TAŞRA BASKISI

İSTANBUL VE TAŞRA BASKILARI AYNI ANDA ÇIKAN BLOG

Serhat Gürcan Gündüz l 23 Temmuz 2010 0 Yorum


Michael Jordan ve Hakeem Olajuwon. İkisininde efsane olduğu yılları canlı olarak izleyemedim. Jordan'ın Wizards, Hakeem'in Raptors senesi hariç geriye kalan yılları hep internetten indirilen videolar ve eski kasetlerden izleme şansım oldu. Onlardan sonra Kobe ve Shaq'ı uzun bir dönem birlikte ve canlı olarak izleyebildim çok şükür. Son 5-6 senedir ise en beğendiğim iki oyuncu LeBron ve Wade oldu. İkisini birlikte izlemek benim için Jordan ve Hakeem'i aynı takımda izlemek gibi olacaktı. Tabi ki aynı tadı veremez ama canlı izleme olasılığı olunca böyle oluyor işte. LeBron kararını açıkladıktan sonra oldukça mutlu olduğumdan ve deniz - kum - güneş üçlüsü Wade - Bosh - Lebron üçlüsünden daha güzel geldiğinden bu organizasyona ne olur diye düşünmek gelmedi içimden. Jordan ve Barkley'in açıklamaları ise rüyadan uyandırdı bütün basketbol severleri. Jordan "ben Larry Bird ile aynı takımda oynamayı tercih etmezdim" dedi. Charles Barkley ise LeBron'a daha sert bir şekilde yüklendi; "orası Wade'in takımı" dedi.
Bunları duyunca neden bu iki isimin bu kadar önemli iki efsane haline geldiklerini anladım. Bütün herkes "olmaz" demeye korkarken bu ikili sert biçimde eleştirilerini yapabildiler. Bende yazımda es geçmişim bu noktayı. Aslında es geçmek değilde, oyun kurucunun işi olduğunu savunmuşum top dağılımının. Önemli nokta ise kimin liderlik yapacağı? Bosh kendi takımında bile doğru düzgün liderlik yapamadığından onu es geçiyorum. Peki kim olacak yeni lider? Wade mi? Yoksa LeBron mu?

Barkley'in söylediği gibi "Orası Wade'in şehri". Fakat birde şu durum var, NBA'in en gözde oyuncusu, bazılarına göre en iyi oyuncu LeBron. İki senedir MVP oluyor. Peki kim liderliği üstüne alacak? LeBron Bulls'u seçmez, çünkü Jordan'ın gölgesinde kalmak istemez diyordum. Şuanda durum Wade'in gölgesinde kalacakmış gibi duruyor. Tamam çok iyi dostlar ama bu oyuncuların inanılmaz egoları var. Sorunlar teşkil edecektir. LeBron yüzük için buraya geldi. Bunu herkes biliyor. Zaten bilmesine gerek yok, kabak gibi ortada bu gerçek. Peki ya efsane olma isteği? Yani LeBron "2-3 sene Miami'de yüzük kazanır, ondan sonra gidip tek başıma bir yüzük alırım" düşüncesinde değildir. Bir Miami efsanesi olarak mı kalacak yoksa? Yani aslında Barkley bizi uyandırdı. Orası gerçekten Wade'in şehri. Hani "sen yokken ben vardım" durumu mevcut. LeBron ikinci adam olarak mı kalacak? Bunu aklım almıyor işte. "Dağdan inip, bağdakini kovma" durumu mu olacak yoksa? Eee öyle bile olsa Wade buna izin verir mi? Model olarak Celtics'i düşünelim. Takımın yıldızı Paul Pierce. İkinci isim ise Ray Allen. Üçüncü yıldız isim ise Kevin Garnett. Bu modeli Miami uygulayamaz. Ray Allen gibi değil LeBron. Sürekli konuşur ve takım dinamiklerini parçalar. Ray böyle bir oyuncu olsaydı, Paul Pierce'ı Boston'da ikinci isim olmaya zorlasaydı Paul buna izin vermezdi. Yani Wade'de buna izin vermeyecek. Garnett'in pozisyonunda ise Chris Bosh tamamen aynı. Patlayıcı bir unsur, Big Three içinde ama bu takımın lideri ben değilim diyor.

Bütün bunlar düşünüldüğünde popülaritesi sayesinde bu takımın lideri LeBron olacaktır diye düşünüyorum. Wade ise Ray Allen gibi olacaktır. Bosh ve Garnett ise zaten birebir uyuyorlar. Ne olursa olsun, çok iyi dost olan bu ikilinin dostlukları bozulmayacaktır. Fakat önümüzdeki sezon her takımın Real Madrid stratejisi ile bütün yıldızları kendi takımına toplama düşüncesi daha fazla olacaktır. Alıştığımız, her NBA takımında 1-2 yıldız oyuncu olması ilerleyen senelerde değişebilir. Yani Anadolu ekipleri durumu oluşabilir NBA'de. Aman dikkat...

Serhat Gürcan Gündüz l 0 Yorum


Senelerdir Fenerbahçe taraftarlarına, sezon öncesi bu kadar ümit veren başka bir basın toplantısı olmamıştır sanırım. Basın toplantısının olduğu gün, Aykut Kocaman'ın açıklamalarının canlı yayınlanacağı bir kanalı açtım. Aykut Kocaman konuşmaya başladı. İlk başta klasik, her teknik adamın söylediği şeyleri söyledi. Fakat daha sonra Fenerbahçe'nin değişen yüzü olduğunu bir daha kanıtladı. Transferler ile ilgili bilgi verdi, kendi sorumluluklarını anlattı, Güiza konusuna değindi, yani kısaca söylemek gerekirse merak ettiğimiz her şeyi doğru bir şekilde anlattı. Ağzım açık bir şekilde kendisini dinlerken, "bu hafta 2 transfer açıklayacağız" diyerek beni tamamen dağıttı. Yahu hocam, değişiyor Fenerbahçe ama bu kadar hızlı değil. Alışık değiliz biz bu tarz hareketlere. Fenerbahçe teknik direktörü "bu hafta içinde 2 transfer açıklayacağız" diyor. Her neyse, başlı başına şaşırtıcı olan bu durumun ardından basın toplantısı bitti. Kafamda "gerçekten Fenerbahçe değişiyor mu?" soruları dönmeye başlamıştı çoktan. Krasic sorulduğunda, "teklif yaptık, olmadı" şeklinde bir cevap vermişti Aykut Kocaman. Yani o şekilde söylemedi tabi ki, ama lafı oraya getirdi. Bunu düşündükçe yeni transferin Fenerbahçe'nin değişip değişmediğine işaret olacağı aklıma geldi. Krasic istendi olmadı, Hazard dediler onuda alamadılar. "Şimdi kalkıp tamamen zıt bir adam getirirlerse, transferler yine eski moda biçimde olacak" diye düşünüyordum. Nasıldı o eski moda transferler? Başkana teknik direktör isimleri verirdi. Menajerler kendi futbolcularını getirir, kasetler izlenirdi. Beğenilen oyuncu hocaya gösterilir," bunu sana alalım mı?" denir, hoca olmaz derse 2 yenilgi sonrası kovulacağı için, "alalım" derdi. Bütün Fenerbahçe'liler acaba transferler ne zaman açıklanır diye düşünürken, gece saat 01.00 sularında, Issiar Dia açıklandı. Fransa liginde Nancy'de oynarken alınan Dia, Stoch, Hazard ve Krasic ile aynı tarz oynayan bir oyuncu. O zaman gerçekten emin oldum. Aykut Kocaman'ın istediği oyuncular geliyordu Fenerbahçe'ye. Hemde takımın o alıştığımız yavaş, bol yan paslı, Alex'in eline bakan oyun tarzının dibine dinamit koyarcasına yapılan transferlerdi. Kaleye direk giden, hızlı hücuma kalkan bir Fenerbahçe yaratıyordu Aykut Kocaman. Hem Stoch, hemde Dia oldukça hızlı oyuncular. Topu alıp direkt olarak kaleye yöneliyorlar. Adam eksiltiyorlar, pasları da oldukça isabetli. Eminim herkes aynı fikirdedir. Fenerbahçe değişiyor. Kurumsal olarak da Düzce'de yapılan yeni tesisler, Ataşehir'de ki basketbol salonu Fenerbahçe'nin çağ atladığının göstergesi. Aziz Yıldırım'ın bir iddiası vardır sürekli olarak dile getirdiği, "Fenerbahçe bir dünya kulübü olacak" şeklinde. Şimdi bu iddianın gerçek olabilmesi için 2 engel kaldı önünde. Birincisi Aykut Kocaman'ın istediği ve tarif ettiği forvetin alınması. İkinci engel ise başarısız bile olsa Aykut Kocaman'a sahip çıkılması. Göreve geldiği günden beri işler olumlu gidiyor. Hocanın söylediği gibi "oyunculara taviz" verilmiyor. Yapılan transferler son dönemlerinde Fenerbahçe'den alacakları para için değilde, Fenerbahçe'ye bir şeyler vermek isteyen oyunculardan seçiliyor. Birde Aykut hocaya istediği ve ihtiyacı olan zaman ve sabır verilirse, çok farklı bir Fenerbahçe izleyeceğiz ilerleyen senelerde.

Kemal Mardin l 22 Temmuz 2010 0 Yorum


Süper Lig'den sonra bugün de Bank Asya 1. Lig'in fikstür çekimi yapıldı. 22 Ağustos'ta başlayacak ligin ilk hafta eşleşmeleri şu şekilde oluştu:

Erciyesspor - Orduspor
Karşıyaka - Gaziantep B.B
Diyarbakırspor - Rizespor
Denizlispor - Güngören Belediye
Samsunspor - Akhisar Belediye
TKİ Tavşanlı Linyitspor - Altay
Adanaspor - Mersin İdmanyurdu
Ankaraspor - Kartalspor
Giresunspor - Boluspor

Kafadan, Çukurova derbisiyle başlıyoruz. İlk haftadan lige heyecan gelmesi açısından iyi bir eşleşme. Geçen sene Adanaspor - Mersin maçları epey olaylı geçmişti. Bakalım bu sene sular durulacak mı, yoksa kaldığımız yerden devam mı?

Bir sonraki haftada ise ligin bir diğer önemli rekabeti olan Orduspor - Giresunspor mücadelesine tanık olacağız. Ayrıca Giresunspor cephesinde, düşman komşusuyla oynayacağı maç kadar ilk haftada oynayacakları Boluspor maçı da dikkat çekiyor. Zira bu sezon Boluspor'u, Giresunspor'dan pek de sevimli bir şekilde ayrılmayan Levent Eriş çalıştırıyor. İlk iki hafta Karadeniz'de hareketli maçlar olacak gibi.

Ligin gerçek anlamdaki tek derbisi ise 4. haftada Altay ile Karşıyaka arasında. Alışageldiğimiz üzere federasyon yine bu maçı ilk haftalarda oynatıp kurtulmanın peşine düşmüş. Son haftalarda İzmirliler birbirlerine yatar fobisinden bir türlü kurtulamadılar. Bu maçla birlikte Altay ve Karşıyaka'nın 4. haftadan geç oynatılmama serisi 5 sezona çıkmış oluyor.

Genel itibariyle 1. Lig'de derbi sayısının azlığı ve takımların birbirlerine denk olması sebebiyle fikstür avantajı diye bir şeyden bahsetmek çok da mümkün değil aslında. Sadece son altı maçlarının dördünü evinde oynayacak iki takım olan Karşıyaka ve Giresunspor'un görece avantajlı olduğunu söyleyebiliriz.

İyi dileklerle bitirelim. Kavgası, gürültüsü az, futbol ve yayın kalitesi yüksek, hak edenin kazandığı, teknik direktör kıyımının yaşanmadığı, temiz bir lig olsun. Bütün takımlara başarılar.

Cengiz Bahadır Özdemir l 0 Yorum

Sezona fırtına gibi giren ve beş kez birincilik kürsüsüne çıkan, iki kez de duble yapan Red Bull Racing'te sular durulmuyor. Takımdaki ''birinci belli değil, ikinci kim'' kavgası haftalar geçtikçe büyüyor. Aslında sezon başında bazı şeylerin patlak vereceği düşünülüyordu. Vettel'e büyük yatırımlar yapan Red Bull, Webber'i ikinci pilot olarak görüyordu. Ancak Webber aldığı sonuçlarla takıma mesaj veriyordu. Takım patronu Chris Horner da durumun farkına varmasına rağmen Webber'i açıkça desteklemiyordu. Ama İstanbul'daki kazadan sonra yaşananlarla duruma açıkça el koymak zorunda kaldı. Gelin, İstanbul Park'taki olayı ve sonrasında yaşananlara şöyle bir göz atalım:


İstanbul'daki kazadan sonra Vettel, önce el hareketiyle takım arkadaşı Webber'e bir şeyler yapmış, sonradan kafasını sallayarak Red Bull alanına gitmişti. Burada hemen gizlice bir görüşme yapılmış ve Vettel birkaç dakika sonra dışarı çıkıp takım sorumlusu Chris Horner ve diğer teknik ekiple tokalaşmıştı. Hatta bu sırada Horner'ın Vettel'in kulağına bir şeyler söylediğini de kameralar göstermişti. Ardından Vettel yaptığı açıklamada, kendisinin içeriden takım arkadaşını geçmeye çalıştığını söylemişti. Webber'e ise bir suçlamada bulunmamıştı. Bu olaydan sonra takım içinde huzursuzluk olmaması gerektiğini de sözlerini eklemişti.
Bu açıklamadan birkaç saat sonra Webber de çeşitli açıklamalarda bulunmuştu. Kazanın sorumlusu olarak Vettel'i göstermiş ve Alman pilotun hızının iyi olduğunu ancak çabuk dönmeye çalıştığını ve bunun da kazayı getirdiğini belirtmişti.
Chris Horner ise pilotların hangisinin hatalı olduğunu söylemek için erken olduğunu ifade etmişti. O daha fazla takımla ilgili açıklamalarda bulunmuş ve bu kazanın çok önemli puanları götürdüğünü söylemişti. Ancak yarışçıların birbirlerini geçerken biraz daha dikkatli olması ve birbirlerini sıkıştırmamaları gerektiğini de eklemişti. Böylece iki pilota da bundan sonraki yarışlarda mesajını iletilmiş oldu.
Ertesi gün, Webber ve Vettel'in ufak bir toplantı yapacağı söylenmişti. Webber'in, Avustralya'daki bir gazeteye verdiği demeçte bu toplantının yapılması gerektiğini ifade etmişti. İki tarafın da görüş farklılığı olmasının önemli olmadığını ve bu konuda orta bir yol bulunabileceğini de eklemişti. Ardından Red Bull'un internet sitesinde yaptığı açıklamalarda takım olarak birlikte olduklarını ve bu kazanın aralarını bozmayacağını söylemişti. Chris Horner da bu görüşü destekleyip iki pilotun arasında sorun olmaması gerektiğini ve bunun için ufak bir görüşme yapabileceklerini belirtmişti. Takım olarak bu yarışı kaybettiklerini kaydeden Horner, Webber'i suçlamanın gereksiz ve yanlış olduğunu eklemişti. Birkaç gün sonra Chris Horner, teknik ekipten Adrian Newey ve Helmut Marko'nun eşliğinde Vettel-Webber görüşmesi yapılmıştı. Bütün detayların konuşulduğu bir toplantı olduğu söylendi. Vettel ''Red Bull bizim için çok önemli işler yapıyor ve takımın kaybetmesinde payım olduğu için çok üzgünüm'' demişti. Webber'le her zaman çekişeceklerini ekleyip birlikte çalışmalarının bu rekabeti engellemeyeceğini vurguladı. Webber de benzer şeyler söyleyerek Kanada GP'sine odaklanmaları gerektiğini ifade etti.

Bunlardan sonra Red Bull, Mark Webber ile sözleşmesini 1 sene daha uzattı. Böylece Vettel-Webber ikilisi bir sene daha birlikte yarışacaklardı. Sözleşmeyle ilgili Barcelona GP'sinden beri konuştuklarını ifade eden Webber, yeni sözleşme imzaladığı için çok mutlu olduğunu söyledi. Bütün takımla çok iyi anlaştığını da eklemeyi unutmadı. Chris Horner da anlaşmayla ilgili olarak Vettel'in ve Webber'in birlikte yarışmasından mutluluk duyduğunu ifade etti. Bu anlaşmadan birkaç saat sonra Vettel de açıklamalarda bulundu. Takımdaki birinci pilot konusunda belirli bir şey olmadığını ve takımın da Webber'le olan çekişmesini desteklediğini ifade etti.
Valencia'daki yarışta, Webber'in kazasından sonra Red Bull'daki sürücüler kavgasının ikinci boyutu ortaya çıktı. Kazanın ardından Webber için yeni şasi üretileceği söylendi. Ancak daha sonra alınan bir kararla Webber'in yeni aracına, Vettel'in eski şasisinin ekleneceği bildirildi. Monaco'daki yarıştan sonra Vettel o şasiyi kullanmamıştı. Bu olayın ortaya çıkmasıyla yeniden pilotların arasının açılacağı söyleniyordu. Webber ise yaptığı açıklamada bunun önemli olmadığını ve eski şasisinin düzeltildiğini söyledi. Böylece pilotlar arasında oluşabilecek yeni bir kavgaya alet olmuyordu. Takım patronu Horner da olayın büyütülmemesi gerektiğini ve bu durumun normal olduğu ifade etti.

Silverstone yarışı gelmiş, çatmıştı. Pole pozisyonunu alan Vettel aracından memnun olduğunu söylerken, Webber ise ikinci olmasına rağmen araçtan memnun olmadığını ifade etmişti. İşte burada tekrar çatlak oluşmuştu. Çünkü Webber, aracının ön kanadından şikayetçiydi. Sıralama turlarında ön kanadını değiştiren ve İngiltere'ye getirilen iki ön kanadı da kullanan Vettel durumun abartılmaması gerektiğini söylüyordu. Webber ise bu durumdan fazlasıyla rahatsızdı. Bu rahatsızlıkla Silverstone yarışına girecekti.
Yarışta Webber, Vettel'i daha ilk turda geçip liderliği bırakmayınca bir zafer daha kazanmış oldu. Ancak zaferini kutlarken takıma telsizden verdiği ''İkinci pilot için hiç de fena olmayan bir zafer'' mesajı bir anda soğuk duş etkisi yaratmıştı. Webber için söylenebilecek tek şey ''Adam haklı beyler'' olmalı. Çünkü aracındaki ön kanadın çıkarılıp Vettel'e takılması ve pozitif her yeniliğin önce Vettel'in aracına uygulanması, Avustralyalı pilotu çileden çıkarmıştı. Aylardır Horner ''Takımda ayrım yok'' dese de ne kadar büyük bir ayrımın olduğu gün gibi aşikardı. 33 yaşındaki Webber'le uzun süreli bir plan yapmayı düşünmüyor olabilirlerdi. Ancak bu işin bir etiği, kuralı olmalıydı. Horner ise bu etikten habersiz bir şekilde oyalama taktiklerine devam ediyordu. Yarıştan sonra yaptığı açıklamada her şeyin üstesinden gelineceğini ve durumun düzeltileceğini söylüyordu. Vettel ise ihtiyatlı konuşuyordu. Sonuçta bu kavga, onun başarısız sonuçlarını gölgede bırakıyordu. Takım içindeki durumun çok iyi olmadığını ve bunun düzeltilmesi gerektiğini söylüyordu. Yani Horner'dan farklı bir şey demiyordu.

İlerleyen günlerde ise Webber, avantajlı konumunu bozmaya başlamıştı. Önce ''Bilseydim sözleşmemi uzatmazdım'' diyerek eksi puan aldı. Ardından ''Bu şekilde kazanmak zaferimi daha güzel hale getirdi'' diyerek sanki olumsuz havanın oluşmasından zevk aldığını belirtir bir açıklama yaptı. Webber'e de tepkiler gecikmedi. Takım arkadaşı Vettel bile bu sefer açık bir şekilde açıklamaların yanlışlığından ve sorunun takım içinde halledilmesinden bahsetti. Haklıydı da. Çünkü ne kadar çok spekülasyon yaratılırsa, takım da o denli zarara uğrar. Takımın zarar uğraması da iki pilotun da işine gelmez.
Ardından yine bir toplantı yapıldı. Bu sefer Horner-Webber arasında gerçekleşti toplantı. Bu toplantı sonunda işler daha da ilginçleşti. Webber, Silverstone'dan sonra çok fazla konuştuğunu ve takım içinde kalması gereken meselenin dışarıya çıkmasına sebep olduğunu ifade etti. Horner da durumun düzeltildiğini ve artık fazla büyütülmemesi gerektiğini söyledi. Ancak ağzındaki baklayı da çıkarmak zorunda kaldı: ''Webber'le en fazla iki sene daha birlikteyiz ama Vettel'le daha 10 yıl beraberiz''. Bu açıklamanın üstüne yapılacak fazla bir yorum kalmıyor. Webber her ne kadar ''Şu anda önde olan pilot benim, bundan sonra ben öncelikli olacağım'' diye düşünse de takımın ne gibi hesapların peşinde olduğu belli.

Ancak görüşmeden sonra en sert açıklamalar sportif direktör Helmut Marko'dan geldi. Şampiyonada önde olan pilotun ön kanadı almasının normal olduğunu söyleyen Marko ''Webber iki sene önce neredeydi, şimdi nerede? Bu takıma çok şey borçlu olduğunu bilmeli'' diyerek adeta Avustralyalı'ya ayarın kralını veriyordu. Bunun ardından Vettel de meseleye tekrar dahil olarak Webber'le çok iyi bir ikili olmadıklarını ama birlikte yarışmak zorunda olduklarını belirtti. Yani bu alanda kim geri adım atıyorsa, onun üstüne daha fazla gidiliyor. Webber biraz geri adım attığı anda takımda istenmeyen adam oluyor. Oysa hakkını aradığı vakit takımın geri kalanı alttan alır bir davranış içine giriyor. Bir F1 takımına yakışmayacak durum bu. Zaten bu rezilliği gören Red Bull'un patronu Dietrich Mateschitz olaya son noktayı koydu: ''Bu takımda birinci veya ikinci pilot yoktur. Silverstone bir istisnadır''. Hani ağanın sözünün üstüne söz söylenmez derler ya, bu da öyle bir açıklama işte. Başkan olaya el koydu ve konu kapanmış oldu.
Ben Webber tarafındayım. Evet, Vettel önde olan pilot ve form olarak Webber'e göre daha iyi. Ancak bu kadar kritik bir karar verilirken bazı şeyleri de düşünmek gerek. Vettel henüz çok genç ve bu tip avantajları gördüğü müddetçe Webber'e olan saygısında azalmalar meydana gelir. Webber belki iki sene önce bu kadar önemli bir pilot değildi -ki buna da katılmıyorum- ama artık büyük bir takımda ve istenileni yerine getiriyor. Kalkıp bu adama, Ferrari zamanlarındaki Barrichello muamelesi yaparsanız yakışık almaz. Üstüne de ''Bizde pilot ayrımı yok'' derseniz, insanlar ağızlarıyla gülmezler. Ayrıca bunun bir de diğer takımlara yansımaları da var. Diğer takımlar da bu kavgadan nemalanmak isteyip sürücülerin konsantrasyonunu bozmaya çalışacaklardır. Horner ve ekibi artık takımı ayakta tutmaya çalışmalı. Vettel'e bu kadar imtiyaz vermek ve onu bu derece şımartmak takıma yarar sağlamaz.

Efe Yılmaz l 2 Yorum

Atilla çok güzel bir yazı yazmış. Sabah uyanınca okudum, genellikle ikimiz iyi arkadaş olmamıza rağmen en basit konu üzerinde bile saatlerce tartışırız ama bu sefer yazdıklarının %99'una katılıyorum. (bu bizim için bir rekor)  Galatasaray taraftarıyım, bunu söylemekte bir sakınca görmüyorum çünkü eleştirilmesi gerektiği yerde kendi kulübümü eleştiren birisiyim. Dün yaşananlar nereden bakarsanız bakın bir skandal. Yönetim skandalı, teknik direktör skandalı ve en az suçlu onlarda olsa futbolcular için de bir skandal bu olay.

Yamulmuyorsam Galatasaray ya geçen sene yahut iki sene evvel yurt dışı kampımda gurbetçilerle bir sıkıntrı yaşamıştı. Antrenman sonrası imza isteyen taraftar ile futbolculardan ki sanırım Sabri olabilir (yanlışım varsa biriniz söyleyin) tartışmıştı. Sonuçta olayı analiz etmek lazım. Yurt dışında yaşayan taraftar bu takımı daha az izliyor, daha az görüyor bunu anlarım. Ama bir insan kendisine imza vermeyen futbolcuya "Cipleri alıyorlar, kızlara biniyorlar şerefsizler" diye girişirse bu taraftarlık, sevgi değil düpedüz Galatasaray taraftarının yozlaşmışlığıdır. Ali Samiyen bitik, yurt dışındaki taraftarlar bitik, gerçekten siz sevgili okurlar üzerinize alınmayın ama ben Galatasaray taraftarının %90'ının nefret ediyorum. Ben de fevri bir insanım Arda'nın yerinde olsam sanırım ben de inerdim otobüsten aşağıya. Adamın biri küfür ediyor, Arda "Önce o bana küfür etti diyor". Cevap ise çok komik, "Sen profesyonelsin Arda". Bir insan profesyonel diye küfürü hazmetmek zorunda değil.

Gelelim konunun diğer boyutuna. Olayda Arda suçludur, çünkü otobüsten inmiştir. Atilla'nın dediği gibi birisi orta bir şey yapsa bu çocuklara şimdi bu yazıyı yazmak yerine oturup ağlıyorduk. Frank Rijkaard ve Neeskens'in ise kimse bana artık liderliğinden bahsetmesin. Bu ikili takım otobüsünde kapının açılmasını engelleyemiyorsa, çok sevdiğim kıvırcık ve futbol dehası Neeskens'e inancım sıfırlanmıştır. Yönetim ise geçmiş senelerde yaşananlardan sonra o otobüsün güvenliği için hiçbir başvuru yapmıyorsa, kulüp yönettiğini falan zannetmesin. Dün Arda Turan ve Sabri başta olmak üzere bir çok futbolcumuzun başına garip şeyler gelebilirdi. Taraftar olarak çok üzgünüm. Herşeyini sevdiğim bu takımın başına gelenler hem üzücü hem de zihinsel olarak olmamız gereken yerin ne kadar uzağında olduğumuzu bize gösteriyor. Sezon başlamadan tadım fena halde kaçtı, bakalım kocaman bir sene nasıl geçecek.

Atilla Nesipoğlu l 0 Yorum


Siz sabah kaltığınızda okuyacaksınız ben geceden yazmak istedim. Daha ülke sınırları içindeki çekişme başlamadan futbolsuz kalacağımız belli oldu. Diğer maçlar için içimizde umut taşısak da ligimizin zirvesi olan F.Bahçe-G.Saray maçları için benim umudum kalmadı. Belli oldu ki iki takımın bu jenerasyonları değişmedikçe ve alttan gelenler aynı nefretle beslendiği sürece bu böyle devam edip gidecek.

Sırasıyla gidelim. Maç öncesi yöneticiler ateşin altına odun attılar mı? Hayır. Antrenörlerin karşılıklı tahrik edici açıklamaları var mı? Yok. Tribünde yerini almış taraftarlar eşit şekilde ve yer yer yana oturmuşlarken olay çıktı mı? Buna da hayır. En büyük günahkar medyada transfer haberleri yazmanın peşinde maçla pek ilgilenmemişken bu yaşananlara ne sebeb oldu. Cevap açık ve net. Futbolcular!

Sıradan gidelim önce Selçuk. Hakeme çelme takıp kendini attırıyor oyundan. Bu nasıl spor ahlakı, bu nasıl meslek saygısı. Geçelim Bilica'ya. Kendi takımının taraftarlarının da dahil olduğu genel çoğunluğun nefret ettiği biri olmayı başardı. Her maç bu nefretin üzerine bir şeyler koymaya devam ediyor. İstikrar abidesi Bilica. Tebrikler.



Arda Turan, Bilica'nun aksine herkesin sevgilisi olmuş bir isim. gülen yüzü ve yeteneği ile diğerlerinden farklı baktığımız adam. Ama nasıl oluyorsa veya ne içiyorsa F.Bahçe maçlarından önce bir haller oluyor ona da. Sahadaki 22 kişi arasında futbol kalitesi en yukarıda olanı o. Fakat her düdük çalışında ağzını açma sevdası onun da diğerleri ile aynı kefeye girmesine neden oluyor. Ya Sabri'ye ne demeli. Tamam düzeldi demiştik oysa ki. İlk sinyali sahada verdi. Maç sonunda da müthiş bir finalle geri döndüğünü ilan etti.
 
Maç bitmiş. Otobüstesin taraftarlar sana hareket yapmış. Sen cevap vermişsin. Verme kardeşim. Çek perdelerini işine bak, yoluna devam et. Sen kapıları açtırıyorsun aşağı iniyorsun. peşinden takım arkadaşların. Hurra, meydan savaşına! O karambolde biri saplasa bıçağı birinize kim verecek hesabını. Nasıl çıkacaksın olayın içinden. Adam bana hereket çekti indim gırtlağına sarıldım. Nereden tutsan elinde kalıyor. O otobüsün sorumlu yöneticisinden başlayıp, Rijkaard'dan devam edip, futbolcusuna herkesin ifadesini almalı cezaları vermeli Adnan Polat.

Futbolun beyefendilerinden Aykut Kocaman'da ilk antremanda hizaya çekip takımına sormalı, ne yaptığınızı sanıyorsunuz diye? Özellikle Selçuk, Bilica, Christian üçlüsüne. Neden tekmelerle tokatlarla oynadınız. Nedir her poziyonda rakibe çift dalmanızın sebebi. Varsa çözemedikleri bir husumet halledilmeli.

Durumun bu olduğu bir gecenin ardından ben izleyemesemde yorumlar yapilmiş. Cana'nın, Mustafa Sarp'dan farkı yok demiş Rıdvan Dilmen. Eleştiriler okuyorum bu yoruma karşılık. Ben 90 dakikayı izledim. Yeşil sahada Arda dışında bir futbolcunun diğerinden farkını göremedim. Attığı golde Andre Dos Santos, ara ara da Stoch onun yanına yaklaşabilenler.

Var mıydı Alex'in Servet'den farkı son düdük çaldığında. Olmasını beklemek hata. Taktik tahtasına çizilenlerin, antremanlarda çalışılanların unutulduğu bir maçta bundan fazlasını görmek imkansız. O kadar çok nefret ediyorlarki bu adamlar birbirlerinden üstlerine giydikleri formanın sarı-lacivert mi, sarı-kırmızı mı olduğunu bile unutuyorlar. Onlar yüz yıllık derbiyi değil kendi aralarındaki başka bir maçı oynuyorlar. Bizde mecburen izliyoruz başlattıkları kan davasını. 

Cengiz Bahadır Özdemir l 21 Temmuz 2010 0 Yorum

WRC'de Sebastien Löeb yine şampiyonluk yolunda emin adımlarla ilerliyor. Arkasında da Sebastien Ogier'i almış durumda. Yani Citroen bu sene de pilotlar ve takımlar sıralamasında işi bitirecek gibi. Ford, Finlilerinden bu sene iyi bir sonuç alamadı. Seneye hangi pilotu elinde tutup, hangisini yollayacakları belli değil. Ama benim değinmek istediğim konu başka. 20-22 Ağustos tarihleri arasında yapılacak Almanya Rallisi öncesinde eski pilotlardan haberler var.

Bunlardan ilki benim için bir ilah olan Carlos Sainz'dan geldi. Efsane pilotun, Almanya Rallisi'nde yarışabileceği söyleniyor. En son 2005'te Yunanistan-Akrapolis Rallisi'nde yarışmış olan İspanyol sürücünün bir kez daha burada mücadele edebileceği söyleniyor. WRC'den sonra Dakar'da yarışmaya başlayan pilot, 2010 yılında şampiyonluğa ulaşmıştı. Almanya'da daha önceden üç kez yarışan Sainz'ın en iyi derecesi üçüncülük olmuştu. Volkswagen Scirocco ile yarışmayı planlayan Carlos Sainz, henüz hiçbir şeyin kesinleşmediğini ama yarışma ihtimalinin bile kendisini heyecanlandırdığını belirtmiş. Sadece heyecanlanan kendisi olmayacak tabi ki. Ben de bu efsaneyi yeniden izlemek için torrent sitelerine hücum edip yarışı indireceğim. Ayrıca yakın bir zamanda Volkswagen'in WRC'ye katılacağı da konuşuluyor. Sainz iyi bir başlangıç olacaktır.
Bir başka güzel haberse Francois Duval'den geldi. Stobart M-Sport Ford takımı ile Almanya'da yarışacağını açıklayan Belçikalı sürücü, böylece 2008'den sonraki ilk yarışına çıkmış olacak. Henüz 28 yaşında olan sürücü, Citroen'deki sorunlar yüzünden ralliden soğumaya başlamış ve bir daha da kendini toparlayamamıştı. Son senesinde Ford'ta bir şeyler yapmaya çalışmış ancak istenilen seviyeye ulaşamayınca ralliyi bırakma kararı almıştı. İşin ironik olan tarafı ise, zamanında Citroen'de yerine getirilen Carlos Sainz'la bu defa farklı araçlarda ve serbest bir şekilde yarışma ihtimallerinin olması. 2005 yılında Citroen'in Duval yerine Sainz'ı getirmesi ile Belçikalı sürücünün kariyerinde de düşüş başlamıştı. Duval, Almanya'da altı kez yarıştı ve iki kere ikinci oldu.

Sainz, Duval gibi isimleri görünce aklım maziye gidiyor. McRae'li (rip), Burns'lü (rip), Auriol'lü, Makinen'li, Grönholm'lü günleri düşünüyorum. Oradaki heyecanın zerresinin kalmadığını görüyorum. İçim iyice sıkılıyor. Bu arada bir not düşelim: Ogier, Citroen'le olan sözleşmesini uzatmış. Yani Löeb-Ogier Citroen'de kalmaya devam ediyor. Daha 1-2 sene Citroen hakimiyeti sürecek gibi.

Kemal Mardin l 0 Yorum

Şadi Çolak, Göztepe'yle anlaşmasının ardından, bu sezon çok gol atacağım pozu verirken.
Kartalspor, 2 Kasım 1986 doğumlu olduğu için 58 gün ile bu sezon 1. Lig'de oynama hakkını kaybeden Shaibu Yakubu'nun boşluğunu, Şadi Çolak ile doldurmaya çalışacak. Peki doldurabilecekler mi? Şüpheli!

28 yaşındaki Şadi, bundan iki sene öncesine kadar gol denince, akla ilk gelen isimlerden birisiydi. Amatör kümede oynarken kırdığı inanılmaz gol rekorları -bir sezonda penaltısız 130 gol gibi- hala baki olan tecrübeli oyuncu maalesef iki sezondur büyük buhrana girmiş durumda. Son iki sezonda toplam 41 maça çıkıp sadece 5 gol atabildi. 2007/2008'de Diyarbakırspor formasıyla 10 gol attıktan sonra, Rize'ye giden Şadi'ye memleketinin havası yaramadı. Burada sergilediği kötü performansla eleştirilerin odağı haline geldi ve kendini 2. Lig'de buldu. Geçtiğimiz sezona Göztepe formasıyla başladı. Ancak burada da beklentileri karşılamaktan çok uzak kaldı ve sadece iki gol atabildiği ilk yarının ardından Orduspor'a gönderildi. Fazla forma şansı bulamadığı Ordu'da çıktığı yedi maçta ise hiç gol atamadı.

Kariyerinde çıktığı 248 maçta 104 golü olan Şadi'nin golcülük yeteneklerine diyecek yok ama artık el bombası kıvamına gelmiş durumda. Kimin tarafında patlayacağını kestirmek zor. Berbat geçen iki sezonun ardından mutlaka bir nebze kıpırdanacaktır ama bu kıpırdanma geçen sezon 14 gol atan Yakubu'nun performansını yakalamasına yeter mi bilemiyorum.

Bu noktada Şadi'nin şu açıklamasını da paylaşmak lazım:

"Futbolu bıraktıktan sonra memleketim Rize'de yaşamayı düşünüyorum. Babamın kasap dükkânında çalışırım herhalde. Gezmeyi de pek sevmem. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerden hoşlanmıyorum. Bu şehirlerde insanlığın kalmadığını düşünüyorum. Oysa küçük yerlerde insanlar her zaman birbirine yardımcı olur. Yani bir samimiyet vardır oralarda."

Zamanında böyle bir açıklama yapan Şadi'nin şimdi, Türkiye'nin en büyük şehrinde huzurlu ve mutlu bir ortam yakalaması bence zor. Hedefleri çok yüksek olmayan bir takımda oynayacak olması avantaj ama yine de mental sorunlarla dolu bir sezon daha geçireceğini düşünüyorum.

Cengiz Bahadır Özdemir l 20 Temmuz 2010 2 Yorum

Yaz tatilim dolayısıyla spora epey uzak kalmıştım. Ancak döndüğüm sırada gördüğüm bir haber beni ziyadesiyle mutlu etti. Yıllarca Derya Büyükuncu'ya bağlı kaldığımız, onun performansını sürekli eleştirdiğimiz bir zamanda (sanki başka sporcumuz varmış gibi) pırlanta gibi bir genç yüzmede yüzümüzü güldürdü. Ediz Yıldırımer 1993 doğumlu. Kendisi 2008 Pekin Olimpiyatları'na da katılmış ve bu alanda en genç üçüncü katılımcı olmayı başarmıştır. Her ne kadar finallere kalamamış olsa da 15 yaşındaki bir gencin olimpiyatlarda bizi temsil etmesi önemli bir gelişmeydi.

Aslında internette ufak bir araştırma yapıldığında Ediz ile ilgili pek çok hayat hikayesi görebiliriz. 1999 Depremi sonrasında taşınmalarını, burs kazanarak ABD'de eğitim görmeye başlamasını ve tekrar yurda dönmesini pek çok yerde bulabiliriz. Genç yaşta başına onca şey gelmesine rağmen şu anda en çok konuşulan sporcular arasına girmiş durumda. Bu da azmin bir zaferi olsa gerek. 2008'deki kısmi başarısızlıktan sonra 2009'da bir başka haberle Ediz gündeme geldi. Ohio'daki Junior National Championships yarışlarında 15:11:41'lik derecesiyle Junior rekorunu kırarak şampiyon oluyordu. Geçtiğimiz günlerde ise Helsinki'deki Avrupa Gençler Yüzme Şampiyonası'na Türkiye adına katıldı. İkinci gün, 1500 metre serbestte üçüncü olarak bronz madalya alan sporcumuz, ardından 800 metre serbestte 8:03:17'lik dereceyle altın madalya alarak büyük bir başarıya imza attı. Türkiye adına, Avrupa Şampiyonası'nda altın madalya kazanan ilk yüzücü olmayı başaran Ediz Yıldırımer şimdiden Türk spor tarihine geçti.
Şu anda her şey iyi gidiyor. 2012 Olimpiyatları'na katılacağını da düşünürsek bu tip başarıların daha büyüklerine de hazırlıklı olmalıyız. Ancak benim canımı sıkan bir durum var. Ya medya yine olayları şişiriyor ya da bu genç sporcumuz biraz erken konuşmalara başlamış. ''Amatör'' olarak gösterilen spor dallarıyla uğraşan kişilerin, uluslararası müsabakalarda madalyalar aldıktan sonra ''ilgisizlikten şikayetçi olmaları'', ''devletin kendilerini desteklemediğini belirtmesi'' artık moda olmuş durumda. İşte son olarak Tuğba Karademir buz patenini bıraktı. Bırakırken de ilgisizliği ve devletin kendisini desteklememesini dile getirdi. Bunların hepsi doğrudur ancak sadece bu mazeretlere sığınarak dikkat çekmeye çalışmakla bir yere varılamaz. Öyle olsa en çok taekvando, halter ve judo sporu ile uğraşanların isyan etmesi gerekirdi. Buradaki sporcularımız neredeyse her ay madalyalarla ülkeye geliyorlar.

Konu dallanıp budaklanmadan Ediz'in bazı açıklamalarını yazmak istiyorum. Üstte de belirttiğim gibi, bunlar medyanın uydurması da olabilir. ''Türkiye'de maalesef örnek alacağım yüzücü yok'', ''Şu anda beklediğim ilgi mevcut. Ancak ileride istediğim desteği bulamazsam ABD Milli Takımı'nda yüzebilirim''... Şimdi bu iki cümleyi oturup düşünmek gerek. Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen (ki kendisi yüzme ve dalış konusunda epey donanımlı bir insandır) kendisini aramış ve tebrik etmiş. Yurda döndüğü zaman bayraklarla karşılanmış. Daha ne istiyor bu genç adam? Kendisinden çok daha büyük işler imza atan diğer sporcular bu ilginin yarısını bile göremezken, eğer bu güzel tepkilere rağmen hoşnutsuzsa ABD adına yüzmeye başlayabilir. Derya Büyükuncu, hiç destek almadan beş kez olimpiyatlara gitmiştir. Başarısı var mıdır? Tartışılır. Ama olimpiyatlarda başarıdan önce oralarda yer almak önemlidir. Eğer kendisi de Türkiye'de örnek alacak birilerini bulamıyorsa hemen Derya Abi'sini incelesin. Örnek alacağı çok şey var. Bunlardan biri de efendilik olabilir.
Sporcumuzu tebrik ediyorum. Bu tip başarılarla yüzümüzü güldürmeye devam etmesi en önemli konudur. Ancak bunu yaparken de kendisini ne diğer sporculardan ne de bu ülkeden üstün görmeli. O konuda da çevresine büyük iş düşmekte.

Serhat Gürcan Gündüz l 1 Yorum


Lig tv'nin yayın politikasını hiçbir zaman beğenmedim. Programları olsun, fiyatlandırmaları olsun, maç görüntüleri olsun, izleyici çekemiyordu. İzleyen insanlar genellikle kendi takımlarının maçlarını izliyordu. O da mecburiyetten. Ayrıca diğer maçların tamamı yerine sadece akşam 17.00 ve 19.00 maçlarını canlı yayınlıyordu. Gerçi Anadolu ekiplerinin maçlarını banttan dahi olsa tam olarak vermiyorlardı. Son yayın ihalesinden sonra fiyatlandırmada olduğu gibi, seçeneklerde de düzenlemeye gittiler. Bana sorarsanız gayet güzel oldu. Bundan sonra bütün maçları canlı olarak yayınlayacaklar. Hatta istediğiniz şekilde, bütçenize en uygun paketi seçerek. Şu şekilde olacak; diyelim ki Karabükspor taraftarısınız. Aylık geliriniz asgari maaş civarında. Bütçeniz ailecek maça gitmeye uygun olmadığından, takımızı televizyon başında izlemek istiyorsunuz. Ayrıca izlemek istediğiniz tek takım Karabükspor. Lig tv'den taraftar paketi 2 alıyorsunuz ve sadece Karabükspor maçlarını bütün ay boyunca 13 TL'ye izliyorsunuz. Fenerbahçe taraftarısınız ve ligin geri kalanını izlemek istemiyorsanız bu fiyat biraz daha yukarı çıkıyor. Ayda 35 TL. Zaten altta bütün paket fiyatlarını bulacaksınız. Peki nasıl oldu bu uygulama? Bana sorarsanız, Anadolu takımları bu şekilde daha fazla taraftar potansiyeline sahip olacaktır. Yani Trabzon'da yaşayan bir Manisa'lı takımını tutmak, desteklemek, izlemek istese bile sadece Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Bursa, Trabzonspor maçlarında izleyebiliyordu canlı olarak. Taraftarı olduğu takımı ise sadece 3 dakikalık özetlerde ve 2 kamera açısıyla izliyordu. Artık takımının her maçını canlı olarak izleyebilecek. Bizim gibi futbolseverler ise 9 maçı canlı izlemenin tadına varacak. Düşünsenize Cumartesi ve Pazar sabahları, akşama kadar Turkcell Süper Lig izleyeceğiz. Yani "Bucaspor gerçekten iyi bir takım mı ?"diye 3 büyüklerin maçlarını izleyerek yorum yapmayacağız. Her neyse, Lig tv beni şaşırttı açıkçası. Onlardan bu tarz paketleri, ücretlendirmeleri beklemiyordum. Yeni sezon için yapılacak programları ise bilmiyoruz henüz. Onlarda kaliteli olursa, Lig tv'ye olan bakış açımız olumlu olarak değişir. Bakalım, önümüzdeki sezon neler getirecek...

Süper Lig Tv Plus : Haftanın tüm maçları (Canlı 9 maç) + Spormax + Ailecek + Erotik (Opsiyonel) 12 ay taahhütlü fiyatı : 60 TL

Süper Lig Tv : Haftanın tüm maçları. 12 ay taahhütlü fiyatı : 44 TL, 24 ay taahhütlü fiyatı :49 TL

Şampiyonlar Paketi : Fb, Gs, Bjk, Ts, Bursa maçlarının hepsi. 12 Aylık taahhütlü fiyatı: 40 TL, 24 aylık taahhütlü fiyatı : 45TL

Taraftar Paketi 1 : Fb, Gs, veya Beşiktaş maçlarından sadece birisi (Bjk diyorsunuz, o sene içinde sadece Bjk maçlarını canlı seyrediyorsunuz) 12 aylık taahhütlü fiyatı : 35 TL 24 aylık taahhütlü fiyatı: 40 TL

Taraftar Paketi 2 : Anadolu takımlarından birisinin maçları (Bursaspor ve Trabzonspor bu pakete dahil) : 12 ay taahhütlü fiyatı : 13 TL, 24 ay taahhütlü fiyatı : 20 TL

90+1 : Sadece Lig Tv programlarının yayınlandığı paket. Yani maç yayını dışında diğer bütün programları izleyebiliyorsunuz. Onunda fiyatı: 3 TL

Tüm sezon maçlarını bulunduğunuz ülke, yer vs. bakımından internet üzerinden izlemek istiyorsanız onun fiyatı ise 100 TL.

Birde şu eski üyelere "nasıl olsa üyemiz, daya gitsin" politikası bu senede devam edecek sanırım. 70 TL ödediğim paket için önümüzdeki sezon 50 TL ödemek istediğimi söylediğimde bakalım ne diyecekler. Bütün bunların yanında fiyatlar gayet makul duruyor. Umarım bu indirimler vs. kanalın kendisine de yansır. Ayrıca her hafta 9 farklı maç anlatılacak olmasından dolayı, Melih Gümüşbıçak'ın basketbol maçlarını da anlatamayacak olması bir diğer sevindirici haber.

Cengiz Bahadır Özdemir l 1 Yorum

Yıllarca orta okul-lise kitaplarında gördüğümüz ''Rusların sıcak denizlere inme politikası'' artık tarih olmuş gibi. Küreselleşen bir dünyada zaten herkes, istediği sıcak denize inip oralarda hüküm sürebiliyor. Ancak Rusların ''sıcak deniz'' sevdası artık ''sıcak para''ya dönmüş durumda. Dünyanın en karlı yatırımlarından biri olan Formula 1'in yeni duraklarından biri Rusya olacak gibi. Rusya ve Bulgaristan'ın F1 için ne kadar istekli olduklarını daha önceden yazmıştık. Rusya işi iyice ciddiye bindirdi ve Moskova gibi, dünyanın sayılı güzellikteki ülkelerinden birinde pist yapmaya karar verdi. Daha önceden Soçi'de yapılacağı düşünülen pistin yeri de değişecek gibi. Nasıl ki Türkiye, WRC için Antalya veya İzmir'i isterken, WRC yetkilileri İstanbul diye bastırıyorsa; aynı şey burada da geçerli olmuş gibi.
18 Temmuz'da Renault pilotu Rus Vitaly Petrov ve McLaren Mercedes pilotu Jenson Button, Rusya'nın Moskova kentindeki yerlerini aldılar. Kızıl Meydan'da kurulan 5 km'lik pistte bir gösteri sürüşü yapan ikili binlerce insanı heyecanlandırmayı başardı. Bavaria Şehir Yarış Gösterisi etkinliği dolayısıyla buraya gelen pilotlardan Petrov, kendi ülkesinde ilk defa F1 aracı kullandığı için çok mutlu olduğunu söyledi. Bu gösteri sürüşünde elinden gelenin en iyisini yaptığını ve Rus hayranları için özel bir şeyler yapmaya çalıştığını da ifade etti.
Şu anda ortada bir kontrat yok. Kesin olarak ''Moskova'da yarışlar düzenlenecek'' diye bir açıklama da yok. Ancak Rusya bu işe çok iyi bir şekilde hazırlanıyor. Rusya'nın potansiyeli de F1 yetkililerinin iştahını kabartmış durumda. Bir de Moskova gibi bir şehirde, sokak yarışı tadında bir pist dizayn edilirse; işte o zaman F1'in popülaritesinde çok büyük bir artış olacaktır. Şu anda F1'in en büyük sorunlarından biridir kaybolan ilgiyi yeniden toparlamak. Moskova bu açığı giderebilir. Rusya, ABD, Bulgaristan, Hindistan derken Avrupa'daki pistlerden birkaçının takvimden çıkarılması gündeme gelecek. İlk olarak düşünülenin, yarışlara para vermeden ev sahipliği yapan Monaco olduğu belirtiliyor. F1 işi, artık prestij meselesi olmaya başladı. Bu da Bernie Ecclestone'un göz bebeklerine dolar simgesi olarak geri dönüyor.

Efe Yılmaz l 0 Yorum

Galatasaray'ın son transferi Pino oldu. Açık konuşmak gerekirse Fransa ligi takipçisi olmadığımdan takımın gündemine girene kadar takip ettiğim bir futbolcu değildi. Ama son bir haftadır çağımızın nimeti internet sayesinde hakkında birşeyler izledim, okudum. İzlediğim viedolar ve okuduğum yazılarla oyuncunun futbolculuğu hakkında ahkam kesmek gibi bir niyetim yok. Ama bir benzerlik feci halde dikkatimi çekti.

2005-06 sezonunun en kritik golüne imza attığında Aydın Yılmaz ismi gündeme oturmuştu. Galatasaray'ın oyuncu tarlası(!) olan alt yapısının son ürünüydü. Taraftar olarak sevdik onu, verebileceğimiz kredinin maksimumunu verdik. Hem attığı bu gol, hem de 2005 senesinde U 17'de yaptıkları ile iştahımızı kabartıyor bize hayaller kurduruyordu. Sonra sakatlıklar yakasını bırakmadı. Kiralık olarak Manisa ve İBB maceraları yaşadı. Eski hocası Abdullah Avcı'nın idaresinde futbola yeniden döndü. Gelişmesi için zaman alması lazımdı, İBB ve Avcı ikilisi aslında onun futbolunu geliştirebilirdi. Ama o belki de mantığıyla değil duygularıyla hareket etti ve Galatasaray'a döndü. Sezona gene fena başlamadı. Frank Rijkaard'ın en azından rotasyonunda yer alacağına garanti gözüyle bakılıyordu ama sakatlık ve sonrasında sezon başı ritmi yakalayamamasıyla sezonun ikinci yarısını Eskişehir'de tamamladı. Bütün bu hikayenin en ilginç yanı ise kendisinin Abdullah Avcı olmadan o beklenilen yüksek performansı bir türlü gösteremeyişi.

Gelelim yeni transfer Pino'ya. 16 yaşında Kolombiya liginde profesyonel maça çıkıyor, Kolombiya 20 yaş altı milli takımında süper maçlar oynuyor. Fransa macerası ise tıpkı Aydın Yılmaz'ın TSL macerası. Sakatlık, formsuzluk kiralanma, yeniden takıma dönme ve az forma şansı bulma gibi durumlar onun içinde geçerli. Hızlı, çevik ve isabetli şutlarından bahsediliyor. Ama sertlik karşısındaki dayanıksızlığı, tıpkı Aydın gibi. Beklenilen seviyeyi aşamaması, sakatlıktan kurtulamaması, yıllardır patlamasının beklenmesi tıpkı Aydın gibi.

Serdar Özkan, Kewell, Arda ve hatta Elano, kanatlarda ve forvet arkasında oynayabilecek isimler. Elano dışındakilare bonservis vermediler. Pino'ya rivayetlere 4 milyon avro bonservis bedeli ödenecek. Eğer bu saydığım isimlerden Elano transferi gerçekleşmesse Pino'nun forma yarışındaki şansı çok az. Rijkaard Pino'nun bugüne kadar çalışacağı hocalar içinde en iyisi. Hollandalı kendisiyle ilginelip gelişimini tamamlaması yardımcı olabilir aslında. Ama ülkemizdeki futbol anlayışında olmamış adamları oldurmaya vakit ayırmaya zaman yok. Malesef takımlar özellikle büyük takımlar sürekli kazanmak zorundalar. Bizi kendisine benzeteceğine, üzerindeki baskılardan zaman zaman bizim çizgimize kayan Frank Rijkaard'ın durumuda düşünülürse Pino'nun patlayamama ihtimali daha fazla sanırım. Umarım yanılan ben ve bu karamsar bakışım olur. Ama Pino'nun bu fizik yapısı ve oyun anlayışındaki Latin Amerikalılar'a has eksikliklerle ligimizde kısa vadede başarılı olması zor gözüküyor. Bakalım sezon bize ve Pino'ya neler getirecek.

Atilla Nesipoğlu l 3 Yorum


15. Etabın kazananı BBOX Bouygues takımından Fransız Thomas Voeckler oldu. Fransızlar iki gün üst üste etap kazanma başarısını gösterirken toplamda beş etap birinciliğinin de keyfini sürüyorlar. Bu zaferin ayrı bir önemi de yıl sonunda sponsorunu kaybedecek olan BBOX Bouyges takımının ilerleyen günlerde yaşayacağı zorluklar karşısında elini kuvvetlendirmesi oldu.

Günün bir başka kazananı da Alberto Contador oldu. Nasıl kazandığı üzerine epey yorum yapılacak orası ayrı. Port de Bales tırmanışının sonuna geldiğimizde Andy Schleck atağa kalktı. Alberto Contador hazırlıksız yakalanmış gibiydi. O sırada nasıl bir dua etti bilinmez, Schleck aniden durmak zorunda kaldı. Bisikletinin zincirinde problem yaşayan rakibi duraklayınca Contador atağa kalktı ve etabın sonunda kendisi için yeterli farkı yaratıp sarı mayoyu sırtına geçirdi.

Böyle fırsatlar her sporcunun karşısına fazla çıkmaz. Saniyelik bir karar veriyorsunuz. Yazılı olmayan kurallara riâyet edip, etmemek sizin elinizde. Bu kararı düz yolda yürürken de almıyorsunuz. Bisiklet üzerinde 150 km yol katettikten sonra bir tercih yapıyorsunuz. Zor bir karar. Dışardan yorum yapmak her zaman kolay olmuştur. Bizim düşündüklerimizi Contador da düşünmüştür. Kendince doğru olanı seçti ve ilerledi İspanyol bisikletçi.

Eğer bekleseydi ne olurdu? Belki gün sonunda sarı mayoyu alamazdı. Hatta tur sonunda da sarı mayoyu da giyemeyebilirdi. Ama böyle tarihi bir yarışın sayfalarında yerini alacaktı. Zaten kazananlar listesinde ismi yazılı ve daha birçok kez yazacağından da şüphem yok. Eline bir fırsat geçti ve günü kurtardı. Kazanma güdülerine teslim oldu. Keşke bekleseydi ama yaptığını da normal karşılıyorum.

Bana göre asıl yanlışı sarı mayoyu giydikten sonra mikrofonlara konuşurken yaptı. Schleck'in sorun yaşadığını fark etmediğini ve zaten atak yapacağını söyledi. Gözümüzün içine bakarak yalan söyledi. Bunu yapmasına hiç gerek yoktu. Kazanmak için gösterdiği refleksi anlatsaydı yeterliydi. Yaptığını anlayabiliyorum ama sözlerini anlayamıyorum. Kimsenin de bana anlatabileceğini sanmıyorum.

Olayın gerçekleştiği anın videosu aşağıda, karar sizin...

Onur Saygın l 19 Temmuz 2010 1 Yorum



18 Temmuz Pazar günü Galatasaray resmi sitesini açan insanlar ''Profesyonel futbolcularımızdan Leonardo Neoren Franco ve Marcelo Adrian Carrusca’nın sözleşmeleri, oyuncularla yapılan karşılıklı anlaşma sonucu feshedilmiştir.'' haberiyle karşılaşmıştı.

Leo Franco pek süpriz olmasada Carrusca'nın sözleşmesinin son senesini fesh etmeyi kabul etmesi biraz garip gelmişti. Bugün mesai saatlerinin başlamasıyla beraber SPK'nın Kamuyu Aydınlatma Platformu (http://www.kap.gov.tr) internet sitesine düşen haber işleri biraz daha karıştırdı. Galatasaray'ın açıkladığı gibi Carrusca ile sözleşme karşılıklı fesh edilmemişti. SPK'ya yapılan açıklama ''Profesyonel futbolcumuz Marcelo Adrian Carrusca Arjantin Kulübü Club Atletico Banfield'e bu sezon sonuna kadar kiralanmıştır.'' şeklinde olurken Türkiye Futbol Federasyonu'nun sitesinde de Galatasaray'ın Carrusca ile olan sözleşmesinin 31 Mayıs 2011 tarihine kadar devam ettiği görülüyor.

Kemal Mardin l 3 Yorum


Geçtiğimiz yıl büyük çıkış yakalayan ve transfer sezonunun gözdesi olan Karşıyaka'nın 1991 doğumlu, genç yıldızı Furkan Aldemir, başarılı performansını Hırvatistan'da düzenlenen ve dün akşam tamamlanan Ümitler Avrupa Şampiyonası'nda da sürdürdü ve şampiyonayı 11,6 ribaund ve 1,7 blok ortalamalarıyla bu alanlarda lider olarak tamamladı.

Turgut Atakol Turnuvası'nda şampiyon olduktan sonra Avrupa Şampiyonası'na da madalya hedefiyle giden Milli takımımızın hayal kırıklığı yaratarak Division B'ye düşmeme maçları oynamasına ve bu maçlar sonucunda, konumunu kıl payı korumasına rağmen, Furkan'ın takımın genel performansının aksine yıldızlaşması ayrıca dikkat çekti.

Mücadeleci oyununun yanında skorer kimliğini de ön plana çıkaran genç yıldız, aynı zamanda 13,9 sayı ortalamasıyla takımımızın en skorer oyuncusu oldu. Furkan'ın bu sayıları atarken yakaladığı %72,3'lük isabet ile bu alanda da şampiyonanın lideri olması, performansını daha da anlamlı kıldı.

Gösterdiği performansla, sadece Türkiye'de değil Avrupa seviyesinde de yaş grubunun çok önünde olduğunu kanıtlayan Furkan, böylece kariyeri için çok önemli bir adım atmış oldu. Bugüne kadar çıktığı en önemli vitrinde kendinden beklenenleri tam anlamıyla karşılayarak, güvenle üzerine düşülmesi gereken bir oyuncu olduğuna dair hiçbir şüpheye yer bırakmadı.

Önümüzdeki sezon Karşıyaka ile de Avrupa'da mücadele etme ve kendini gösterme şansı elde edecek olan genç pivotun, daha iddialı bir takımın rotasyon oyuncusu olmak yerine, takımında kalıp hızla çıkışa geçtiği zamanları, ciddi süreler alarak değerlendirme kararının ne kadar isabetli olduğunu bu sene içerisinde daha iyi anlayacağız. Furkan bugüne kadar sergilediği azimli ve sorumlu duruşu bozmadan, sıkı çalışmaya devam ettiği takdirde, bu senenin sonunda kendini, hiç ummadığı yerlere, hiç ummadığı kadar kısa sürede ulaşmış olarak bulabilir.

Mustafa Akkaya l 1 Yorum

Şu sıralar bir sürü kulübün yeni formalarıyla ve göğüs reklamlarıyla tanışıyoruz. Bazen öyle forma reklamları olabiliyor ki, onu bir süre sonra o kulüple bağdaştırıyoruz neredeyse. Beşiktaş'taki Beko, Liverpool'daki Carlsberg, Milan'daki Opel vs... Ve bunlar değiştiği anda o formaya karşı ufak bir yabancılaşma oluyor ister istemez. Ancak Fiorentina yönetimi bu konuda öyle bir karar aldı ki, o mor menekşe rengindeki formadaki değişim diğerleri gibi olmayacak sanki. Evet, artık Fiorentinalı futbolcuların göğsünde Toyota reklamını göremeyeceğiz. Bunun yerine "Il calcio è un divertimento" yazacak orada. Yani "futbol eğlencedir".


2002 yılında aşırı borç yükü sonucunda Serie C2'ye kadar düşen, 2006'daki şike skandalından ucuz kurtulan bir kulüp için böylesine radikal bir karara ne denebilir ki? Bunu samimiyetsiz bulanlar olacağı gibi, iyi bir PR stratejisi olabileceğini de savunanlar çıkacaktır elbet. Fiorentina Başkan Yardımcısı Mario Cognin'e göre bu durum, futbolun gençler tarafından gereğinden fazla ciddiye alınmaması adına önemli bir adım. Aynı zamanda Fiorentina'nın futbola bakış açısını yansıtan bir ayna.

Mor Menkşeler'in vizyonunu takdir edebilirim. Ancak İtalyan gençliğinin futbolu halen gayet ciddiye alıyor oluşu normal aslında. Neden olmasın ki? Birkaç yıl öncesine kadar nispeten rekabet halinde bir ligleri vardı. 2000-2005 yılları arasında Serie A'da 4 farklı şampiyon çıkarken, o zamandan bugüne sürekli Inter kazandı 'scudetto'yu. Aynı zaman diliminde Şampiyonlar Ligi'nde de bugüne nazaran daha net bir İtalyan damgası vardı. Öyle ki, 2003 finali Milan ve Juventus arasında oynanmıştı. Son olarak 2006'da İtalya dünya şampiyonu olmuştu. Zaten ne olduysa o yıl patlayan şike skandalından sonra oldu. Açıkçası ben İtalya'da yaşayan bir genç olsam bu tabloya bakıp "ah ulan!" derdim. Hiçbir şey için olmasa bile artık futbolun o topraklarda ciddiye alınması gereken bir kavram olduğunu hatırlatmak için...

Efe Yılmaz l 18 Temmuz 2010 0 Yorum

Geçen sene devre arası Türkiye Kupası maçında sakatlandığından beri, bir Kewell belirsizliğidir sürüyor. Bu belirsizlik peşinden tartışmalar ve hatta kutuplaşmalar getirdi. Nonda-Kewell tercihi, Kewell'ın doktorlarla yaşadığı problemler, uzayan sakatlık derken sezon bitti ve hala uzatılmamış bir sözleşme vardı. Bugün ise sözleşme uzatıldı. Ben futbola kazanma hedefli yaklaşmayan birisi olarak çok memnun oldum. Bu memnuniyetimi belirttiğim sırada sosyal medyanın güzide sitesi twitterda Galatasaray taraftarının Kewell'ı niye sevdiği ve Kewell'ın takıma neler verdiği yönünde bazı karşı fikirler vardı. Saha içi performansının ayrıntılarına girmeden Kewell sevgimi anlatmak istiyorum.

Futbol her şeyden önce oyun. Oyun ise kazanmak için değil, eğlenmek için yapılan bir eylem. Bu oyun Kewell gibi futbol sanatçıları ile daha güzel. Aldığı para, kaç maç sakat olduğunu umurumda değil. Nasıl ki bir adam bir kadına aşıkken onun başkalarına kötü gözüken yönlerini görmez, benim Kewell'ı görüşümde bu. Sahada oynadığı süre ister 5 ister 90 dakika olsun, sarı kırmızı forma (hatta mor forma) ona bir başka yakışıyor. İşte bu başkalığı bu sevgiyi duymayan insan anlayamaz. Anlamayanı eleştirmemek lazım, ama bu sevgiden yoksun olanlarda bizim aşkımızı sorgulamasın.Şutları, pasları, takımı için ortaya koyduğu mücadele, hırsı hepsi bu hayranlığın oluşumunda çok önemli. Hatırlayın geçen sene Antalyaspor maçlarından birinde Yalçın kendisine gereksiz sertlik yapınca nasıl kalkıp kafa tutmuştu ve bu isyanını kurallara uygun yapmıştı.

Saha dışında ise, profesyonel bir futbolcu olarak onun tesislerde bulunmasının bizim yavru aslanlar için önemli olduğuna inanıyorum. Oturması kalkması, takım içindeki liderliği, o bize asil gelen duruşu ile gençlere örnek olmasını istiyorum. Arda bile futbolunun ve hayat görüşünün üzerine bir ekleme yapacaksa bu Büyücü'den öğrendikleri ile olacak. Hepsini geçtim, o gençlere Şampiyonlar Ligi finali nedir, kazanmak nedir bunları anlatacak bir ismin olmasını istiyorum. Ne rakamlar umurumda ne aldığı para. Bizimle kaldı, ben çok mutluyum. 3 kuruşluk adamları başımıza taç yapmamızı beklediler yıllarca. Yıllarca biz Hagi yaratmaya çalıştılar. Oysa hepsinin yeri ayrı olabilirdi gönlümüzde. Hagi gönlümüzün bir yerinde, Kewell başka bir yerinde. Dediğim gibi rasyonel hayatın bütün sevimsiz gerçeklerinden uzak, Kewell'ın bizimle kalmasından çok mutluyum. Onu sahalarda göreceğim günü iple çekiyorum.