TAŞRA BASKISI

İSTANBUL VE TAŞRA BASKILARI AYNI ANDA ÇIKAN BLOG

Unknown l 14 Haziran 2013 0 Yorum



Metin&Kemal Kahraman kardeşlerin Adını Deniz Koydum şarkısındaki şiirde söyledikleri gibi aslında olanlar: “Düştük yola güzel şeyler bulmak umuduyla.”

Ne hükümeti düşürmek ne iktidara yürümekti fikrimiz ne de Amerikan emperyalizmini yıkmak. Her sesimizi yükselttiğimizde boğazımıza basanların karşısına çıkmaktı hedef.

Aradığımız o güzel şeyleri de Gezi Parkı’nda bulduğumuzdan da ayrılamadık oradan. İşten, okuldan, evden çıkıp gittik sırf bu yüzden. Duyan geldi, gören yerleşti. Gezi Parkı’nda kurulan ütopyanın güzelliği giden herkesi uyandırdı. Birlikte yaşamak gerçekten mümkün. Bu kadar rengin bu kadar çeşit fikrin bir arada olması o kadar etkileyiciydi ki insanlar tüm baskıya rağmen geri adım atmadılar.

Kimse diğerine gidiyoruz demedi, gidiyor muyuz diye sordu. Yanındakinin siyasi fikrini merak etmedi. Irkını, dinini değil sadece nerede olduğunu öğrenmek istedi. İyi misin en çok kullanılan cümle oldu direniş boyunca, arkadaşına dostuna değil, sağındakine solundakine tanımadıklarına sordu.

Ne ben beni buldum kendimde ne de kendim beni buldu bende; birbirimizi bulduk Gezi Parkı’nda. Her geçen gün bizi yalnızlaştırmaya çalışanlara rağmen yalnız olmadığımızı gördük. Şimdi her önceki günden daha da güçlüyüz.

Bundan sonra ne olacak?
Buradayız! Önce bunu iyi sindirmek gerek. Kayıplarımızı unutmadan kazanımlarımızın altını çizmeliyiz. Ve altını çizmeliyiz ki artık bizden korkuyorlar. Bilmeliyiz ki ülkeyi yöneten mecliste temsil edilmiyoruz. Direnişin her gününde bunu daha da iyi gördük. Bu noktadan sonra AKP’nin CHP’den, BDP’nin MHP’den farkı yok. Birine karşı diğerine oy vermek anlamsız çünkü hiçbirinin bizi anlama ihtimali yok.

Verilen mücadele boyunca her sıkıntıdan kurtulmamızı sağlayan, en kötü anda yüzümüzün gülmesini mümkün kılan zekânıza güveniyorum. Direniş boyunca en büyük korkum, bu açığa çıkan enerjinin boşa gitmesiydi. Bundan sonraki en büyük hedefim de gitmemesi yönünde olacak.

Şiirle başladık şarkı ile bitirelim. “Duyuyor musun sesi, işte bu halkın öfkesi. Olmayacak hiçbir zaman bir başkasının kölesi. Sanki kalp atışları karışıyor davullara yürüyoruz gururla yeni bir yarına sen de gel katıl bize…”


Direnişin ilk gününden bu yana elinizdeki flamaları parti bayraklarını bırakın dememizin nedeni apolitik olma kaygısı değildi aslında. Biz barikatın arkasındayız, bundan sonrası size kalmış. Siyasi söylemlerinizi bir kenara bırakıp bize katılın, bizi içinize çekmeyi denemeyin. Barikatın arkasında size de yer var. Bundan öncesini değil bundan sonrasını birlikte kurmak isteyen herkese yer var…

Kemal Mardin l 5 Haziran 2013 0 Yorum


Bu listeyi dün hazırlayacaktım ama iyimser bir umut haline kapıldığımdan vazgeçmiştim. Dün gece gördük ki polis henüz huzura katkı sağlamaya niyetli değil ve özellikle Anadolu'da sert müdahalelere devam ediyor. Polis terörüyle nerede ve nasıl karşılaşabileceğimiz hala belirsiz. Bu yüzden de dikkatli olmaya ve tedbiri elden bırakmamaya ihtiyaç var. Aşağıdaki liste, bugüne kadar yaşadıklarımdan çıkardığım notlardan oluşuyor. Eksik veya atladığım noktalar olabilir. Hatırlatırsanız onları da eklerim. Özellikle barikatlara ilk kez yaklaşacak olanların okumasını tavsiye ederim.

----

Dışarıya, akşam eve dönemeyecek gibi çıkın. Ertesi gün de sizi idare edecek kadar kıyafet sırt çantanızda bulunsun.

Kıyafet dışında, çantanızda mutlaka şunları bulundurun: Maske, gözlük, solüsyon (Rennie, Talcid veya Gaviscon artı su), bol peçete, ıslak mendil, şarj cihazı, eldiven, atkı veya şal, baret, makul miktarda yiyecek ve su.

Gaz maskesinde ucuza kaçmayın. Paranızın yettiği kadarıyla en iyisini alın.

Sade, kollarınızı ve bacaklarınızı kapatan kıyafetler giyin.

Direniş noktalarına varana kadar kendinizi belli etmeyin.

Yanınızda bozuk para bulundurun.

Arkadaş grubunuzla birlikte hareket edin, yalnız dolaşmayın.

Direniş noktalarına yakın oturan arkadaşlarınızla irtibatta olun. Gece onlara sığınabileceğinizi önceden haber verin.

Evden dolu şarjla çıkın. Cep açık ve kim aramış servislerinizi aktive edin.

Gideceğiniz noktaya en uygun varış güzergahını belirlemek için en son tweet’leri kontrol edin. Ezbere iş yapmayın.

Güvenmediğiniz kişilerin tweet’lerine asla inanmayın, yaymayın.

Direniş noktalarına vardığınızda hemen alanı kontrol edin. Barikatları ve kaçış yollarını inceleyin. Polisin saldırabileceği noktaları hesaplayın. Kapısı açık apartmanları tespit edin.

Barikat kurarken ucuz kahramanlık kovalamayın, kendinizi sakatlamayın. Ağır yükleri kaldıracağınız zaman çevrenizden yardım isteyin.

Barikatlara ikili gruplar halinde yaklaşın. Arkadaşınızla yan yana değil, önlü arkalı durun. Arkada duran kişiyseniz gözünüzü arkadaşınızdan ayırmayın, gaz atıldığında hemen yanına gidin ve geriye beraber gidin.

Gaz atıldığında panik yapmayın. Asla koşmayın, insanları itmeyin. Yapabiliyorsanız bombayı barikatın arkasına geri atın. Aksi halde gaza arkanızı dönün ve yürüyerek uzaklaşın. Makul bir uzaklığa ulaştığınızda yüzünüzü dönün ve size yaklaşan insanlara solüsyonla müdahale edin.

Kendinizi iyi hissedene kadar bekleyin ve barikata geri dönün.

Gaz atılmasa da belirli aralıklarla yüzünüze solüsyon uygulayın.

Polis ne kadar sert müdahalede bulunursa bulunsun, karşılık vermeyin, taş atmayın. Saldırgan değil, direnişçi olduğumuzu unutmayın.

Polis barikatı yıktığında asla ama asla ara sokaklara kaçmayın. Kalabalıktan hiçbir şartta ayrılmayın.

Ara sıra kapısı açık apartmanları kontrol edin. Katlarda bekleyen ve gazdan etkilenmiş insanlara yardım edin.

Arkada bekleyenlere kızmayın, herkesin acı eşiğinin aynı olmadığını unutmayın. Bari maskeni ver gibi isteklerde bulunmayın, insanları tedbirsiz bırakmayın.

Olası bir gözaltında durumunda direnmeyin, boşuna dayak yemeyin. Karakolda hemen avukat talebinde bulunun. Avukat gelmeden ifade vermeyin.

Alkol almayın. Ayık ve enerjik olun.

Enerjiniz bittiğinde kendinizi zorlamayın. Evinize gidip dinlenin, ertesi gün yine enerjik gelin.

Kemal Mardin l 4 Haziran 2013 0 Yorum


Ben bir marjinalim. Ben bir çapulcuyum. Alkoliğim, yer yer serseriyim. Bazen provokatör, bazen de teröristim. Yaşadığım ülkenin başbakanının gözünde, ben böyle biriyim. Günlerdir hükümeti devirmek için uğraşıyor, bu uğurda iç ve dış güçlerden yardım alıyorum. Demokrasiyi işlemez hale getirme amacıyla, halkı galeyana sürüklemeye çalışıyorum. Yine başbakana göre, amaçlarım da bunlar.

Peki, aslında ben kimim? Gerçekte amaçlarım neler? Bu amaçlarımın oluşmasındaki sebepler neler? Nelerden üzüntü duyuyorum, neler hayal ediyorum? Bilmiyorsunuz değil mi? O zaman buradan başlayalım. Çünkü en büyük derdim bu. Bilmenizi istiyorum. Ben nasıl biriyim, nasıl bir dünyada yaşıyorum, nasıl bir dünyada yaşamak istiyorum; bunların hepsini bilmenizi istiyorum. Komik gelebilir, katılmayabilir veya anlamayabilirsiniz. Hatta öfkelenebilir, kızabilirsiniz bana ve düşüncelerime. Hepsi kabul ama ben sizden tek bir şey istiyorum. Beni dinleyin, bir kez olsun kulak verin. Anlamaya bile çalışmayın, sadece dinleyin.

Açık konuşayım; ağacı, doğayı, yeşili önemserim ama uğruna da meydanlara çıkmam. Bu dünyanın artık kurtarılma eşiğini aştığını, ne yaparsak yapalım, çok geçmeden yok olacağını düşünürüm. Ancak benim gibi düşünmeyen, hala umut olduğuna inanan ve bunun için mücadele eden insanlar var. Bir kısmıyla bir haftadır tanışıyorsunuz, tanışıyoruz. Hepsi çok güzel insanlarmış. Kesinlikle şafak operasyonlarıyla saldırılacak, çadırları yakılacak, oksijen için savaşırken ciğerleri gazla doldurulacak insanlar değiller. Ama görüyorum ki siz pek sevmediniz bu insanları. Onlar size kitap okudu, siz bildiğinizi. Onlar size börek ikram etti, siz gazınızı. Onlar TOMA’nın karşısına geçip gitar çaldılar, siz su sıkıp akorlarını bozdunuz. Onlar gelin konuşalım dediler, siz mümkün değil dediniz.

Bir süre uzaktan izledim. Onları da sizi de dinledim ve karar verdim ki bu insanların size sesini duyurması şarttı. Varsın, yine sizin dediğiniz olsundu ama tepkilerini bu kadar güzel dile getiren insanlar sizinle masaya oturup en azından dertlerini anlatmayı hak ediyordu.

İşte, bu yüzden geçtiğimiz cuma akşamından beri karşınızdayım. Bana meydanlarda veya bir barikatın arkasında rastlamış olabilirsiniz. Sizin nerede, nasıl arsızlaştığınıza göre ben de orada, ona göre elimden geleni yapmaya başladım. Taksim’e sokmayız dediniz, ne hakla deyip maskemi taktım geldim. Beşiktaş’a gireceğiz dediniz, ne münasebet deyip gözlüğümü, ilacımı kaptım, barikatın arkasına geçtim. Kibir motorlu ve içten yanmalı zihinleriniz hep daha da sertleşmenize neden oldu. Zaman zaman beni öldürmeye çalıştınız. Ciddiyetinizi, üzerime attığınız portakal gazı ile anlatmaya çalıştınız ama haklı olduğunuza ikna olmadan vazgeçemezdim, üzgünüm. Birkaç insan hayatı, çokça yara bere, atmosfere kat yapacak kadar gaz ve viraneye dönüşen sayısız sokak sonunda anladınız ki, bunu da yapmanızın imkanı yok. Çünkü anladınız ki, haksızsınız! Tebrik ederim, başardınız.

Dünkü (pazartesi) tavrınız için teşekkür ederim. Türkiye’nin en önemli meydanını bize teslim etmeyi kabul ettiniz. Egonuzda yara açtı bu, biliyorum ama boşverin be; bizdeki yaralara sayalım, ödeşmiş olalım. Fiziksel yaralarımıza maneviyatınızı pansuman yapmayı hak ettik bence. Az buz üzmediniz bizi.

Başında da dediğim gibi, bizler iyi insanlarız. Onca şeye rağmen, dünkü tavrınızı ödüllendirmek istedik. Başbakanlık Ofisi’ne ilişmeyin yeter dediniz, kabul dedik. Demeyenler oldu, ikna ettik. Sizin de dediğiniz gibi aramızda provokatörler var. Sizden artan kala zamanımızda onlarla da mücadele ediyoruz ama bazen başaramıyoruz. Dün de iş başındaydılar ve pasif duruşumuzu yer yer sabote ettiler. Ne yapalım, onlar için de yine biz özür dileriz.

Sanıyorum ki bundan sonra ne olacağını merak ediyorsunuz. Çünkü iddialarınızın aksine, partiler, kişiler, kurumlar üstü, tecrübenizin olmadığı bir halk hareketi ile karşı karşıyasınız. Şimdi, bir de en önemli gücünüz olan medya elinizden kayıp gidiyor. Yurt dışından gördüğünüz ve borsaya da yansıyan tepkiden zaten allak bullak olmuş durumdasınız. O yüzden size daha fazla acı çektirmeyeyim. Olacakları anlatayım da, zorlanmayın.

Öncelikle şuna emin olabilirsiniz; biz asla ama asla polise saldırmayacağız. Domates, biber, patlıcan; ne gazı atarsanız atın yerimizde dimdik duracak, karşılık vermeyeceğiz. Bizler saldırgan değil, direnişçiyiz. Haksızlığınıza, zulmünüze, anlayışsızlığınıza karşı direnişteyiz. Hayat tarzımıza yaptığınız müdahaleleri engellemeye çalışırken hayata müdahale etmeyeceğiz. Bizi dinleyene, anlamaya çalışana kadar sadece ama sadece direneceğiz. Mevcut tavrınızı koruduğunuz, yalanlar söylemeye, halkı kandırmaya devam ettiğiniz sürece, meydanlarımıza sizi sokmayacağız. Hükümetinizi devirmek gibi bir amacımız yok. Bizler devrimci değiliz. Yönetim tarzınızdan elbet memnun değiliz, istifa ederseniz ziyadesiyle memnun oluruz ama bunun için zor kullanacak halimiz yok. Bu direnişin ne kadar süreceğine siz karar vereceksiniz. Tekrar hatırlatayım, bir tek talebimiz var: Bizi dinleyin! Bunu yapmaya hazır olduğunuzda haber verin, sizi Taksim’e davet edeceğiz; oturacağız; konuşacağız. Biz değil, siz bizi ikna etmeye çalışacaksınız. Yapabilirseniz, seve seve tekrardan meydanlarımızı sizinle paylaşacağız. Merak etmeyin, biz yüzsüz değiliz; tepenize çıkmaya çalışmayacağız. Güvenin bize; hayatınızda ilk kez. Göreceksiniz, her şey çok güzel olacak.

Kemal Mardin l 15 Mayıs 2013 0 Yorum


Tribün terörü! Güzel laf; aynı trafik ve enflasyon canavarları gibi... Cümle içinde kullananı, konuya dair farkındalık sahibi gösteren; istenmeyen olayların peşi sıra, televizyon KJ'lerinden, köşe yazılarından, bilenin bilmeyenin ağzından eksilmeyen jenerik bir tanımlama.

Huyumuzdur; önlemi değil, reaksiyonu severiz. Doğal olarak da tribünü doldurur, terörünü konuşuruz. İlerisi için bir takım önlemler, statlardan uzaklaştırılması gereken kişiler, Avrupa'dan birkaç elit örnek ve daha bir sürü lakırdı. Olaylar, mekanlar, koşullar değişir; dahiyane öneriler ve bunları sunan dahiler asla. Geçtiğimiz hafta sonu içinde 19 yaşında bir genç öldürüldü, bir şehir savaş alanına döndü, içimizdeki ırkçılık yeniden gün yüzüne çıktı... Son bir aya bakıp terör örneklerimizi geometrik olarak artırabilir, çeşitlendirebiliriz. Yersiz bir uğraş olur. Zira herhangi bir olayı, yapanı stada almayarak çözmeyi akıl etmişiz nasıl olsa. Keseriz cezasını olur biter. En olmadı, afili sıra numarasına sahip birkaç yasa daha çıkarır, birkaç seneye temizleriz bu pislikleri statlardan.

Temizleyemezsin kardeşim, temizleyemezsin bilader, temizleyemezsin ammo, temizleyemezsin hafız... En azından bu hitap farklılıkları bile sana bir şey ifade etmiyorsa, sen bir boku temizleyemezsin. Her statta birkaç, toplamda yüzlerce, birbirlerine hitap şekilleri bile farklı tribün grubunu, bunlara mensup yüz binlerce insanı tek tip gördüğün sürece temizlik dediğin, halının altına toz süpürmekten halsizce olur.

Herhangi bir Fenerbahçe-Galatasaray maçında 50.000 küsür kişinin stada gittiğinin farkındayız değil mi? Dünya üzerinde 20 ülke, bundan daha az nüfusa sahip. Yani ülke boyutunda bir kalabalıktan söz ediyoruz ve detaylandırdığımızda da bu kalabalıkların bir ülkeye benzerliğinin sadece sayıda kalmadığını görürüz. Tribünlerin de amigo olarak anılan yöneticileri, gerek maç içi gerek maç dışı yükünü çeken işçileri, elini eteğini çekmiş güngörmüş burjuvası, etliye sütlüye karışmak istemeyen orta sınıfı, vazgeçmiş küskünleri, münferitleri, dünyaya yeni gelmiş bebek misali ilk kez maça gelenleri vardır. Vardır da vardır... "Tribünde zengini de fakiri de omuz omuzadır" klişesinden sıyrılıp bu detaylı katmanları incelemek, bilmek, kapalı kapılar ardından tribün mühendisliği yapmaya girişirken birincil şarttır. Ancak sizi temin ederim ki yapacağınız hiçbir mühendislik, cinayetle sonuçlanacak bir tribün olayını önleyemez. Çünkü böylesi olayların sebebi, saydığım tüm katmanları birleştiren ama kaynağı statların çok çok dışında akan bir bela.

On yıl kadar önce Türkiye'nin bir tribününde bir kişi bıçaklanarak öldürüldü. Ertesi gün manşetleri süsleyen iki kelime malumunuz. Gerçekte ise olay bir tribün terörü değil, "kız meselesi"ydi. Olayın tribünde gerçekleşmiş olması ise sadece bir rastlantıdan ibaretti. Hepimizin malumu olan son hadise, Burak Yıldırım'ın ölümü ise stattan kilometrelerce uzakta gerçekleşen, kaynağı tribüne dayanan ama yine de tribünlerden, takımlardan, katilin de kurbanın da üzerlerindeki formalara rağmen, taraftarlıktan bağımsız bir ölüm. Yüzeysel baktığınızda tam tersi, biliyorum. Ancak tam da bu yüzeysellik yüzünden, muhtemelen çok geçmeden bir Burak Yıldırım daha ayrılacak aramızdan. Sonra bir tane daha...

Bu ülkede her gün yaşanan vahşetin, caniliğin, ölümlerin haddi hesabı yok. Milletçe sadizmin doruklarında dolaşıyoruz. Ne var ki bu ruh hastası halimize uygun olarak, ölümleri bile reytingine göre gündemimize alıyoruz. Son bir yıl içinde bu topraklarda yaşanan ölümlü ölümsüz tüm tecavüz vak'alarının bir tribün cinayeti kadar ses getirmediğinin farkında mısınız? Bazı ölümlere öğrenilmiş bir içselleştirme ile yaklaştığımızın? Bazı ölümler diye bir şey olduğunun? Ölümlerin şeklen kategorize edilirken sebeplerinin aslında aynı olduğunun?

Akla hayale gelmeyecek, türlü şekilde cinayet bu ülkenin artık genlerine işlemiş bir eylem. Çekip vuruyor, çekip saplıyoruz. Bazen bir sokak arasında, bazen bir meydanda, bazen tribünlerde, bazen bir evin içinde. Çünkü nefret ediyoruz. Takımından, cinsiyetinden, dininden, dilinden, görüşünden ya da sadece varoluşundan nefret ediyoruz.

Burak Yıldırım öldü; çünkü katiliyle farklı takımları tutuyorlardı. Olayı bu şekilde tanımlarsak çözümü nerede arayacağımız belli. Gider, tribünlerde cadı avına çıkarız. Olağan şüphelilere önlem alır, kendimizce görevimizi yaptık deriz. Peki, hepimiz birer olağan şüpheli değil miyiz aslında? Hepimiz bir şeylerden nefret etmiyor muyuz? Bize, sevmiyorsak nefret etmemiz; ifade ve anlaşma özürlerinden kaçışın biricik dostu nefreti iliklerimize işlememiz öğretilmedi mi?

Burak Yıldırım öldü; çünkü katili, onun tuttuğu takımdan nefret ediyordu; ve muhtemelen diğer birçok şeyden. O gün, o saatte ve aynı yerde, yüzlerce farklı kişiyi, yüzlerce farklı sebepten öldürebilirdi ve bizim belki de haberimiz dahi olmazdı.

Gelin bir daha düşünelim... Bir sonraki tribün cinayetini önlemek için çözümü gerçekten tribünlerde mi aramalıyız?


Kemal Mardin l 21 Ağustos 2012 0 Yorum


EuroBasket için en son eleme oynadığımızda sene 2008'di. Bugünküne kıyasla birbirini çok daha iyi tanıyan, kariyerinin zirvesinde oyunculara sahip, rollerin açıkça belli olduğu bir takımla sahadaydık. Nitekim, grupta 6'da 6 yaparak zorlanmadan Polonya vizesini almıştık.

Slovenya'daki şampiyonaya katılmak için mücadele verdiğimiz şu günlerde ise kadro yapımız alabildiğine değişmiş durumda. Tam anlamıyla bir yeniden yapılanma sürecindeyiz. Bundan sebep, elemelerde oluşan skorlardan ziyade, sürecin nasıl işlediğini konuşmak, ilerisi için esas yapılması gereken durumunda.

Sağlıklı bir değerlendirme için öncelikle takvimin üstünde bazı günleri işaretlemek gerekiyor: 18 Ağustos, 11 Eylül ve 18 Eylül. İlk ikisi elemelerdeki maçlarımızın başladığı ve biteceği tarihler. Üçüncüsü ise TBF Genel Kurulu'nun yani başkanlık seçiminin yapılacağı gün. Elemeler bittikten yalnızca bir hafta sonrası.

Bu seçimin öncekilerden önemli bir farkı olduğunun da bu noktada altını çizmek gerek. Normal şartlarda aday olamaması gereken Turgay Demirel yönetimi, bu seçime tüzük değişikliği yaparak katılacak. Tahmin edersiniz ki, bu da muhalif cepheden epey bir homurtu yükselmesine neden olacak. Bu sebepten, A Milli Takımın elemelerde bir sorun yaşamaması, muhalefetin eline ekstra koz verilmemesi açısından hayati öneme sahip.

Kafa uyuşmazlığı sebebiyle Orhun Ene ile yolların ayrılmasının ardından, yeniden yapılanma sürecine oyuncuları iyi tanıyan Tanjevic'e sığınarak başlamak, bu çerçeveden bakınca TBF için en akılcı yol olarak gözüküyor. Peki ya Türk basketbolu için?

Elemelerdeki ilk iki maçta gördük ki, bu takımın geleceği düşünmeden, sadece maç kazanmayı hedefleyen altyapı takımlarından maalesef bir farkı yok. Geçici bir süreliğine göreve gelen Tanjevic, haklı olarak kendisine verilen görevi yerine getirmeye çalışıyor ama bu durumun bize EuroBasket 2013'te önemli sıkıntılar yaşatması işten bile değil.

Düzenlerini acilen oturtup rolleri dağıtmaya bizim kadar ihtiyacı olan bir takımın henüz oyun kurucusunun belli olmaması veya Furkan gibi şampiyonada çok ihtiyaç duyacağı bir uzununun form düzeyi şu an için yeterli olmadığı için kenarda çürümesi gibi garabetler bir yana; elemeler sonrasında dümene geçecek yeni koçla sıfırdan başlayacak olmamız esas düşündürücü nokta.

Seçim yapılıp yeni dönemdeki başkan belirlendikten sonra, şampiyona sürecini planlamak içinde önünde bir yıldan az zamanı kalmış, kadrosunu yeniden oluşturan ama henüz kimin çalıştıracağı belli olmayan bir milli takım olacak karşımızda. Böylesi bir takımın çöpe atacak sekiz resmi maçının olmadığını, elemeler deyip geçilen karşılaşmaların seçim yatırımı olarak kullanılamayacak kadar değerli olduğunu esas o zaman anlayacağız. Maalesef şu an için tek yapabileceğimiz ise umarız çok geç kalmış olmayız demek.

Tufan Tulpar l 13 Aralık 2011 0 Yorum




12 Ağustos 1989
Samuel Sochukwuma Okwaraji Nijerya. 
Futbolcu. Avukat.
Önce hukuk adamı refleksiyle Roma’ya okumaya. Ve tabi ki futbol oynamaya.
Ardından…“Bal ve kan”ın karma karışık zamanı öncesine Dinamo Zagreb’e…
Peşi sıra Avusturya Klagenfurt. Avrupadaki Irkçı bakışın temsili Jörg Haider doğduğu şehre. Bilinmez tabi takımda "tutunamama"sının nedeni Okwaraji’nin sahadaki kötü performansı mı; yoksa insanlığın saha dışındaki kötü performansı mı!  
Diğer sezon Almanya Stuttgart ve kiralık olarak Ulm. Buradaki iyi performans ve milli forma.
12 Ağustos 1989
 Dünya Kupası eleme maçı Nijerya - Angola. 10 numaralı bir forma kalkmamak üzere yerde kalıyor sebep ise; yüksek tansiyon olarak “adli” kayıtlara geçiyordu. Otopsi raporun altında bekli de Roma’dan sınıf arkadaşlarının imzası bulunuyordu.



Festus (Fastos) Okey
20 Ağustos 2007
Beyoğlu Asayiş Şube Müdürlüğü'nün 5. Katı

Futbolcu olmak için kaçak yollarla Türkiye’ye geldi.
Gözaltına alınmadan önce, mültecilerin aralarından düzenlediği 'Afrika Kupası'nda oynadı. Gambiya ile Senegal'ın karşılaştığı maçta, futbolcusu eksik olduğu için iki yıldır Gambiya forması giyiyordu.
Ailede herkesin soyadı Ogu, bir tek Festus’un ki, babasının adı olan “Okey”. Bilemezlerdi kilometrelerce uzaktaki bir ülkede adaletin tecellisinde sorun yaratacağını. Çünkü sadece Nijerya’da bir gelenekmiş bu. Çok çocuklu ailelerde genelde en sevilen çocuğa  babasının soyadı verilirmiş. Ailedeki en sevilen çocukmuş. Futbolcu olmak istiyordu. Annesi Lowe Ogu ise futbolcu olmasını istemiyordu. Çünkü yakın arkadaşın oğlu futbolcuydu. Adı: Samuel Sochukwuma Okwaraji

Not: Yazar Festus (Fastos) Okey ‘in akıbetini eli ve dili varmadığından yazamamıştır.
     *Oğuz Atay (12 Ekim 1934-13 Aralık 1977) 


Ali Murat Hamarat  - Hukukçu Futbolcu (12.08.2011)
http://www.goal.com/tr/news/2556/editoryal/2011/08/12/2616221/eski-defterler-hukuk%C3%A7u-futbolcu
Pınar Öğünç- Nijerya'dan görünen Festus...(20.11.2011)
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=Detay&VersionID=7134&Date=11.06.2008&ArticleID=1070075

Anıl Can Yıldırım l 14 Kasım 2011 1 Yorum


Guti'yle Beşiktaş'ın bağlarının koptuğunu varsayarsak, bu konuyla ilgili biraz duygusal biraz da özeleştirel bir iç dökme seansına girmek şart oldu benim için. Çok uzun yazmayı sevmem, çok uzun yazı okuyamam da zaten. Bu yüzden uzatmadan bir kaç kelam etmek istiyorum bu problemli, disiplinsiz, "profesyonel" kelimesine o son günlerde çok yapılan şakada olduğu gibi Reina'dan kadeh kaldıran adam hakkında.

10 yaşında girmiş Dünya Futbol Tarihi'nin gelmiş geçmiş en büyük kulübünden içeri. Çıktığında aradan geçen yıl sayısı, bu yazıyla bir yerlerde karşılaşabilecek insaların yarısının yaşından büyüktür muhtemelen. 24 yıl, Real Madrid'de. Tam anlatamadıysam bir kere de popüler spor medyasının deyimlerini aşındırarak deneyeyim, "Baktığınız zaman, Real Madrid'de 24 yıl". Madrid'de Reina olmamasının bunda etkisi büyüktür muhtemelen. 500'den fazla maç (Küsüratlı sayı versem kendimden tiksineceğim, böylesi daha iyi). 200 kadarında alkollü olabilir, kesin konuşamıyorum. Hele Beşiktaş'a gelmeden önceki sezon Deportivo maçında o topuk pasını verirken ayık olduğunu hiç sanmıyorum. Real Madrid'de ikinci kaptanlık, Raul'un arkasında, Casillas'la beraber. E tabii sorunlu futbolcuyu memnun etmek zor, ver kaptanlığı sussun. Avrupalı biliyor işi. Neyse. Amacım, Guti'yi biz oynatamadık, en verimli çağında harcadık, halbuki o tek başına alıp götürürdü bu takımı mesajları vermek değil. Ortada bir hayalkırıklığı var ve hayalkırıklıkları beklentileri karşılamayan performanslarla ortaya çıkar. 37 maç 11 gol 14 asist. Az önce televizyondaki o meşhur "mini etek"ten habersiz spiker arkadaş verdi küsüratları. Ben ilgilenmem istatistikle. Ben zihniyetle ilgilenirim. Cristiano Ronaldo'yu alışveriş merkezi açsın, Guti'yi futbol takımını uçursun diye getiren adamın zihniyetiyle... Taraftarı yeterdi, yetmezdi diye maymuna çevirmiş, takımı kendine borçlandırarak deyim yerindeyse bir Kaddafi diktası kurmuş, sıkılana (ya da kırana) kadar oyun hamuru gibi şekilden şekile sokup ne duruş ne de oturuş bıraktığı oyuncağını piç edenlerin zihniyetiyle...

*Büyük Çocuklar için Oyuncaklar

Efe Yılmaz l 0 Yorum


Bundan iki sene önce bu kursa gittim ve hayatım bir şeye benzemeye başladı. 25 yaşındaydım, üniversitede boşa zaman harcıyor, sınav dönemlerinde bile yüzümü kimseler görmüyordu. Ve hatta sanırım birlikte bölüme başladığım insanların yüzde 90'ı mezun olduğu için hiç arkadaşım yoktu okulda. Bu kursun bir önceki seneki ilanını kurs başladıktan sonra görmüştüm ve gidenleri kıskanmıştım. Sonra bir pazar sabahı gazetede ilanını gördüm. Yamulmuyorsam aynı dönemde üniversitede finaller falan vardı. Birikmiş param ile kendime yeni bir dizüstü bilgisayar almayı düşünürken, acaba bu kursa mı başlasam sorusu belirdi kafamda.

Kurs ile ilgili kurumsal ve ciddi bilgi almak isteyenlerin bundan aşağısını okumasına gerek yoktur. Ama abi "Geç bu ayakları" diyorsanız buyrun devam edelim.

Çoğunluğu erkek (60 tane falan) üç kız (ki iki senedir bahsi geçen dördüncü bir kız var benim hiç görmediğim) 60-65 kişilik bir sınıf. Üniversitede okuyanı, çalışanı, üniversiteyi yıllar önce bitirmiş olanı ya da henüz liseye gideni. Başka başka kafalar aradan iki üç hafta geçtikten sonra yüz yıllık arkadaş gibi olduk. Kurs biteli iki sene oluyor, hala İstanbul'da olanlarla bir şekilde görüşülüyor. İnternetten sıklıkla goygoy yapılıyor. Zaman zaman beyin fırtınaları sonucu çılgın projeler üretiliyor sonra herkes birbirinden üşengeç olduğundan bir bebek daha ölü doğuyor. Ama son iki senedir bu ekiple ne yapılıyorsa "Yüzde yüz gülme garantili". Liseden sonra insanlarla sosyalleşmekte ve düzgün arkadaşlıklar kurmakta zorlanan ben (Erdem okuyorsan sen hariç) hayatımın en keyifli günleri olan lise günlerinin hızlandırılmış bir modelini yaşadım. Buradan huzurlarınızda iki senedir iyi günde kötü günde hayatımda olan adamlara da teşekkür etmeyi bir borç bilirim (yazar bu satırları yazarken ağlamıyor siz de okurken ağlamayın)


Olayın bir de akademik boyutu var. Derslere gelen hocaların büyük çoğunluğu büyük şans, bir daha kendileri ile görüşmek konuşmak mümkün olmayabilir. Atilla Gökçe'den, Mert Aydın'dan ya da Yiğiter Uluğ'dan hem tecrübelerini dinlemek hem de spor tarihinden okumakla yıllar sürecek şeyleri dinlemek bir güzellik.

Ümit Kıvanç'ın sorularına cevap vermeye çalışmak (ki beyler Ümit Hoca'ya ilk dakika kesin kıl olacaksınız ama sonradan anlayacaksınız ne yapmaya çalıştığını) Tanıl Bora'nın ve İbrahim Altınsay'ın şiir tadında cümlelerini dinlemek bunlar her zaman olacak şeyler değil. Barış Kuyucu ile sabah sabah şam fıstığı yemek ve Emek Ege'nin ne güzel insan olduğunu öğrenmek de cabası. Bağış Erten ve kursun her şeyi Mustafa Taha'ya ise edecek teşekkür söyleyecek laf yok.

Eğer "Allahım ben süper başarılı olup, en güzel yerlere geleceğim" hırsına kapılmaz, sınıftakileri rakip değil arkadaş olarak görürseniz, sonuç ne olursa olsun tadından yenmez haftasonları sizi bekler. Öteki türlü de belki başarılı olursunuz ama gecenin ikisinde arayacağınız en az 10 telefon eksik olur rehberinizden.

Normal seviyede okuduğunu anlayan biriyseniz, kurs sonunda iyi kötü haber metni yazmayı öğrenirsiniz. Gerisi tamamıyla kader kısmet. Ama gerisiyle ilgili söyleyebileceğim tek şey kurumların isimlerine kanıp tercihler yapmayın. Ufak ve emin adımlarla ilerlemeyi tercih edin.

Not: Bir de eğer benim kadar şanslıysanız (ki bu konuda mümkün değil) iki sene önce gittiğiniz bir kurstan sertifikadan fazlasını alırsınız. O zamanlar "asistanım" olan hatun kişi şimdi gönlümün sultanı olaylar olaylar.

Kemal Mardin l 0 Yorum


Malum maçın bitiş düdüğünden beri herkesin elinde kalem kağıt, milletçe hesaba kitaba daldık. Transfer maliyeti hesabını bu kadar severken, tazminat hesabından uzak durmamız düşünülemezdi elbet. Telaffuz edilen meblağlar çeşitli; avucunu yalar diyen bile var, büyük çaplı bir serveti cukkalayacak diyen de. İşin nihayetiyle ilgili ise fikir ayrılığı yok gibi. Guus Hiddink’i topun ağzına koyduk, parayı denkleştirdiğimiz anda ateşliyoruz fitili.

Hiddink de bu işe gönülsüz durmuyor. Biliyor ki topun onu fırlatacağı yerde güzel günler görecek. Aynı iki Türkiye seferi arasında olduğu gibi. Bir yerlerde yine bir ulusun sevgilisi olacak ve onlara en mutlu günlerini yaşatacak; kendisine inanan bir ulusa. Biz böyleyiz baba, sen bilgini tecrübeni, bizim karakterimizle yoğuracaksın; öyle sıfırdan sistem kurmalar falan bize gelmez demeyecek bir ulusa.

Hiddink duygusalsınız dedi, az söyledi. Garibiz biz. Başka bir gariplik bizimki, adı konamıyor, tarif edilemiyor. Hollandalı geldiğinde, hiç kimsenin tartışamayacağı bir isim getirdik dendi. Yanlış! Bu topraklarda herkes tartışılır, hem de en başarılı olduğu günde bile.

Şimdi toplumsal konsensus Abdullah Avcı’dan yana. Sıfır baskı ve beklentiyle, yıllardır elindeki kadroların kalitesinin birazcık üstünde bir başarı elde eden ve alamet-i farikası ara sıra büyük takımları yenmek olan Abdullah Avcı. Gün bayram günüdür dostlar. Raks edin, kutlayın. Çiğ çiğ yiyebileceğimiz yepyeni bir teknik direktörümüz oluyor. İlk 6 ayda ezebilirsek başını, hepimize tam puan. 1 yılı çıkarabilirse, karnelerimize kırık yazar. Varsa Avcı’nın başarılı olabileceğine gönülden inanan, gelsin başımızın üstüne çıksın, liderimiz olsun. Bu kadar karanlık bir zamanda, iki metre önümüzü göremezken böylesine pozitif bakış açısı, dosta güven, düşmana korku salar ancak.

Ama zor maalesef, hatta düpedüz imkansız. Sorun Avcı’da değil, bizde. Sorun Terim’de değil, Hiddink’te de değil; yine bizde, hep bizde. Teknik direktörün adının bir anlamı yok bu noktada. Mourinho’yla Guardiola el ele versin, 2014’e bizi beraber hazırlasınlar, inanır mıyız başarıya? Kim garanti edebilir Rio’daki karnavalda yer alabileceğimizi? 2014’ün Haziran ayı geldiğinde, 32 millet bir araya gelip futbolun bayramını kutlarken biz hala, “Yerlinin gazı, yabancının aklı” tartışmasını yapıyor olmayacak mıyız?

Dünyada teknik direktör bol, istediğimiz kadar dener yanılırız. Arada da denk gelir seviniriz ama hep arada. Bu kafayla istikrarlı başarı, ancak en güzel hayallerimizi süsler. Çok geçmeden yine alır kalemi kağıdı elimize, başlarız tazminat hesaplarına. Halbuki bir kereliğine de zihniyetimizin tazminatını hesaplasak, sonra da kaç paraysa verip göndersek, kökten çözemez miyiz ki bu işi?

Efe Yılmaz l 12 Kasım 2011 0 Yorum


Guus Hiddink’in göreve gelmeden önce 2010 Dünya Kupasına katılamamış bir milli takım vardı. Daha da önemlisi antipatik, saha içinde kaos futbolu oynayan bir takımdı Türkiye. Hatta teknik direktörü ders almayıp ders veriyordu. Yani nereden bakarsanız bakın sağlıklı bir futbolsever “İşte benim takımım bu” diyemezdi.
Hollandalı ise bugün olduğu gibi imzayı attığı zaman da bir dünya markasıydı. İsmi insanı heyecanlandırmaya yetiyordu. Aradan iki sene geçti. Hala tam karar veremedim tam olarak iyi yaptığı işler mi fazla, kötü yaptığı işler mi?

Ama Hiddink’in yaptıklarına yakından bakmadan önce bizim yanlış yaptıklarımıza ufaktan dikiz atmak lazım. 1990’ların ortasından beri milli takım düzeyinde futbolumuzun yükselişte olduğunu kabul edersek, yaklaşık 20 yılın hatalarını Hollandalının bir dokunuş ile çözmesini bekledik. Aslında bu cumhuriyetin en büyük sıkıntısı. Bir Atatürk gelecek ve her şeyi düzeltecek sendromunun futbola yansıması oldu Hiddink’ten beklediklerimiz.

-Bir dokunuşu ile yıllardır A takımlara Avrupa’ya göre çok az oyuncu veren altyapılar futbolcu madeni haline gelecekti.

- Milli takım havuzundaki oyuncular futbolun temel doğrularını yapmaktan acizdi çoğu zaman. En basitinden ben çocukken de bu takımın duran toplarda zaafı vardı, ben büyüdüm zaafımız devam ediyor. Ya da bugün yenilen goller. Hepsinde savunma oyuncularımızın hem bireysel hem de takım olarak hatası var.

- Türkiye, Şenol Güneş dışında hiçbir zaman taktik takımı olamadı. Hiddink oyunculara birer çip takarak bunu da çözecekti ama çözemedi.

- Türk topçusu profesyonel değildir ve bununla da övünür çoğu zaman. Hollandalı bunu da en hızlı şekilde çözeceğinin sözünü vermişti zaten.

-Sanırım sadece Türkiye’de hata olarak denilebilecek şeylerden birisini yaptı ve hem futbolcuya hem de basına insan gibi davrandı. Milli takımdaki bazı papazları inceden tepiklese, ara arada basın toplantılarında gelenlere ayarlar verse herkes daha çok tatmin olurdu kendisinin performansından.

Bu liste daha da uzar gider. Yirmi yıldır sürekli artarak yapılan hatalar bunlar. Ve bunları düzeltemediği için Hollandalıya kızmamak lazım. Mesela on sene görevde kalıp altıncı yedinci senenin sonunda hala bu sorunların büyük kısmı masada dursa kızalım ama bu yukarda kileri yapamadığı için kızmayalım ona.

Peki kendisinin yaptığı hatalar nelerdi?
Aslında bunlarda da futbol kamuoyunun bazı hastalıklı noktalarının etkisi var ama çoğunda Hiddink kolaya kaçtı.

İlk oynadığımız eleme grubu maçlarında 2010’a gidemeyen kadronun iskeletini bozmadı. Kolay yolu tercih etti. Sağlam bir değişiklik yapsa ve yine aynı puanları kaybetse daha fazla tepki çeker miydi? Evet çekerdi ama en azından doğruları yapmış olurdu. Jurgen Klopp “Nuri milli takımda olmak için acaba daha ne yapmalı” feryatlarındayken, Hollandalının Nuri’yi ilk 11’e yazmamasını açıklayabilecek bir futbol doğrusu yok çünkü.

Belki hiçbir zaman oyuncu tercihlerinde Ceyhun Eriş, Yusuf seviyesine düşmedi ama o da inatla kötü oynayan futbolcularda ısrarını sürdürdü. Amiyane tabirle formayı hak edene vermediği zamanlar oldu kendisinin. Yahut bazı futbolcuları inatla görmezden geldiği.

Ayrıca saha içinde onun istediği oyunu futbolcular oynayamamasına rağmen, taktik konusundaki ısrarını sürdürdü. 

Ve çalıştırdığı takımın Türkiye olduğunu unuttu. Evet Türkiye Avrupa’nın üst düzey futbol ülkelerinden değil ama onun gittiği zamanki Güney Kore ve Avustralya’dan da daha iyi bir futbol ülkesi. Sürekli olarak takımın potansiyelini bir tık aşağıda gördü.

Aldığı para, yurtdışında geçirdiği günler, Türkiye’ye az gelişi falan hiç sıkıntı değildi bence. Sonuçta 18 takımlı ligimizde 450 futbolcu var milli takım oyuncu havuzunu oluşturabilecek. Bunların üçte birine yakını yabancı desek geriye 300-320 arası bir oyuncu topluluğu kalıyor. Bunlarından en iyimser bakışıyla 30-35 tanesi milli takım seviyesinde. Buna bir 10 tanede gurbetçi eklesek 40-45 futbolcu yapıyor. Bu kadar adamı izlemesi içinde deli gibi zaman harcamasına vakit yok.

Sonuçta Guus Hiddink, futbol piyasasındaki en üst düzey isimlerden biridir. Böyle adamlar başarıyı genelde “sistem” denilen şeyin işlediği ortamlarda yakalamıştır. Hiddink değil Guardiola, Alex Ferguson ya da Mourinho da bu süreçte milli takımın hocası olsa, benzer bir süreç yaşayabilirdi. Ama bu durum Hiddink’in Türkiye’de başarısız olduğunu gerçeğini de değiştirmiyor. Hollandalı kariyerinin son 10 yılının en formsuz günlerini kırmızı-beyazlıların başında geçirdi.

Frank Rijkaard, Bernd Schuster ve Guus Hiddink(daha ayrılmadı ama herhalde ayrılacak) çalıştıkları yerden hep “başarısız” sıfatı ile ayrıldılar. Bence bu başarısızlıkta yüzde 70 pay “Türkiye şartlarının” yüzde 30 ise kendilerinin. Biz diğer ikisine olduğu için Hollandalıya da hiç yardımcı olmadık ama o da yüzde 30’u yüzde 
20’ye çekmek için hiç çabalamadı.

Not: Yazıda genellikle isimler üzerinden gitmedim konunun özünden sapmamak için. Ama Hiddink’in Oğuz Çetin tercihi başlı başına bir felaket ve rezalettir. Ben TFF başkanının yerinde olsam bundan sonra gelecek teknik direktörün sözleşmesine “Türkiye sınırları içinde Oğuz Çetin ile görüşmesi yasaktır” maddesi koydururum.

Kemal Mardin l 14 Eylül 2011 0 Yorum


EuroBasket 2011’de bugün çeyrek finaller başlıyor. Bizim olmadığımız, Üsküplü McCalebb önderliğindeki Makedonya’nın olduğu çeyrek finaller. Ortada bir gariplik olduğu aşikar. Bu garipliğin kimden kaynaklandığı üzerine ise biraz düşünmek gerekiyor. Bizim yaptığımız hataları veya yapamadığımız doğruları, şimdilik yazının ilerleyen bölümlerine öteleyip statü hakkında iki çift laf ederek başlamalı.

Fransa, İspanya, Türkiye, Sırbistan, Litvanya ve Almanya. Açalım... Son şampiyonada tek maç kaybederek 5. olan Fransa, son şampiyon İspanya, dünya ikincisi Türkiye, son finalist ve dünya dördüncüsü Sırbistan, ev sahibi ve dünya üçüncüsü Litvanya ile 2009’da dökülen ama Nowitzki’ye geri kavuşan Almanya. Böyle bir grup, ancak eski şampiyonaların lig usulü oynanan finallerinde görülebilirdi ama bir şekilde 2011’de de çeyrek final öncesinde oluşturmayı başardılar. Hepsi üst sıraları hedefleyen, en azından Olimpiyat hedefi olan takımlar ve her biri en iyi performansını sergilese bile ikisi dışarıda kalacak. Diğer tarafa göz attığımızda ise hasbelkader A veya B gruplarına düşseler belki ikinci tura bile yükselemeyecek performanslar sergileyen Yunanistan ve Slovenya’nın çeyrek finale kaldığını görüyoruz. Makedonya için ise takım olarak belki yürekten başka bir şey sunmadılar ama en azından McCalebb buraları hak etti diyebiliriz. Onun da aslında Makedonyalı olmaması bambaşka bir konu tabii.

Bu bizim dışımızda gelişen bir engeldi. Peki biz, kendi açımızdan nasıl bir süreç yaşadık da Almanya ile birlikte şanssız ikiliden biri haline geldik? ORHUN ENE diye bağıranları duyar gibiyim. Bu yüzden oradan başlayalım. Öncelikle insanların bilmiyormuş ya da unutmuş taklidi yaptığı bir detayı hatırlatmak lazım. Bu takımın Tanjevic’ten sonraki antrenörünün Orhun Ene olacağı 2004 yılından beri belliydi. Orhun hoca, Tanjevic’in yardımcılığına getirildiği gün dendi ki, Tanjevic’in yanında pişecek ve o bıraktığı anda da yerini alacak. Yani eğer Orhun Ene’nin göreve gelmesiyle ilgili bir itirazınız varsa bunu dile getirmek için 7 sene kadar geç kaldınız. O gün, “Harika seçim! Oyunculuk kariyeri malum, insan olarak da şahane, çok başarılı olacaktır” diyip Orhun Ene, 3 Avrupa Şampiyonası ve 2 Dünya Şampiyonası gördükten sonra, “Vay efendim, Banvit’in hocası Milli Takım’ın başına mı geçermiş” derseniz, niyetiniz şüphe uyandırır.

Başarısızlığın sebebi olarak gösterilen bir diğer unsur ise kadro seçimi. Gelin bu sürecin de biraz detayına inelim. Zira Furkan-İzzet-Semih-Doğuş dörtgeninin her bir köşesi hakkında bir şeyler söylemek gerekiyor. Aralarından çekip çıkarması en kolay olan Doğuş’la başlayalım. Bir kere Doğuş’un hiçbir zaman şampiyona kadrosunda düşünülmediğini ve ileriye yatırım olarak, bu süreci yaşaması ve de tabii ki antrenman oyuncusu olması için çağırıldığını artık anlamak gerekiyor. Dört sene boyunca, NCAA’de Texas’ın oynadığı maçları izleyenleri (varsa tabii böyle bir kitle) tenzih ederim ama kim Doğuş’un nesini gördü de kötü performans sergileyen oyun kurucularımıza alternatif olurdu deniliyor anlayamıyorum. Bir kere Doğuş oyunda olduğu anda, direkt olarak 4 oyuncuyla hücum ediyorsunuz. Güvenilir bir sayı katkısı beklemenin imkansız olduğu, şutu Rubio’dan bile kötü bir oyuncu. Penetre eder, ortalığı karıştırırdı derseniz, maalesef o da NCAA’den gelmiş bir oyuncu için Avrupa Şampiyonası’ndaki savunmalara karşı biraz zor. İşin savunma boyutunda ise iyi bir adam adama savunmacısı olmasına rağmen, alan savunmasında nasıl aksadığını da hazırlık maçlarında çokça gördük. Kısacası Doğuş, ileride bu formayı giyme şansı olan bir oyuncu ama üzgünüm, henüz değil.

Gelelim Furkan’ın dışarıda kaldığı, İzzet’in Litvanya’ya gittiği sürece. Öncelikle bütün bu karışıklığın Semih’in başının altından çıktığını bilmek gerekiyor. Kampa ilk katıldığı günden beri sergilediği, sanki Boston Celtics formasını emekliye ayırmış tavırları, antrenmanlardaki isteksiz halleri, sadece teknik heyetin değil, oyuncuların da dikkatinden kaçmadı. Bu da Semih, son dakikada ben yararlı olamayacağım dediğinde itiraz edilmemesine ve mazeretinin memnuniyetle kabul edilmesine yol açtı. Yoksa hafif sakatlıkmış falan dinlenmez, Semih mutlaka şampiyonaya götürülürdü. Bunun üzerine bir hafta önce takımdan çıkarılan Furkan yerine, son haftayı takımla beraber geçiren, son rötuşlarda orada olan İzzet’i tercih etmek gayet mantıklı ama dahası da var. En önemlisi İzzet, hazırlık sürecini Furkan’dan çok daha iyi geçirdi. Kendisinden biten setleri büyük bir yüzdeyle oynadı ve potaya bakmaktan çekinmeyeceğini gösterdi. Aksine Furkan ise direkt olarak kendisi üzerinden oynanacak oyunlarda bomboş kaldığında bile, kenardan “At Furkan, at!” diye bağırılmasına rağmen pasa baktı. Yani, “Ben sizin için ribaunt alırım, pota altında belirli bir etki yaratırım ama fazlasını beklemeyin” mesajı verdi. Bu durumda, 21 yaşında, 2,10 metre boyunda, topu yere vurabilen, bir de üstüne üçlük atabilen İzzet’i bu şampiyonada oynamayacak bile olsa, ilerisi için tecrübe kazanması adına Litvanya’ya götürmek kesinlikle bir hata olarak görülemez. Şu an hala kilo alması ve fiziğini geliştirmesi gerektiği için tam potansiyelini sergileyemese bile, bu saydığım özelliklerin bir araya çok nadiren geldiği malum. Ayrıca İzzet yüzünden rotasyon 11 kişiye indi diyenlerin de şampiyonadaki diğer takımların 11. ve 12. oyuncularına ne kadar süre verdiklerine bir bakmalarını tavsiye ederim. Bunu genel olarak tüm basketbol maçları için de yapabilirler.

Tabii şampiyona öncesinde başlayan anti Orhun Ene kampanyası ve eleştirilen oyuncu tercihleri, takıma ister istemez etki etti. Takımın daimi oyuncularından Hidayet, Ömer Onan, Ömer Aşık, Ersan, Sinan gibi isimlerin ya formsuz geçirdikleri ya da sakatlıklar yaşadıkları bir sezondan çıkmış olmalarının etkisiyle, kafalarında soru işaretleriyle başladıkları sürecin sonunda, kamuoyu da o soru işaretlerinin puntosunu büyütmek için elinden geleni yaptı. Böylece çok kırılgan bir halde Litvanya’ya gitmiş olduk. Bunun ilk yansımasını da daha Litvanya’ya iner inmez Panevezys Pazarı’nda minareye kılıf aranmaya başlanmasıyla gördük. Antrenman saatlerinden memnuniyetsizlik ve aşçı krizi, normalde bu takımın dert edeceği şeyler olmazdı. Çıkar ve oyunumuzu oynardık ama yaratılan başarısızlık kapıda atmosferi, havadan nem kapılmasına neden oldu.

Peki, bu şartlar altında başlanan şampiyonada nasıl bir performans sergiledik. Gelin 8 maç oynadığımızı ve bunlarda skor tutulmadığını düşünelim. Oynanan oyuna konsantre olduğumuzda gördüğümüz tablo, bize daha net bir fikir verecektir. Göze ilk çarpan detay, hücumda yokları oynadık. Büyük bir bölümünü perdeler üzerine kurduğumuz hücum düzenleri, rakipler tarafından çözüldü ve ikincil, üçüncül planlarımızın tüm maç uygulanabilecek derinlikte olmadığı ya da oyuncularımızın gerek fiziksel gerek mental anlamda bu geçişi yapamayacak durumda oldukları görüldü. Savunmada ise tam tersi bir tablo gördük. Her takımı, her oyuncuyu savunabilecek silahlarımızın olduğunu, Sırbistan maçının son anlarında olduğu gibi şok savunmalar yapabildiğimizi, şampiyonanın en uzun ikinci takımı olma avantajımızın farkında ve bunu savunmada avantaja çevirebileceğimizin bilincinde olduğumuzu çeşitli maçlarda gösterdik. Geçen seneyle bu seneyi yan yana koyduğumuzda, bu anlamda belirli bir yere geldiğimizi ve pek geriye gitmeye niyetimiz olmadığı açık. Özetlersek, takım halinde vasat hücum, iyi savunma ve madalya adayı 5 takıma karşı kafaya kafaya bir oyun.

İyi, kötü, çirkin; bir şekilde bu şampiyonayı geride bırakıp önümüze bakmak ve bunu yaptığımızda ne gördüğümüz hakkında konuşmamız gerekiyor artık. Yakın gelecekte bizi bekleyen en majör değişim, Hidayet, Kerem Tunçeri ve Ömer Onan üçlüsünün artık bu takımda yer almayacak olması. Yani kısa rotasyonumuzda yedekte ne var ona bakmalıyız. Kerem’in arkasından gelen seçenekler Ender, Engin ve Doğuş; daha geniş perspektifte ise Erbil, Şafak ve Fırat. Maalesef bunlar içinden ilk beş oyun kurucumuz olabilecek tek isim, basketbola ne zaman döneceği belli olmayan Engin Atsür. Ömer Onan’ın boşluğu için de iyimser şeyler söylemek mevcut şartlarda pek mümkün gözükmüyor. Eldekiler malum, aşağıdan dikkat çeken isimler ise Göksenin, Maxim ve bir alt jenerasyonda da Tayfun. Anayasa değişikliği mi yaparız nasıl çözeriz bilmiyorum ama Sinan’ın acilen süre alacağı bir takıma transfer olmasını sağlamalıyız gibi görünüyor. Kafamızın en rahat olduğu değişim süreci ise Hidayet’te yaşanacak. Neyse ki Emir, şampiyonadaki performansıyla yüreklere su serpti ve bu pozisyon bende mesajını verdi.

Görüldüğü gibi yakın gelecekte bizi kritik bir süreç bekliyor. Elimizdeki jenerasyon uzun uğraşlar sonucunda belirli bir noktaya geldi ve bize bir dünya ikinciliği armağan etti. Ancak artık emeklilik zamanları yaklaşıyor. Şimdi yeniden bir yapılanma içine gireceğiz. Bu süreçte ise anahtar kelime, koca sözlükte Türk halkının en sevmediği kelime olan “sabır” olacak. Tanjevic’e altı yıl sabredildiğini unutmadan, Orhun Ene’ye hak ettiği şansı vermemiz ve kendi kadrosunu oluşturmasına imkan vermemiz lazım. Yukarıda saydığım ve çok da umut bağlayamayacağımızı söylediğim isimleri en iyi tanıyanlardan biri olarak, onları beklentilerin üstüne taşıyabilecek kişi Orhun Ene’dir. Hemen bir sonraki şampiyonada altına koşamayacağımızın bilincinde olarak, Orhun Ene’yi desteklemeli ve daha geniş bir zamanda, kafasındakileri yapabilmesine imkan tanımalıyız. Tabii ki üstünden Tanjevic’in gölgesini de çekerek...

Cengiz Bahadır Özdemir l 31 Temmuz 2011 0 Yorum


Blogu resmi olmasa da kapattığımızın farkındayım. Ancak yine de buralarda bir yerlerde bulunmasını istiyorum bu yazacağım yazının. Blog yazarları Twitter'da görüşlerini paylaşmışlardı ancak bloga yazma istekleri olmadı herhalde. Evet, konu şike. Kendi hesabıma, olay sonuçlanmadan hiçbir yorumda bulunulmaması taraftarıyım. Zaten burada yazacaklarım da "Aziz suçlu, Beşiktaş pislik, Bülent beter olsun, İbo şakirt atçı" tadında olmayacak. Benim eleştireceğim konu, Beşiktaş ve taraftarı. Ne yazık ki benim de aralarında bulunduğum insanların, olaylar boyunca ne kadar boş ve yanlış işler peşinde koştuğunu yazmak istedim.

Nereden başlayacağımı bilemezdim, eğer o saçma "Aklanın da gelin" sloganı olmasaydı. Utanç sloganı olması gereken bu cümle, bir anda Beşiktaş taraftarını yüceltiverdi. Ne demek "Aklanın da gelin" ? Yani size yöneltilen suçlamaların yanlış olduğunu ispatlayın, öyle görevinize devam edin. Bunu diyen kimler? Beşiktaş taraftarı. O taraftara ileride değineceğim ancak ilk başta söylediğim mantığın ne kadar hastalıklı, ne kadar çarpık olduğunu anlamamız gerekiyor. İnsanların suçluluğu ispatlanması gerekirken, bizim buralarda suçsuzluğun ispatlanması lazım. Bunun, dünyadaki hiçbir etik ve hukuki değerle ilgisi yok. Ama bizim değerlerimiz gün geçtikçe yozlaşırken, hukukla alakamız gün geçtikçe azalıyor. Dolayısıyla bu hastalıklı zihinlerden, bu tip cümleler çıkıyor.

Ağzından Süleyman Seba'yı düşürmeyen taraftar (Seba'yı nasıl gönderdiklerini de biliyoruz), Süleyman Seba "Sakin olun, acele karar vermeyin, ben yeğenime kefilim öyle bir şey yapmaz" dediği vakit yine adamı aforoz etti mi? Etmedi tabi, onun yerine susmayı tercih ettiler. Rakip taraftar bundan sonra Beşiktaşlılık Duruşu ile ilgili dalga geçtiği vakit hiç ses çıkmaması gerek. Çünkü sonuna kadar haklılar. Ne olduğu belli olmayan bir şeye döndü bu duruş meselesi. İçini boşaltanlar ise, bu duruşla ilgili methiyeler düzen taraftarlar oldular. Farkında değiller tabi.

Kupa iadesi bir anda bu duruşla ilişkilendirildi. E tabi Edirne'den ötede, senin bu duruşunu kimse bilmez. "Bunlar kupayı iade ettiğine göre bir pislik var bu işte" diye düşündü adamlar. Zaten kupa iadesi bu anlama gelir. "Bu kupayı hak ettik. Eğer işin içinde pislik varsa geri iade ederiz" demek yerine, ucuz popülizmle kupa iade edildi. Ucuz popülizmin bir numaralı adamı Demirören Başkan yine göze girdi. Diğer takımın saf taraftarları da Beşiktaş taraftarının büyüklüğünden bahsettiler. Ama şunu sormadılar, "Avrupa'ya da gitmeyelim, temizlenmeden orası da bize haram" neden demediler? İkiyüzlülük değil mi bu?

Bir anda Tayfur Hoca'nın karanlık adamlarla ilişkilerini ortaya çıkarmaya çalıştılar. Mafya babaları ile ilişkiler kurdurttular. Herkesin kafasında "Vay be, iyi gözüken adam bile pislik çıktı" fikrini yaratmaya çalıştılar. Zaten "Büyük" Beşiktaş'a yakıştıramamışlardı Tayfur Hoca'yı. Adamın aldığı eğitimin yarısını bile almamış heriflerin ağzında sakız oldu bu adam. Tabi bu sırada hiç kimsenin aklına, 90'ların karanlık döneminde Emniyet Müdürlüğü ve İçişleri Bakanlığı yapmış biriyle, Türkiye'nin en başarılı teknik direktörü arasında da ilişki olduğu ve bu gibi ilişkilerin illa ki spora, hele hele sporda hileye yansıması gerekmediği gelmemişti.

Gelelim ikinci paragrafta "Bahsedeceğim" dediğim Beşiktaş taraftarına. İstikrarlı ve doğru bir şekilde Demirören'i protesto eden bu grup, bir anda susmayı tercih etmişti. İki transferle "Çıldırt bizi başkan, çıkart bizi baştan" pankartı asmıştır. Kulüp borç batağına daha fazla girdikçe, hiçbir şey yokmuş gibi "Forlan'ı alalım" diyebilmiştir. Paralarını alamayan voleybol takımı küme düşerken, oyunculara saldırmıştır. Basketbol takımı parasızlık içinde debelenip, yöneticileri oyuncularına modern köle muamelesi yaparken; Deron-Kobe ikilisi transfer edilecek diye heyecanlanmıştır. İki maç futbolcu ıslıklayıp onları kovduran, maçın ortasında oyuncularını yuhalayan, sürekli fakir edebiyatı yapan bir taraftar grubundan bahsediyoruz.

"Aklanın da gelin" diyor bu taraftar grubu işte. Asıl arınması gereken, ruhu pislik içinde olan onlar değilmiş gibi. İşin en güzel yanı ise, yarın-öbür gün Beşiktaşlı tutuklular suçlu bulunsa bile yukarıdakilerin hiçbiri yanlış olmayacak. Ama tutuklular suçsuz çıkarsa o zaman taraftar, üzerindeki yeni lekesiyle yaşamaya devam edecek.

Serhat Gürcan Gündüz l 15 Haziran 2011 0 Yorum



Hani bir söz vardır, "Türk insanı ezileni sever" diye. Genelde hep böyle olur. Kleiza, D. Howard'ı savunduğu zaman Kleiza'yı destekler. Dallas - Miami serisinde de durum bu şekildeydi. Sezon başlarken yeteneklerini alıp doğu sahillerine giden LeBron, ev sahibi Wade ve bariz şekilde yancılığı kabul eden Bosh'a karşı bir antipatisi oluşmuştu zaten Türk halkının. Birde diğer tarafta Kidd, Nowitzki gibi, şampiyonluğu yıllar öncesinde kazanmış olmaları gereken, ama bir türlü kısmet olmayan isimler vardı. Üç süper starın hayranları da vardı elbet Miami'yi destekleyen, ama çoğunluk Dallas'ın tarafındaydı. Aslında sadece Türkiye'de değil, bütün dünya genelinde böyleydi durum.

Birde seri içerisinde LeBron ve Bosh'un her smaçtan sonra tuhaf ve antipatik hareketleri de eklenince, Dallas'a verilen destek daha da arttı. LeBron ve Wade'in Nowitzki'nin hastalığı ile dalga geçmesinin ardından bu oyunculara duyulan nefret de katlandı.

Artık "Karma" mı diyelim bilemiyorum, Miami favori olarak çıktığı seriyi ve şampiyonluğu kaybetti. Maç sonu toplantısında Rick Carlisle "onlarında zamanı gelecek, ama şimdi bizim zamanımız" dedi. Son derecede haklıydı. Aslında zamanları gelmiş de geçiyordu. 2006 yılından beri her gece kabuslar içinde uyanan Dallas taraftarlarının zamanı da gelmişti. Bu takım için her şeyini ortaya koyan Mark Cuban'ın, oyununu inanılmaz derecede geliştiren Terry'nin de zamanı geçiyordu. 13 yıldır her gün bunun için kavga ettiğini söyleyen, gerçekten çalışmanın ne demek olduğunu gösteren Nowitzki'nin, ve onun söylediği gibi "gerçek bir savaşçı" olan Kidd'in de belki başka şansları olmayacaktı. Ama sonunda kazandılar. Hemde hak ederek.

Ekşi sözlükte "apdirizapdort" nickli bir yazar belkide kazananlar cephesinin hikayesini en güzel anlatan yazıyı yazmıştı maç sonrası.

"clint eastwood'un basketbol ile ilgili bir filmidir bu maç ve bu seri. bir tarafta, zamanında çok iyi olan ama şimdilerde biraz daha az popüler ve ''yorgun'' veteranlar, diğer tarafta her yönden üstün ama kişilikleri oturmamış, yamyam kılıklı, genç züppeler. evet evet kesinlikle clint eastwood yönetmenliğinde çekilmiş bir filmdir bu olay. sonu ise çok mutlu bitmiştir..."

Kemal Mardin l 29 Mayıs 2011 0 Yorum


Sakarya’daki Yıldız Kızlar Türkiye Şampiyonası’nda mutlu sona ulaşan Fenerbahçe, ilk hava atışından kupayı kaldırana kadar en ufak bir dirençle karşılaşmadı. Sarı Lacivertliler, şampiyonada oynadıkları 6 maçta, ortalama 40,5 sayı farka ulaştılar ve Ceyhan Belediye karşısında oynadıkları final maçını da rahat bir oyun sonunda 78-52’lik farklı galibiyetle noktaladılar.

Hülya Çoklar ve Başak Altunbey gibi iki kaliteli uzuna sahip olan Fenerbahçe, güçlü olduğu alanın bilincinde, macera aramayan bir oyunla sonuca gitti. Çeyrek finalde Şehremini Lisesi potasına bırakılan 107 sayının 103’ünün boyalı alandan veya bu bölgede kazanılan faul atışlarından kaydedilmiş olması, oyun planlarına ne kadar ciddiyetle sadık kaldıklarının en önemli örneğiydi.

Böylece Fenerbahçe, Yıldız Kızlar kategorisinde üst üste 4. şampiyonluğuna ulaşırken, bu sezon A Takım, Genç Kızlar ve Küçük Kızlar kategorilerinin ardından alınabilecek son kupayı da müzesine götürmüş oldu. Fenerbahçe için şüphesiz gurur duyulabilecek bir tablo olmakla birlikte, diğer takımlar için düşündürücü bir durum.

Bu başarının tek ve mutlak formülü apaçık belli: Yatırım! Tabii ki planlı ve uzun vadeli olanından. Erzurum’da Ayşe Cora’nın Beşiktaş adına inanılmaz bir performans sergilediği final maçı haricinde elini kolunu sallayarak kupayı kaldıran genç takım, tam 8 senedir beraber oynayan oyunculardan kuruluydu. Sakarya’da ve Alanya’da izlediğimiz kadrolar da genç takım seviyesine geldiklerinde benzer bir yapılanma içinde olacak ve aynı ablaları gibi, setleri gözü kapalı oynayacak hale gelecekler.

Tabii ki böyle bir kadro yapılanması için doğru oyuncuları küçük yaşlarda bulmak ve bunun için de tarama faaliyetlerini epey ciddiye almak gerekiyor. Fenerbahçe’nin son yıllarda rakiplerinden ayrıldığı nokta da burada ortaya çıkıyor. Botaş ve Antalya Koleji’ni bir yana ayırırsak, diğer takımların çoğunlukla malzeme bulmak yerine eldekini işlemeye çalışması, onları kapalı ekonomiyle yönetilen bir ülkeden farksız kılıyor. İletişim ve ulaşım imkanlarının alabildiğine geliştiği günümüz dünyasında, sadece hinterlandına karşı duyarlı olmak maalesef artık yeterli değil.

Finansal olanakların isteklerle gerçekleştirilebilenler arasında kimi zaman uçurum yarattığını da gözden kaçırmamak lazım ama bu, Galatasaray veya Beşiktaş büyüklüğünde kulüpler için asla bir bahane olamaz. Bu sezon, üç kategoriden birinde final, birinde ise yarı final gören Beşiktaş, kağıt üstünde başarılı bir seneyi geride bırakmış gibi düşünülebilir ama bu, hedef olarak her zaman en üst basamağı işaret eden bir camia için, kendilerine denk rakip sayısının parmakla sayıldığı bir ortamda tartışılması gereken bir başarı. Küçükler kategorisinde Türkiye Şampiyonası’na kalamayan, diğer kategorilerde ise ezeli rakipleri Fenerbahçe ve Beşiktaş’a çeyrek finallerde kaybeden Galatasaray ise kesinlikle başarı kelimesinden çok uzakta duruyor.

Şöyle bir değinip geçtiğimiz Botaş ve Antalya Koleji’ne ise tekrar bir parantez açmak gerekiyor. Türkiye’nin her yerinden oyunculara kapılarını açan bu iki kulüp, bu sezon yarıştıkları kategorilere göre daha küçük yaşta oyuncularla mücadele etmelerine rağmen sergiledikleri ile hem önemli başarılar kazandılar hem de gelecek için ümit vaat ettiler. Anadolu’daki diğer takımlara ve hatta İstanbul’a örnek teşkil edebilecek bu çalışmaları ciddi şekilde dikkate almak gerekiyor.

Kemal Mardin l 17 Mayıs 2011 0 Yorum


Erzurum’un ev sahipliği yaptığı ve Fenerbahçe’nin şampiyonluğu ile sona eren Genç Kızlar Türkiye Şampiyonası, umudu ve hayal kırıklığını birlikte yaşattı.

Gençler Türkiye Şampiyonası, son basamak olması itibariyle basketbol kalitesine dair beklentilerin en yükseğe çıktığı altyapı organizasyonu. Kora kor mücadele, son topa kalan maçlar, birinci lig adayı oyunculardan maç kazandıran performanslar… Bunlar, altı günlük şampiyona öncesinde bir basketbolseverin şahit olmayı umacağı basketbol anlarından sadece birkaçıydı. Ne var ki unutulmazlar arasında yerini alan final maçı dışında, beklentilerin büyük oranda yerle bir olduğu bir şampiyona geride kaldı.

Şampiyonayı yakından takip edenlerin üzerinde uzlaştığı genel kalite düşüklüğünün en önemli sebebi, şüphesiz ki birçok takımın yıldız takım takviyeli kadrolarla mücadele etmesiydi. Üçüncülük maçına çıkan ve şampiyonanın beğeni toplayan takımlarından olan Antalya Koleji ile Botaş bile yarısı yıldız takım oyuncularından oluşan kadrolarla mücadele ettiler. Normal şartlar altında 1993 ve 1994 doğumlu oyuncuların yer aldığı ve her takıma bir adet 1992 doğumlu oyuncu oynatma hakkı verilen şampiyonada takımların önemli bir kısmı, sakatlıkların da etkisiyle 1995 ve 1996 doğumlu oyuncularla mücadele etmeyi tercih etti. Sonuç olarak ortaya, genç görünümlü bir yıldızlar şampiyonası çıktı. Bu noktada, ortaya çıkan durumun tamamen olumsuz olmadığını da belirtmek lazım tabii ki. Küçük yaşlarına rağmen, kendilerinden dört hatta beş yaş büyüklerin yanında sanki akranlarıymış gibi mücadele eden, yaşları öğrenildiğinde duyanı şaşkınlığa uğratan oyuncu sayısının fazlalılığı ve bu oyuncuların birkaç sene daha bu seviyede forma giyecek olması, gelecek senelerin şampiyonaları için umutları hayli arttırıcı, rekabet seviyesinin ciddi oranda artacağına dair beklentileri yükselten bir tablo çizdi.

Gerçek anlamda genç takımlarla Erzurum’a gelen Fenerbahçe ve Beşiktaş, doğal olarak final yolunda çok da zorlanmadan ilerlediler. Fenerbahçe, finale kadar oynadığı 5 maçı, ortalama 40 sayı farkla kazanırken; Beşiktaş da İstanbul Üniversitesi ve Galatasaray’a karşı oynadığı maçlarda zorlanmasına rağmen 22,8 sayı fark ortalaması yakaladı. Yarı finale yükselmeye hak kazanan dört takım da o noktaya kadar yenilgisiz geldi. Şampiyona boyunca çizgisini koruyan Fenerbahçe ile yavaş yavaş vites arttıran Beşiktaş’ın finaldeki randevusu ise güzel bir veda hediyesi oldu. Şampiyonanın uzatmaya giden tek maçında, Fenerbahçe’nin kontenjan oyuncusu Ecem Güler, 25 sayısıyla takımını sürüklerken Beşiktaş’ın yıldızı Ayşe Cora da özellikle ikinci yarıda sergilediği oyun ve bulduğu peş peşe üçlüklerle 29 sayılık bir yanıt verdi ama gülen taraf Sarı Lacivertliler oldu. Şampiyonanın istatistiki olarak çok ön plana çıkmasa da en potansiyelli oyuncusu olarak göze çarpan Olcay Çakır ise çok kritik anlarda verdiği katkıyla maçı 15 sayı ve 6 asistle tamamladı ama final maçı da dahil olmak üzere şampiyona boyunca erken faul problemine girmesi de kendisiyle ilgili düşülen negatif bir not oldu. Olumlu yönden baktığımızda ise akıllarda kalan açık sahada sergilediği durdurulması imkansız oyun ve atletizmini kullanarak blok ihtimalini sıfırladığı turnikeleri oldu.

Şampiyonanın En Değerli Oyuncusu seçilen Özge Kavurmacıoğlu’nu da atlamak olmaz tabii ki. Uzun boyuyla zaman zaman dört ve hatta beş numaralı pozisyonlarda kullanılan Özge, gerçek bir üç numara olarak değerlendirildiğinde ise hızı ve yüksek şut isabetiyle savunulması oldukça güç bir oyuncuya dönüşüyor. %52 iki sayılık ve %58 üç sayılık isabetleriyle 15 sayı ortalaması yakalayan Özge 10,2 ribaund ortalamasıyla da şampiyonu double-double istatistikleriyle tamamlamış oldu.

Olcay Çakır’ın kenara geldiği zamanlarda, bir an olsun yokluğunu aratmayan, diğer herhangi bir takımda oynasa muhtemelen ilk beşin değişilmez ismi olacak yedek oyun kurucu Setenay Uçar ve boş kaldığında şut kaçırması imkansıza yakın bir görüntü çizmesinin yanı sıra penetreleriyle de rakip savunmayı karıştırmayı çok iyi başaran Melodi Çalışkan da Fenerbahçe’nin göze batan diğer oyuncularıydı. Takım arkadaşlarından bir yaş küçük olduğunu bir an bile hissettirmeyen Cansu Köksal’ın ismini hafızaya almakta da fayda var.

İstanbul’a ikincilikle dönen Beşiktaş’ta ise Ayşe Cora, başta final maçı olmak üzere şampiyona boyunca, lider karakterini sergilemekten ve tek başına maç alabilecek oyuncu potansiyeline sahip olduğunu göstermekten geri kalmadı. Kontenjan oyuncu Ayşegül Günay, tecrübesiyle takımını yönetme konusunda büyük başarı gösterirken Hande Karasu da geleceğin önemli pivotları arasında yer alacağını bir kez daha kanıtlamış oldu.

Şampiyonayı üçüncülükle tamamlayan Antalya Koleji’nde ise uzun boyunu çabuk ayaklarıyla birlikte büyük bir tehlikeye dönüştüren pivot Emel Türkyılmaz, kritik anlarda attığı keskin şutlarıyla oyun kurucu Elif Anaç, pozisyonları için büyük avantaj olan atletik fizikleriyle forvetler Büşra Akgün ve Yeliz Doğan, dikkate değer oyuncular olarak öne çıktılar.

Bu oyuncuların yanı sıra, patlayıcı oyunu sayesinde çok zor pozisyonlardan basket çıkartarak skorer bir oyun sergileyen ve ayrıca kısa boyuna rağmen bir ribaund makinesi gibi görev yapan Botaş’tan Pelin Bilgiç ile yumuşak bileği ve yüksek oyun zekasıyla Galatasaray’dan Merve Alkış, 1994 doğumlu olmalarına rağmen gösterdikleri performanslarla gelecek yıl daha dikkatli izlemek için not düşülen ilk isimler oldular.

Serhat Gürcan Gündüz l 9 Mayıs 2011 0 Yorum



Büyük bir utanç yaşandı dün gece. Phil Jackson'ın veda maçında olmaması gereken her şey oldu Lakers cephesinde. Ne bir direnç gösterdiler Dallas karşısında, nede biraz uğraş verdiler. Peja'nın 2 üçlüğü sonrası bıraktılar maçı. Phil ise kenarda yine sırıtıyordu. Aslında kariyerinin bütün özetiydi o gülümseme.

Dallas - Lakers serisi hakkında yazılacak pek bir şey yok. Kobe olmasa daha Hornets serisinde elenecekti zaten Lakers. Dallas tecrübesiyle bitirdi işi. Abartmadan söylüyorum, 4 maçta da Lakers ne zaman geri dönmeye çalışsa, yada öne geçse Dallas'ın verilecek bir cevabı vardı. Bu cevap çoğunlukla Dirk, olmadı J. Kidd, J. Terry, Peja veya bir başkası olarak çıktı karşımıza. İnanılması güç bir üçlük yüzdesi ile oynadılar belki ama Lakers için bu bir bahane olamaz elbette. Çünkü 3. maçın 2. çeyreği ile 4. periyot başlangıcına kadar basketbol oynadılar. Birazda ilk maçı katabiliriz bunun içerisine. O Pau'nun hali neydi öyle? Odom'un, Artest'in katkısı neydi seride?

Dün geceki maçı Lakers alır diyordum. Çünkü Jackson'ın veda maçının Los Angeles'da oynanmasını isteyecektir Lakers'lı oyuncular diye düşünüyordum. Gerçi maçtan önce Jackson'ın " This is the final game I’ll coach" şeklinde bir açıklaması da vardı. Zaten ne olacağını biliyordu her zamanki gibi. Odom'un Dirk'e yaptığı hareket değil de, Bynum'ın Barea'ya yaptığı hareket için davalar açılır. O hareketten sonra en ufak bir şekilde Bynum'a bir şey fırlatmadı Dallas seyircisi. Bizde olsa yüzlerce kişi parkeye inerdi. Gerçi Dallas seyircisi dövmekten beter etti Bynum'ı. Sahadan Amerika'nın rapper mafya babaları edası ile çıkarken Bynum, Mavs taraftarları inatla "Lakers'ı süpürün" diye bağırıyordu. Eminim Bynum soyunma odasında ağlamıştır.

Tahmin edilmesi en zor playoff dönemi olduğu için Mavs'ın şampiyon olma ihtimali de, Memphis - Oklahoma serisinin galibi kim olursa olsun ona konferans finalinde süpürülme ihtimali de var. Sürprizlere o kadar açık bir sene yaşıyoruz ki klişeleri bile kullanamıyoruz. Mesela Dallas'ın şansı için "Lakers serisinde çok yıprandılar" diyemiyoruz. Çünkü güle oynaya geçtiler "Lakers" serisini.

Artık Phil Jackson olmayacak saha kenarında. Bu demek oluyor ki, Lakers'ın sistemi de değişecek. Yeni oyuncular, takaslar önümüzdeki sezon Lakers'ı bekliyor. Artık o muhteşem üçgen hücumları Kobe'nin alışkanlığı sayesinde izleyeceğiz. O da istem dışı olacak. Çünkü üçgen hücumu bu seviyede oynatabilecek Sam Barry -ki kendisi üçgen hücumun yaratıcısıdır- ne yazık ki 1950 yılında vefat etti. Bir diğer isim olan Tex Winter ise (o da Phil Jackson'a üçgen hücumu öğreten isimdir. Kolej liginde oynarken hocası Sam Barry'den öğrenmiş.) 2009 yılında ne yazık ki felç geçirdi. Phil Jackson'da kariyerine veda ettikten sonra üçgen hücumu bu adamlar seviyesinde bilen iki kişi kalıyor. Birisi ekselansları Jordan, diğeri ise Kobe Bryant. Yani Kobe koçluk kariyerine başlayana kadar "üçgen hücum severler" biraz beklemek zorunda kalacak.