TAŞRA BASKISI

İSTANBUL VE TAŞRA BASKILARI AYNI ANDA ÇIKAN BLOG

Anıl Can Yıldırım l 14 Kasım 2011 1 Yorum


Guti'yle Beşiktaş'ın bağlarının koptuğunu varsayarsak, bu konuyla ilgili biraz duygusal biraz da özeleştirel bir iç dökme seansına girmek şart oldu benim için. Çok uzun yazmayı sevmem, çok uzun yazı okuyamam da zaten. Bu yüzden uzatmadan bir kaç kelam etmek istiyorum bu problemli, disiplinsiz, "profesyonel" kelimesine o son günlerde çok yapılan şakada olduğu gibi Reina'dan kadeh kaldıran adam hakkında.

10 yaşında girmiş Dünya Futbol Tarihi'nin gelmiş geçmiş en büyük kulübünden içeri. Çıktığında aradan geçen yıl sayısı, bu yazıyla bir yerlerde karşılaşabilecek insaların yarısının yaşından büyüktür muhtemelen. 24 yıl, Real Madrid'de. Tam anlatamadıysam bir kere de popüler spor medyasının deyimlerini aşındırarak deneyeyim, "Baktığınız zaman, Real Madrid'de 24 yıl". Madrid'de Reina olmamasının bunda etkisi büyüktür muhtemelen. 500'den fazla maç (Küsüratlı sayı versem kendimden tiksineceğim, böylesi daha iyi). 200 kadarında alkollü olabilir, kesin konuşamıyorum. Hele Beşiktaş'a gelmeden önceki sezon Deportivo maçında o topuk pasını verirken ayık olduğunu hiç sanmıyorum. Real Madrid'de ikinci kaptanlık, Raul'un arkasında, Casillas'la beraber. E tabii sorunlu futbolcuyu memnun etmek zor, ver kaptanlığı sussun. Avrupalı biliyor işi. Neyse. Amacım, Guti'yi biz oynatamadık, en verimli çağında harcadık, halbuki o tek başına alıp götürürdü bu takımı mesajları vermek değil. Ortada bir hayalkırıklığı var ve hayalkırıklıkları beklentileri karşılamayan performanslarla ortaya çıkar. 37 maç 11 gol 14 asist. Az önce televizyondaki o meşhur "mini etek"ten habersiz spiker arkadaş verdi küsüratları. Ben ilgilenmem istatistikle. Ben zihniyetle ilgilenirim. Cristiano Ronaldo'yu alışveriş merkezi açsın, Guti'yi futbol takımını uçursun diye getiren adamın zihniyetiyle... Taraftarı yeterdi, yetmezdi diye maymuna çevirmiş, takımı kendine borçlandırarak deyim yerindeyse bir Kaddafi diktası kurmuş, sıkılana (ya da kırana) kadar oyun hamuru gibi şekilden şekile sokup ne duruş ne de oturuş bıraktığı oyuncağını piç edenlerin zihniyetiyle...

*Büyük Çocuklar için Oyuncaklar

Efe Yılmaz l 0 Yorum


Bundan iki sene önce bu kursa gittim ve hayatım bir şeye benzemeye başladı. 25 yaşındaydım, üniversitede boşa zaman harcıyor, sınav dönemlerinde bile yüzümü kimseler görmüyordu. Ve hatta sanırım birlikte bölüme başladığım insanların yüzde 90'ı mezun olduğu için hiç arkadaşım yoktu okulda. Bu kursun bir önceki seneki ilanını kurs başladıktan sonra görmüştüm ve gidenleri kıskanmıştım. Sonra bir pazar sabahı gazetede ilanını gördüm. Yamulmuyorsam aynı dönemde üniversitede finaller falan vardı. Birikmiş param ile kendime yeni bir dizüstü bilgisayar almayı düşünürken, acaba bu kursa mı başlasam sorusu belirdi kafamda.

Kurs ile ilgili kurumsal ve ciddi bilgi almak isteyenlerin bundan aşağısını okumasına gerek yoktur. Ama abi "Geç bu ayakları" diyorsanız buyrun devam edelim.

Çoğunluğu erkek (60 tane falan) üç kız (ki iki senedir bahsi geçen dördüncü bir kız var benim hiç görmediğim) 60-65 kişilik bir sınıf. Üniversitede okuyanı, çalışanı, üniversiteyi yıllar önce bitirmiş olanı ya da henüz liseye gideni. Başka başka kafalar aradan iki üç hafta geçtikten sonra yüz yıllık arkadaş gibi olduk. Kurs biteli iki sene oluyor, hala İstanbul'da olanlarla bir şekilde görüşülüyor. İnternetten sıklıkla goygoy yapılıyor. Zaman zaman beyin fırtınaları sonucu çılgın projeler üretiliyor sonra herkes birbirinden üşengeç olduğundan bir bebek daha ölü doğuyor. Ama son iki senedir bu ekiple ne yapılıyorsa "Yüzde yüz gülme garantili". Liseden sonra insanlarla sosyalleşmekte ve düzgün arkadaşlıklar kurmakta zorlanan ben (Erdem okuyorsan sen hariç) hayatımın en keyifli günleri olan lise günlerinin hızlandırılmış bir modelini yaşadım. Buradan huzurlarınızda iki senedir iyi günde kötü günde hayatımda olan adamlara da teşekkür etmeyi bir borç bilirim (yazar bu satırları yazarken ağlamıyor siz de okurken ağlamayın)


Olayın bir de akademik boyutu var. Derslere gelen hocaların büyük çoğunluğu büyük şans, bir daha kendileri ile görüşmek konuşmak mümkün olmayabilir. Atilla Gökçe'den, Mert Aydın'dan ya da Yiğiter Uluğ'dan hem tecrübelerini dinlemek hem de spor tarihinden okumakla yıllar sürecek şeyleri dinlemek bir güzellik.

Ümit Kıvanç'ın sorularına cevap vermeye çalışmak (ki beyler Ümit Hoca'ya ilk dakika kesin kıl olacaksınız ama sonradan anlayacaksınız ne yapmaya çalıştığını) Tanıl Bora'nın ve İbrahim Altınsay'ın şiir tadında cümlelerini dinlemek bunlar her zaman olacak şeyler değil. Barış Kuyucu ile sabah sabah şam fıstığı yemek ve Emek Ege'nin ne güzel insan olduğunu öğrenmek de cabası. Bağış Erten ve kursun her şeyi Mustafa Taha'ya ise edecek teşekkür söyleyecek laf yok.

Eğer "Allahım ben süper başarılı olup, en güzel yerlere geleceğim" hırsına kapılmaz, sınıftakileri rakip değil arkadaş olarak görürseniz, sonuç ne olursa olsun tadından yenmez haftasonları sizi bekler. Öteki türlü de belki başarılı olursunuz ama gecenin ikisinde arayacağınız en az 10 telefon eksik olur rehberinizden.

Normal seviyede okuduğunu anlayan biriyseniz, kurs sonunda iyi kötü haber metni yazmayı öğrenirsiniz. Gerisi tamamıyla kader kısmet. Ama gerisiyle ilgili söyleyebileceğim tek şey kurumların isimlerine kanıp tercihler yapmayın. Ufak ve emin adımlarla ilerlemeyi tercih edin.

Not: Bir de eğer benim kadar şanslıysanız (ki bu konuda mümkün değil) iki sene önce gittiğiniz bir kurstan sertifikadan fazlasını alırsınız. O zamanlar "asistanım" olan hatun kişi şimdi gönlümün sultanı olaylar olaylar.

Kemal Mardin l 0 Yorum


Malum maçın bitiş düdüğünden beri herkesin elinde kalem kağıt, milletçe hesaba kitaba daldık. Transfer maliyeti hesabını bu kadar severken, tazminat hesabından uzak durmamız düşünülemezdi elbet. Telaffuz edilen meblağlar çeşitli; avucunu yalar diyen bile var, büyük çaplı bir serveti cukkalayacak diyen de. İşin nihayetiyle ilgili ise fikir ayrılığı yok gibi. Guus Hiddink’i topun ağzına koyduk, parayı denkleştirdiğimiz anda ateşliyoruz fitili.

Hiddink de bu işe gönülsüz durmuyor. Biliyor ki topun onu fırlatacağı yerde güzel günler görecek. Aynı iki Türkiye seferi arasında olduğu gibi. Bir yerlerde yine bir ulusun sevgilisi olacak ve onlara en mutlu günlerini yaşatacak; kendisine inanan bir ulusa. Biz böyleyiz baba, sen bilgini tecrübeni, bizim karakterimizle yoğuracaksın; öyle sıfırdan sistem kurmalar falan bize gelmez demeyecek bir ulusa.

Hiddink duygusalsınız dedi, az söyledi. Garibiz biz. Başka bir gariplik bizimki, adı konamıyor, tarif edilemiyor. Hollandalı geldiğinde, hiç kimsenin tartışamayacağı bir isim getirdik dendi. Yanlış! Bu topraklarda herkes tartışılır, hem de en başarılı olduğu günde bile.

Şimdi toplumsal konsensus Abdullah Avcı’dan yana. Sıfır baskı ve beklentiyle, yıllardır elindeki kadroların kalitesinin birazcık üstünde bir başarı elde eden ve alamet-i farikası ara sıra büyük takımları yenmek olan Abdullah Avcı. Gün bayram günüdür dostlar. Raks edin, kutlayın. Çiğ çiğ yiyebileceğimiz yepyeni bir teknik direktörümüz oluyor. İlk 6 ayda ezebilirsek başını, hepimize tam puan. 1 yılı çıkarabilirse, karnelerimize kırık yazar. Varsa Avcı’nın başarılı olabileceğine gönülden inanan, gelsin başımızın üstüne çıksın, liderimiz olsun. Bu kadar karanlık bir zamanda, iki metre önümüzü göremezken böylesine pozitif bakış açısı, dosta güven, düşmana korku salar ancak.

Ama zor maalesef, hatta düpedüz imkansız. Sorun Avcı’da değil, bizde. Sorun Terim’de değil, Hiddink’te de değil; yine bizde, hep bizde. Teknik direktörün adının bir anlamı yok bu noktada. Mourinho’yla Guardiola el ele versin, 2014’e bizi beraber hazırlasınlar, inanır mıyız başarıya? Kim garanti edebilir Rio’daki karnavalda yer alabileceğimizi? 2014’ün Haziran ayı geldiğinde, 32 millet bir araya gelip futbolun bayramını kutlarken biz hala, “Yerlinin gazı, yabancının aklı” tartışmasını yapıyor olmayacak mıyız?

Dünyada teknik direktör bol, istediğimiz kadar dener yanılırız. Arada da denk gelir seviniriz ama hep arada. Bu kafayla istikrarlı başarı, ancak en güzel hayallerimizi süsler. Çok geçmeden yine alır kalemi kağıdı elimize, başlarız tazminat hesaplarına. Halbuki bir kereliğine de zihniyetimizin tazminatını hesaplasak, sonra da kaç paraysa verip göndersek, kökten çözemez miyiz ki bu işi?