geri dönülemez bir yola girmişti. Tawanna geçen sene Iverson'a boşanma davası açtı ve 5 çocuğunun velayeti ve yüklü bir tazminat istedi.

İşte onun hayatı böyle. Artık Türkiye'de oynayacak A.I. Peki neden Türkiye'yi seçti? Öncelikle basketbol oynamak istediği için. Bu açık ve net. Çin'den gelen teklifleri tercih etmemesinin sebebi ise, Türkiye'nin Amerika'ya daha yakında olmasından dolayı değil (aslında Çin, Amerika'ya daha yakın). Türkiye'deki oyunun daha sert ve iyi olmasından dolayı. Umarım o eski günlerindeki gibi oynar Türkiye'de. Basketbola tekrar geri dönüşü adına yakışır bir şekilde olur. Hoşgeldin Iverson...

Not: Lakabı ile ilgili bir söylenti daha var. Aslında bu lakabı ona arkadaşlarının taktığını söylüyor bazı kesimler. Sebebi de mahkemede hakime verdiği bir cevap. Hakim Iverson'a "kadının kafasında sandalye kırmışsın" diyor. Iverson'da buna cevap olarak, "Herkesin beni tanıdığı bir bowling salonunda, bir insanın kafasında sandalye kırıp hiçbir şey olmayacağını düşünüyor olabilir miyim? Bu çılgınlık! Hem bir kadının kafasına sandalye ile vurursam nasıl bir adam olurum? Bir adama vurduğumu söylemelerini tercih ederdim, lanet bir kadına değil!". Bu cevabından sonra arkadaşları ona "The Answer" lakabını takıyorlar.

Cengiz Bahadır Özdemir l 29 Ekim 2010 0 Yorum

İlk üç gün sona erdi ve gruplarda yarı finale yükselen isimler belli oldu. Kestane Grubu'nda Stosur birinci, Wozniacki ise ikinci oldu. İkinci gün Wozniacki-Stosur maçı sürpriz bir şekilde Stosur üstünlüğü ile bitti. Daha iyi servis kullanan Wozniacki, servislerinden sayı çıkaramadı ve file önündeki basit hatalarıyla maçı çevirecek fırsatları değerlendiremedi. Stosur daha fazla basit hata yapsa da çizgi gerisindeki etkili vuruşlarıyla maçı 6-4 ve 6-3'lük setlerle kazanmayı başardı.
Üçüncü gün ise Wozniacki-Schiavone ile nefes kesen bir maç oynadı. İlk seti 6-3 kazanan Schiavone idi. Ancak ikinci setten itibaren Wozniacki servislerinde belirgin bir yükselişe geçti. Schiavone'nin çizgi gerisindeki savunması ise yeterli olmadı. İkinci setteki uzun süreli itirazı da konsantrasyonunu bozdu ve bu seti 6-1 kaybetti. Üçüncü sette, oyun 2-1'ken müthiş iki ralli izledik. Birincisini Schiavone, ikincisini ise Wozniacki kazandı. Sonuçta sette daha fazla yorulan Schiavone, maçta 34 basit hata yaparak bu seti 6-1, maçı da 2-1 kaybederek son dörde kalamadı.
İkinci gün oynanan Zvonareva-Azarenka maçının ilk setini izleyebildim. Servislerde daha iyi olan Azarenka ilk seti alacak durumdayken Zvonareva'nın müthiş çabası yüzünden seti kaybetti. Sonrasında Zvonareva maçı bırakmamış ve ikinci seti 6-4 kazanarak maçı 2-0 almış. Dün ise Azarenka, Clijsters ile oynadı. Maçı izleyemedim ancak 6-4, 5-7, 6-1'lik skorları görünce şaşırmadım desem yalan olur. Azarenka'nın ikinci setteki istatistikleri ve muhtemel çabası ona set kazandırmış ancak üçüncü seti çıkarmasına yetmemiş. Clijsters de ikinci gün Jankovic'i 6-2 ve 6-3'lük iki setle rahat geçtikten sonra ilk kez böylesine ciddi bir sınavı başarıyla vermiş oldu. Ayağındaki sakatlıktan etkilendiğini söylemek zor.

Bugün Zvonareva-Clijsters maçı olacak ve Beyaz Grup'un birincisini belli edecek. Kazanan Stosur'la, kaybeden Wozniacki ile karşılaşacak.

Cengiz Bahadır Özdemir l 27 Ekim 2010 0 Yorum

Senna, Prost, Mansell, Piquet... Dört Dünya Şampiyonu pilot Portekiz'de böyle görüntülenmişti.

Kurban Bayramı da yaklaşmışken, kendimizi bu soru cümlesine hazırlayalım. Formula 1 Dünyası is bu soruyu ''Nerede o eski heyecan?'' diye sormaya başlamıştı. Ama bu sene, o sorunun cevabı fazlasıyla verildi. Heyecan en üst düzeyde devam ediyor. Güney Kore GP'si öncesi çekilen fotoğraf ise bizleri 1986'ya götürüyor. Portekiz GP'si öncesi dört yarışçının kıyasıya çekiştiği sene çekilen fotoğrafla şimdiki arasında ufak tefek farklar olsa da, heyecanı yansıtması açısından güzel bir karşılaştırma olabilir.

Güney Kore'deki yarış öncesi beş şampiyon adayı böyle poz verdi. Button'ın içindeki
çocuğu çıkardığını da görebiliyoruz.

Kadir Ar l 0 Yorum



Batug.com yeni sezonla ilgili tüm takımları tek tek değerlendiren bir e-dergi hazırlamış. Gayet de güzel olmuş. İncelemek isteyen arkadaşlara tavsiye ederim...

Serhat Gürcan Gündüz l 0 Yorum



Geçtiğimiz pazar gecesi, tam 10 yıl aradan sonra ilk puanını aldı Galatasaray Kadıköy'de. Hak ederek, belkide galibiyeti kaçırarak üstelik. Hagi ve Tugay iyi bir ikili olacaklarının sinyallerini verdiler Galatasaray'ın başındaki ilk maçlarında.

Aslında kağıt üzerinde favori açık ara Fenerbahçe idi maçtan önce. Neresinden bakarsanız bakın, her mevkide bariz bir Fenerbahçe üstünlüğü vardı. Fakat Hagi dersine iyi çalışmış olacak ki, orta sahayı kalabalık tutup, sert bir oyun oynatarak durdurdu Fener'i. Ayhan, Mustafa ve Cana üçlüsü, atak yapmaktan çok savunmayı düşündü. Bu üçlüden biri topu kaptığında direk Elano ve Misimovic'e oynadı topu. Onlarda hiç bekletmeden Pino ile buluşturdu. Galatasaray adına maçın bütün özeti buydu. Ne kanatlardan gelip orta yapmayı düşündüler, nede 4-5 kişi birden ileri çıkarak organize bir atak yapmayı.

Fenerbahçe ise her zamanki taktiği ile oynadı. Kanatlardan denediler, göbekten denediler ama bir türlü savunmayı ve Aykut'u geçemediler. Şahsen Hakan Balta gibi formsuz bir oyuncunun karşısında maçın adamı olmasını beklediğim Gökhan Gönül'ün, çizgiden çıkardığı top dışında varlık bile gösterememesi beni oldukça şaşırttı. Tabi buna kötü oyununun yanı sıra Dia'nın etkisizliğini de eklemek gerekli. Tıpkı Caner ve Stoch'un birlikte oynadığı sol kanatın etkisiz kaldığı gibi...

Peki neden Fenerbahçe kanatları etkisiz kullandı? Bunun cevabı aslında çok basit. Sağ kanatta Sabri ve Elano, sol kanatta ise Hakan Balta ve Ayhan oynadı Galatasaray'da. Bu oyuncuların kanat akınlarına katıldığını hiç gördünüz mü maç içerisinde? Bu akınların yapılmaması Fenerbahçe'nin kanat oyuncularına boş alan bırakmadı. Mesela Dia Ayhan'ı geçtiğinde ilk olarak karşısında Hakan Balta'yı buldu. Bu sırada Cana, Hakan Balta'nın kademesine giriyordu. Buda Gökhan Gönül'e boş alan bırakmıyordu. Gerideki Ayhan ise Cana'nın bölgesine geçince Fenerbahçe'yi hep yan pas yapmaya zorladı Galatasaray. İşte bütün maçın anahtarı buydu.

Hagi'nin başarısı ne ruhu geri getirmekteydi, nede oyuncu seçimlerinde. Maçtan sonra yazıyı yazmaya başlamıştım ki aklıma Hagi'li Galatasaray'ın, Fenerbahçe'ye 5 gol attığı Türkiye kupası final maçı geldi. Bir arkadaşımdan maçın 90 dakikalık görüntülerini temin ettim ve oturup izledim. Pazar günü oynanan maç ile arasındaki tek fark ise isimlerdi. Tabi ki Misimovic'in yerinde oynayan Ribery, Elano'nun yerinde oynayan Necati'nin daha hızlı oyuncular olduğunu söylememe gerek yok. Fenerbahçe'de ise sol kanatta Tuncay, sağ kanatta Serhat oynuyordu. Sanırım Hagi ilk göreve geldiğinde "o maçı nasıl kazanmıştım?" diye kendine sormuş ve maçı tekrar izlemiştir. Kadrolara baktığında ise hemen hemen her şeyin aynı olduğunu görmüştür ve planını oyuncularına anlatmıştır...

Bütün bu planın işleyişini bozacak tek bir unsur vardı o gece. Hakemin sertliğe ne kadar taviz göstereceği. Bir oyuncunun kırmızı kart görmesi bütün planı suya düşürecekti. Hakemler hakkında yazmayı sevmiyorum. Çünkü burada ne yazarsam yazayım bir tarafın mutlaka tepkisini çekeceğim. Yinede pazar gecesi Neill'in kırmızı kart görmesi gerektiğini düşünüyorum Markus Merk gibi. Peki Neill kırmızı kartı görse neler olur, maç nasıl değişirdi?

Neill'ın yerine bir stoper almak zorunda kalacaktı Hagi. Bunun içinde öndeki oyuncularından bir tanesini çıkarmak zorunda kalacaktı. Elano, Misimovic veya Pino. Bu oyunculardan bir tanesinin çıkması Galatasaray'ın hücum yapma olasılığını oldukça düşürecekti. Bunun üzerine baskı kurmaya başlamış Fenerbahçe artık topu, tüfeği ile Galatasaray kalesine yüklenecekti. Tabi ki arkada boşluk bırakan Fenerbahçe kontra ataklara maruz kalacaktı. Yani bir gol görme olasılığımız olabilirdi. Hangi takım atardı bunu tabi ki bilemeyiz.

Galatasaray sakatları iyileştikten sonra çok daha güzel bir oyun sergileyeceğini tahmin ediyorum. Özellikle Elano'nun takıma monte edilmesi ve Hagi'nin savunma güvenliğini her şeyden önde tutması Galatasaray'ın istediği puanları almasına yardımcı olacaktır. Tabi ki Hagi bu taktiği sadece Fenerbahçe maçı için düşünmediyse. O da elindeki hücum gücü yüzünden savunmaya gerek yok diye düşünürse, Rijkaard'dan farklı sonuçlar almaz. Çünkü Sarp, Cana, Ayhan, Barış gibi oyuncular orta sahanın yükünü kaldıramaz. Elano'ya da her maç bu şekilde savunma yaptıramazsınız.

Fenerbahçe'de ise değişmesi gereken tek şey, Aykut Kocaman'ın derbi maçlarda bile taktiğini değiştirmemesi. Tabi ki belirli bir düzeniniz olması gerekiyor. Fakat bu tarz maçlarda diğer hocaları biraz şaşırtmak gerektiğine inanıyorum. Mesela Alex'le değilde Semih ile başlamak daha iyi olabilirdi bu maçta.

Cuma günü Bursa ile oynayacak Fenerbahçe. Ertuğrul Sağlam pazar günü Hagi'nin oynattığı taktik ile oynatıyor zaten takımını. Aralarındaki tek fark kanat oyuncularının çok daha hızlı ve tehlikeli olması. Tabi ki Fenerbahçe'nin bunun için önlemler alması gerekiyor. Gerçi Aykut hoca istemeden de olsa takımı değiştirmek zorunda kalacak Dia ve Niang'ın sakatlıkları yüzünden. Haftalardır 18'e bile giremeyen Christian ortada, Mehmet ise sağ kanatta oynayacaktır muhtemelen. Yani biraz daha defansif oynamak zorunda kalacaklar. Ne olursa olsun cuma günü bizi zevkli bir maç bekliyor...

Cengiz Bahadır Özdemir l 0 Yorum

WTA Championship 2010, dünkü maçlarla başladı. Son iki yılda olduğu gibi, bu yıl da Doha'da düzenlenen turnuvada Zvonareva, Wozniacki ve Stosur galip gelen isimler oldular. İlk maçı izleyemediğim için yorum yapamayacağım. Ancak Zvonareva-Jankovic maçını favori olan tarafın kazandığını söylemek yanlış olmaz. Büyük düşüş içinde olan Jankovic'in, büyük bir çıkış içinde olan Zvonareva karşısında etkisiz kalacağını düşünüyordum. 6-3'lük iki set sonunda Zvonareva maçı kazanmayı başardı.

Günün ikinci maçında Wozniacki ile Dementieva karşı karşıya geldiler. Wozniacki çok rahat oynadığı oyunu 6-1'lik iki setle kazandı. Servislerde iki raketin farkı ortaya çıkmıştı. Dementieva maçta 5 çift hata yaparken, Wozniacki hiç çift hata yapmadı. Dementieva'nın 34 basit hatası da dikkat çekici bir istatistik. Zaten bu basit hataları yüzünden maçtan çabuk koptu. Dementieva'nın hiç servis kırma şansı yakalayamaması da sonuca göre normal, ama Dementieva'ya göre anormal bir şeydi.
Günün son maçı ise, gecenin en zevkli mücadelesiydi. Mağlup olanın gruptan çıkmasının zor olacağı maçta, Stosur ile Schiavone karşı karşıya geldiler. Schaivone çok agresif başladığı maçta, özellikle file önünde kazandığı sayılarla ilk sette 4-0 öne geçti. Ancak ne olduysa bu oyundan sonra oldu. Stosur bir anda bambaşka bir kimliğe büründü ve geriden gelip seti 6-4 almayı başardı. İkinci set daha çekişmeli ve kimsenin kopmadığı bir şekilde geçse de Stosur rakibinin son servisini kırmayı başardı ve bu seti de 6-4 alarak büyük bir avantaj elde etti.

Doha'daki turnuvanın formatından bahsetmek gerekirse; iki gruba ayrılmış toplam sekiz tenisçi var. Beyaz grupta yer alan sporcular Zvonareva-Clisjters-Jankovic-Azarenka. Kestane grubunda yer alanlar ise Wozniacki-Dementieva-Stosur-Schiavone. Gruplarında ilk iki sırayı alan sporcular yarı finale yükselecekler. Hatırlatalım, Doha'da üç senedir düzenlenen turnuva, 2011-2013 yıllarında İstanbul'da yapılacak. Düşüncesi bile heyecan verici.
Doha'da turnuva öncesinde WTA'nın yeni logosu tanıtıldı. Daha yumuşak çizgilere sahip bu logonun tanıtımında sekiz tenisçi kamera karşısına geçtiler. Güzel görüntüler var. Dileyen buraya girip bakabilir.

Mustafa Akkaya l 26 Ekim 2010 0 Yorum

2003'te R. Sociedad formasıyla tam anlamıyla yücelen Nihat Kahveci'den sonra ilk kez sadece "aslen" de olsa bir Türk oyuncu Ballon d'Or'a aday oldu. Bizim buralarda boş boş konuşanlara icraatıyla en güzel cevabı vermeye devam ediyor Mesut Özil. 5 ay önce Werder Bremen'de forma giyerken önce Dünya Kupası yarı finali, sonra Real Madrid transferi derken şimdi de "Altın Top" adaylığı... Neresinden bakarsanız bakın az buz bir başarı yolu değil bu.

Bu arada 23 kişilik listede tek bir İngiliz'in dahi bulunmaması Ada için resmen felaket. Hatta milletini geçtik, Premier League'ten listeye dahil olan sadece 3 futbolcu var. Bu isimlerden Fabregas'ın tek ayağı Barcelona'dayken, Asamoah Gyan Sunderland'e yeni transfer oldu. Geriye de bir tek 32'lik Drogba kalıyor. Ayrıca hadi İngilizler'in olmaması enteresan da, Güney Amerika'da oynayan hiçbir futbolcunun yine aday listesinde yer almaması artık kimseyi şaşırtmıyor. Demek ki gözden ırak olan gönülden de ırak oluyor.

Tam aday listesine buradan bakabilirsiniz. Dünya Kupası'nın etkisiyle Xavi ve Iniesta'nın isimleri öne çıkıyor, ki fazlasıyla hak ediyorlar zaten. Bu gidişle ikisine birer ufak ödül verip işin içinden çıkacaklar! Ancak benim adayım Wesley Sneijder... Hani eskiden mahalle maçlarında takıma adam seçerken "siz çok güçlü oldunuz olm" dedirten elemanlar vardı ya, Sneijder için 2010 yılı böyle geçti işte. Hangi formayı giyse takımını bir adım öteye götüren bir performanstı onunki. İlk kez verilecek olan "En İyi Teknik Direktör" ödülünü de sanki Yeniköy Kasabı, pardon Vicente Del Bosque götürecek gibi.

* Bu arada söylemeden geçmeyelim. Fotoğraf 1965 yılına ait. Ballon d'Or ödülü Eusebio'nun ellerinde.

Cengiz Bahadır Özdemir l 0 Yorum

Büyük bir merakla beklenen Güney Kore GP'sini Ferrari pilotu Alonso kazandı. İkinci sırada McLaren pilotu Hamilton yer alırken, üçüncülük Massa'nın oldu. Red Bull Racing pilotları ise bitiş göremediler. Sağanak yağmur altında başlanan yarışın ilk 17 turu güvenlik aracı eşliğinde geçildi. Güvenlik aracı pistten çıkar çıkmaz agresif bir sürüş gösteren iki pilot gördük. Rosberg ve Schumi, inanılmaz istekli başladılar ve rakiplerini teker teker geçtiler. Rosberg'in önce Button'ı, ardından Hamilton'ı geçmesi heyecan vericiydi. Schumi ise önündeki Kubica'yı geçerek yarışa iyi başladı.
Mercedes pilotlarının bu çıkışı, Red Bull'un bir kanadına takıldı. Güvenlik aracı çıktıktan bir tur sonra Webber aracın kontrolünü kaybedip spin attı ve bariyerlere çarptı. Ancak yolun dar ve kaygan olmasından ötürü duramadı. Arkasından gelen Rosberg -her ne kadar uğraşsa da- Webber'e çarpmak zorunda kaldı ve yarışa erken veda etti. İlerleyen turlarda pek çok kez sarı bayraklarla ve güvenlik araçlarıyla karşılaştık. 31. turda Buemi'nin, Glock'a yandan girmesi sonrasında güvenlik aracını yine pistte görüyorduk.
40. turda Petrov'un, 46. turda Sutil'in kazalarından sonra sarı bayraklar yeniden ortaya çıkmıştı. Ancak yarışın en önemli anı, 45. turda Vettel'in yarış dışı kalmasıydı. Yarışa en önde başlayan ve bunu da uzunca süre koruyan Vettel, 44. turda ''Dönüşleri göremiyorum, görüş alanım çok zayıf'' mesajını telsizden iletmişti. Mesajdan iki dakika sonra aracından dumanlar yükselmeye başladı. Motor arızasından dolayı kenara çeken Vettel, böylece şampiyonada çok önemli puanları kaybetmiş oluyordu. Red Bull için ikinci şoktu.
Alonso'nun birinci olması, son iki yarış öncesi büyük bir avantaj oldu. Önündeki iki rakibin sıfır çekmesiyle birlikte şampiyonluk umudunu arttırdı. Hamilton da şansını devam ettiren pilotlardan. Button buradan puansız ayrılarak üstteki beşliden ilk elenen isim oldu. Şimdi gözler son iki yarışta olacak. Webber sakin gözüküyor. Rosberg'den özür dilemesi dışında öyle ses getirecek bir açıklama yapmadı. Vettel de şansının devam ettiğini söylüyor. Ancak Red Bull'un düşünmesi gereken daha büyük bir problem var. Yeni kurallara göre, yedi kere motor değiştiren Vettel, eğer sekizinci motorunu kullanırsa bir sonraki yarışa 10 sıra geriden başlamak durumunda kalacak. Bunun için ya eski motorlarından birini kullanacaklar ya da son iki yarıştan birini riske atmış olacaklar. Ayrıca Vettel'in, gerek duyulduğunda Webber'e yol verip vermeyeceği de bir başka merak konusu olacak. Bilindiği gibi Webber, Vettel'in 14 puan önünde ve Red Bull'un şampiyonluk için ilk adayı.

Ferrari tarafında açıklamalar çok daha dikkatli bir şekilde yapılmakta. Brezilya GP'sinde her şeyin belli olmayacağını, daha önlerinde iki yarışın olduğunu ve sadece avantaj elde ettiklerini söylüyorlar. Bu tip politik açıklamalar sürpriz değil elbette. Ancak bir şey kesin; Ferrari ve Alonso çok büyük avantaj elde ettiler. Bunu da sonuna kadar kullanacaklardır. Puan durumlarına bakarsak;

1- Alonso  231 puan
2- Webber  220 puan
3- Hamilton 210 puan
4- Vettel  206 puan
5- Button  189 puan

Güvenlik aracının 22 tur attığı yarışta kaza yapan araçların son durumlarını birkaç fotoğrafla gösterip yazıya son verelim.
Glock'un, Buemi'ye doyduğu an. İsviçre çikolatası kadar tatlı olmayan Buemi'nin 
Glock'a girişi epey acı olmuş.
Dünyanın en pahalı hurdası bu yarıştan sonra Rosberg'in aracı olabilir.
Petrov'a yapışan ''çaylak'' unvanının değişmesi için, daha fazla Rus şirketinin
sponsor olması gerekecek.
Bu defa kamikazeye uğrayan taraf Kobayashi oluyor. Ancak Sutil bu konuda
daha fazla tecrübe edinmeli.
Webber'in şampiyonluk umutlarını alıp götüren kamyon.

Tufan Tulpar l 0 Yorum


Memleketimizde türlü yöntemlerle çalınan sınav sorularının haberleri durmak bilmeden artarken; Oxford Üniversitesi'nden bizi zahmetinden kurtaran bir açıklama geldi. Öğrenci seçme sürecinin bir parçası olan ve üzerinde çok çeşitli gizemler oluşturulan mülakat soruları kamuya açıklandı.

Bence bu sorulardan ilgi çekici olanı; ilahiyat fakültesine girmek isteyen lise mezunu öğrencilere, ''Aşırı riskli spor faaliyetlerine ilgi duyan, bu faaliyetlerde kendinin (ve başkalarının) hayatını tehlikeye sokan kişi bir kahraman mıdır, yoksa ahmak mı?'' diye sorulması olmuştur kuşkusuz.

Sorunun "Aşırı risk" - "spor faliyeti" - "tehlikeye atılan hayat" - "kendi ve başkaları" - "kahraman ya da ahmak olmak" gibi alt başlıklarla değerlendirilmesinin yanında; bu sorunun İlahiyat fakültesine kabul mülakatında yer alması asıl üzerinde kafa yorulması gereken durum gibi geliyor.

Saf sportif eyleme odaklanan  bu soru belki de derin analizlerin ve maç sonunda anlamlı "üç'lülerin" yapıldığı bu zamana uygun düşmesede ufuk açıcı olacağı kesindir.

Oxford Üniversitesi yetkileri bu açıklamaya ek olarak, bu soruların düşünce üretmeyi kamçılayan sorular olduğu ve hiçbirinin doğru tek bir cevabı olmadığının altını çizmişlerdir.

Bu gibi açık uçlu soruların, "Türk Spor Kamuoyu"nda yapacağı tahrifat için ise bir açıklamada bulunmamışlardır.

*Lord benim ışığım (davut'un 27.mezmuru)

Cengiz Bahadır Özdemir l 25 Ekim 2010 0 Yorum

Katalunya Rallisi'nde zafer yine Sebastien Loeb'ün oldu. Şampiyonluğu iki yarış önceden garantileyen Fransız pilot, ilk günden son güne kadar kusursuz bir yarış ortaya koydu ve burada altıncı kez kazandı. Kariyerindeki 61. ralli zaferine ulaşan Loeb, hiçbir baskı altında olmadan eğlenceli bir yarış geçirdiğini ifade etti. Katalunya Rallisi'nin shakedown bölümünde Kimi Raikkonen yaptığı kaza sonrası yarış dışı kaldı. Fin pilot böylece ilk günden, yarışa başlamadan mücadeleye veda etmiş oldu. Fransa'dan sonra burada da bitiş görememesi kendisi adına üzücü. Yarışı ikinci sırada bitiren Petter Solberg ise sonuçtan memnun. Özellikle ikinci günde daha agresif bir yarış ortaya koyan Norveçli, sezonu ikinci sırada kapamak için elinden geleni yapıyor.
Citroen'in bir başka Fransız'ı Sebastien Ogier ise yaptığı kazadan sonra yarışı 10. sırada tamamladı ve 1 puan alabildi. İkinci günde bariyerlere çarpan Ogier, buna rağmen yarışı bitirebildi. Bir ara 17. sıraya kadar gerileyen Fransız pilot, yapabileceğinin en iyisini yaptığını ve kazadan dolayı üzgün olduğunu belirtti. Citroen pilotlarından Dani Sordo ise ikinci güne kadar sessiz ve geride götürdüğü yarışın asfalt bölümlerinde kendini gösterdi ve yarışı üçüncü sırada tamamladı.
Ford'ta ise yüzler yine gülmedi. Latvala'nın dördüncü, Hirvonen'in beşinci bitirdiği yarışta Citroen'in çok gerisinde kaldılar. Latvala ilk bölümlerde iyi bir yarış sergilese de asfaltta zorlandı. Hirvonen ise aracının mekanik problemleri ile uğraşmak zorunda kaldı. Şu adama sağlam bir araç veremeyen Ford yönetimine de ne demeli, bilemiyorum. Diğer Ford pilotlarından Matthew Wilson altıncı, Al Qassimi yedinci oldular. ABD'li çılgın pilot Ken Block ise dokuzuncu olarak ilk puanlarını burada aldı.

Son yarış Britanya Rallisi olacak. 11 Kasım tarihinde yapılacak yarış öncesi soru şu: Şampiyon belli, ikinci kim?