TAŞRA BASKISI

İSTANBUL VE TAŞRA BASKILARI AYNI ANDA ÇIKAN BLOG

Serhat Gürcan Gündüz l 11 Eylül 2010 0 Yorum



Milli takımlarından dönen Fenerbahçe'li futbolcular isteksiz ve bitkindi bütün maç boyunca. Yorgun olmaları tabi ki kabul edilebilir ama, bu kadar isteksiz oynamaları Aykut Kocaman'ı çıldırtmış olmalı. Kayserispor ise 4. hafta maçları oynanan ligimizde takım savunmasını en iyi uygulayan takım açık ara. Şota Arveladze iyi işler çıkaracak gibi duruyor.

Evet, isteksizdi Fenerbahçe. Yeni transfer Yobo'nun 11'de başladığı mücadeleyi 2-0 kaybettiler. Yazının başında da söylediğim gibi milli takımdan dönen oyuncuların yorgunluğuna bağlayabiliriz bu isteksizliği. Peki ya Mehmet Topuz? Bütün maç boyunca ne yaptığını ben anlayamadım. Ne kanada indi, nede Okan'a çizgiye kadar inmesinde yardım etti. Abartmadan söylüyorum, Okan sağ çizgiden paralel koşu yaparken verkaç amacıyla pas attığında, Mehmet Topuz topu alıp bir oyuncu geçtikten sonra ortaya oynadı topu. Savunma konusunda da oldukça isteksizdi. Hani o mücadele eden Mehmet gitmiş, yerine "ben neden buradayım?" diye soran bir adam gelmişti. Alex ise oldukça başarılı bir şekilde kapanan Kayseri savunması arasında kayboldu Niang ile birlikte. Fenerbahçe topu ceza sahasına bile indiremedi. Stoch'un pas kayıpları yapmasının ardından oyundan düşmesi ise "gençlik sanrısı herhalde" dedirtti. Maçtaki ilk net gol pozisyonu zaten ilk gol oldu. Yobo sakatlanıp oyunu terk ederken, yerine Selçuk Şahin girdi. İlk önce "Selçuk ortaya geçer, Christian Yobo'nun mevkisine geçer" diye düşündüm. Çünkü Christian ne kadar etkisiz bir oyuncu olsa da defansif özellikleri Selçuk'tan çok daha üst düzey bir isim. Selçuk o mevkide oynamaya başladıktan 5 dakika sonra Santana'nın golü geldi zaten. Aradan 2 dakika geçtikten sonra, Selçuk yine adamını kaçırdı ve 2. golü gördü kalesinde Fenerbahçe.

2-0 geriye düşse bile oyun karakteri olan takımlar rakibinin üzerine gider, en azından biraz hırslanıp rakibine pres yapar. Fenerbahçe'de ise Niang ve 73. dakikada oyuna giren Semih hariç baskı yapan oyuncu yoktu. Biraz Caner her zamanki gibi koştu, birazda kendini kanıtlamak isteyen genç yetenek Okan pres yaptı. Emre, Christian, Dia, Stoch ise oyunu izledi. Daha sonra Cangele bu durumdan faydalanarak en iyi bildiği işi, rakip takımı çalımlarıyla sinir etme görevini başarıyla yerine getirdi. Hatta Emre Cangele'den topu çalamayınca, oyun durduğunda ilk iş olarak Cangele'nin üzerine şut çekti.

Fenerbahçe'nin bu mağlubiyetini 3 ana nedene dayandırabiliriz. 1. ve en önemlisi Kayserispor'un üst düzey takım savunmasıydı. Hem Niang, hem Stoch, hemde ilk yarıda Alex'i çok iyi bir şekilde durdurdular. 2. neden Aykut Kocaman'ın yanlış oyuncu değişiklikleriydi. Alex her zaman için bir tehdit unsurudur. Hiçbir şey yapmasa bile en azından rakip liberoların hücuma çıkmasını engeller. Zaten 2. yarı oyundan alındıktan sonra orta sahanın bütün dizginleri Kayserispor'lu oyunculara geçti. 3. neden ise Fenerbahçe'nin isteksiz bir şekilde oynamasıydı.

Önünde çok zor bir maç var Fenerbahçe'nin. Beşiktaş ile oynayacaklar. Özellikle Gökhan Gönül'ün durumu bu maçtan daha önemli Fenerbahçe'li taraftarlar için. Quaresma'yı durdurabilecek tek adam olarak o gözüküyor. Okan yetenekli ama tecrübesiz. Tabi ki Yobo'nun durumu da oldukça önemli. Arka adalesinden sakatlanarak oyundan çıktı. Önümüzdeki haftanın Fenerbahçe açısından en önemli 2 problemi bu. İsteksizlik ise derbi maç olduğu için geçecektir. İnsan düşünmeden edemiyor tabi ki "Ya hırsı olmayan bir takım çıkarsa sahaya?".

Kemal Mardin l 0 Yorum

9 sene önce bu zamanlar. Evimizdeki Avrupa Şampiyonası'nda finale çıkmamız sonucu Milliyet'in hazırladığı sayfa. Bu sefer yine evimizde ama çok daha büyük çapta bir şampiyonada, aynı başarıyı tekrarlamak üzereyiz. Haydi 12 Dev. Size güveniyoruz.

Cengiz Bahadır Özdemir l 0 Yorum

Geçtiğimiz günlerde FIA kararını açıkladı. Ferrari, Almanya GP'sinde yaşananlardan dolayı bir ceza almadı. Mahkeme, ortada takım emriyle ilgili bir durumun yaşanmadığını, bu yüzden de 100.000 dolar dışında bir ceza verilmesinin gerekli olmadığını söyledi. Massa'nın yavaşlayıp Alonso'ya yol vermesi, ilk gelen ''Alonso'dan yavaşsın'' mesajına tepki olarak değerlendirilmiş. Bu mesaja kızan Massa, Alonso'ya yol verip yarışa devam etmiş. Bu ilk açıklama olarak, notlarıma düşen haber.
Gelelim ikinci açıklamalara. Ortalığın biraz daha soğuduğu zaman dilimindeki açıklamalara. FIA başkanı (daha önceden 15 yıllık bir Ferrari geçmişi olan) Jean Todt, BBC'ye yaptığı açıklamada, ortada sağlam bir delilin olmadığını ve ceza vermek için önemli delillere ihtiyaç duyulduğunu belirtti. Kendisinin de, kamuoyundaki ''takım emri'' havasına yatkın olduğunu söyledi. Ayrıca bu kararın alındığı sırada, yarış komiserlerinden de yardım ve görüş alındığı açıklandı.
Kararın üçüncü aşaması biraz daha geleceğe yönelik. Genel kurul, Ferrari'ye ceza vermeden konuyu kapattıktan sonra, takım emri uygulamasının tekrar gözden geçirileceğini söyledi. Takım emirleri ve takım taktikleri arasındaki farka dikkat çekilip, bununla ilgili yeni bir taslak hazırlanması gerektiği söylendi. İşin başka boyutunda ise diğer takımlar var. Karardan sonra açıklama yapan Red Bull Racing patronu Chris Horner, takım emirlerindeki boşluğun yarışları belirsizliğe sürüklediğini ve kuralların daha açık olması gerektiğini söyledi. Kararın sadece maddi olmasının, bundan sonraki yarışlarda takım emirleri kullanımını engellemeyeceğini ifade etti. Force-India pilotu Sutil ise yeterince parası olanların takım emri uygulayabileceğini ve bu şekilde yarışlara devam edebileceğini açıkladı. Schumacher ve Webber ise mevcut kurallar çerçevesinde takım emirleri uygulamasının engellenemeyeceğini söylediler. Pek çok uluslararası medya organı ise karardan dolayı FIA'yı suçladı. Hatta Brezilya'da yayınlanan Globo Gazetesi güzel bir çalışmayla Ferrari aracının üstüne FIA amblemi koymuş.
Üç aşamada toplamaya çalıştığım olaylardan sonra diyebileceğim şu: FIA bu işleri bıraksın! Almanya GP'sinde skandal bir karara imza atılmıştır. Bu imzanın altında Ferrari vardır. Bu karar sonrası yapılan toplantıda ise daha büyük bir skandal yaşanmıştır. Bu rezilliğin yaşanmasına çok şaşırmıyorum. Bu sene başında yapılan kural değişiklikleri sonrasında biraz iyiye giden Formula 1, yarışlarda verilen cezalardan sonra tekrar düşüşe geçmeye meyletmiştir. Monaco'da Schumacher'e verilen abartı ceza, Valencia'da Hamilton'a ve Spa'da Vettel'e verilen komik pitten geçme cezaları gibi örneklerle bu senenin içine adeta edilmiştir. Artık güvenlik aracı bile geçilebilir hale gelmiştir. Cezalar caydırıcı olmadığı sürece -ki bu caydırıcılık küçük takımlara karşı işliyor- takımların hata yapmaları da önemsenmez.
Peki Almanya GP'si sonrası ne ceza verilmesi gerekirdi? 100.000 dolar yetmedi mi? Önce şu soruyu sormak gerek. Para cezası neden verildi? Ortada madem bir takım emri yok, neden para cezası kesildi? Para cezası kesildi, ortada bir kural ihlali var. Neden bu ihlali FIA açıkla(ya)madı? Ortada kanıt yokmuş, Massa'ya taktik verilmiş, takım emri kuralının zaten ucu açıkmış... Geçiniz bunları. Jean Todt akıl oyunları yapmaya çalışmasın. Bal gibi de ceza veremediler. Gelecek tepki sert olabilirdi. Bunu yapamadılar. Son yarışlarda bankaya 100.000 dolar yatıran takımlar istedikleri gibi takım emri uygulayabilir. Bunun yolu, bu sene için açıldı.

Bu yapılanın cezası, Ferrari'nin Almanya'da aldığı puanların silinmesi olabilirdi. Ferrari'nin geçmişte aynı hataları yaptığını ve buna meyilli bir takım olduğunu düşünürsek, son altı yarıştan da men edilmeleri çok haksız olmazdı. Formula 1'i tamamen paraya endekslemeye kalkanların, yarın öbür gün bu sporu daha alt kesime yaymaları imkansızlaşır. Monaco ve benzeri pistlerde, üst düzey seyirciler dışında kimseye hitap etmek istemiyorlarsa, o zaman iş değişir tabi. Ama benim bildiğim, Formula 1'in seyirci sayısının arttırılması ve her kitlenin yakalanması hedeflenmekte.
Takım emirleri konusu çok hassas. Bana göre kesinlikle yasak olmalı. Bu spor takım oyunu olarak görülüyorsa o zaman pilotlar şampiyonası niye var? Neden takım içinde pilotlar büyük rekabet halindeler? Formula 1 takım sporu olduğu kadar bireyseldir de. Orada farklı karakterler görürsünüz. İnsanlar BMW-Sauber'e değil, Montoya'ya; Bar Honda'ya değil Sato'ya; Renault'ya değil Villeneuve'e; Benetton'a değil Fisichella'ya hayran oldular. Bu hayranlık pilotların sürüş tarzına, yarışlar dışındaki hayatlarına, karakterlerine bağlıdır. Başka takımlara da geçseler onlar için problem olmaz. Yeter ki yarışsınlar. Hadi bunların hepsini bir kenara bırakalım, Almanya GP'sindeki seramonide Massa'nın yüz ifadesini gördünüz mü? Gördüyseniz, kimse bana takım emrinin mantığını anlatmaya çalışmasın. Eğer robotlar bir gün bu sporu icra ederse, o zaman takım emirlerini tartışabilirim.

Mustafa Akkaya l 10 Eylül 2010 1 Yorum

Genç futbolcuların tüm zorlukları aşıp düzenli bir ilk 11 oyuncusu olması tam bir paradoks. Aynı zamanda Türk futbolunun da temel sorunu. Yıllarca, 'genç' olmaktan çıkana dek Semih'i tartışıp durduk. Galatasaray altyapısının yeteneklerini bekledik sonra; ki aralarından bir tek Arda ön plana çıkabildi. Şimdi de Necip'i gözlüyoruz ve sürekli oynamasını umuyoruz. Yalnız bu tartışmalar sadece bizde olmuyor. İrlanda Milli Takımı teknik direktörü Trapattoni, Darron Gibson'ın daha fazla oynayabilmek adına Manchester United dışındaki kulüpleri de düşünebileceğini tavsiye etmiş. Gibson'ın hocasına verdiği cevap ise pabuç dilli muzur çocukları aratmayacak cinsten! "Burada kalıp maç kazanmayı öğrenmek yerine mesela Stoke City'ye gidip ikili mücadele kazanmayı mı öğreneyim?" demiş İrlandalı yetenek. Yani 'kazanmak' üzerine yoğunlaşmış.

Aslına bakarsak iki tarafın da haklı ve haksız yanları var. Trapattoni'ye hak vermemek elde değil. Yalnız bahsettiği kulüp Scholes, Giggs, Beckham ve daha nicesini altyapısından çıkarıp yavaş yavaş A takımın değişmezi haline getirmiş. Bunu 20 yıldan uzun bir süredir yapıyorlar ve bu mantığın mimarı 1986'dan beri takımın başında. Hal böyle olunca 22 yaşındaki Gibson neden biraz daha beklemesin diye sormak gerek. Ayrıca genç oyuncuya da birisinin önemli olanın kazanmak değil, öncelikle kendini geliştirmek olduğunu anlatması gerek. Ferguson'ın bu öğütleri fazlasıyla verdiğinden eminim.

Özellikle İspanya ve İtalya'ya baktığımız zaman, kulüplerin genellikle genç yeteneklerini küçük kulüplere kiraladığını görüyoruz. Yine de bu yol, ara sıra faydalı olsa da oyuncuyu kendi kulübünde yetiştirmek kadar etkili değil. İngilizler'in bu konudaki çözümü ise gelişmiş bir Rezerv Lig uygulamasının olması. Son derece verimli işleyen bir rezerv takım varken Gibson'ın Stoke City gibi bir kulübe gitmek istememesi çok doğal. Başka bir deyişle, Trapattoni'nin derdi Gibson'ın oynamasıysa, o bunu A takımda olmasa bile rezerv takımda yapıyor zaten.

Cengiz Bahadır Özdemir l 9 Eylül 2010 0 Yorum

Yarı finale çıkan ilk kişinin belli olacağı maçta Djokovic, Monfils'i üç set sonunda geçmeyi başardı. Özellikle ilk sette inanılmaz hatalar yapan Djokovic, rakibine karşı kötü bir performans sergiledi. Özellikle garip forehandleri ile rakibine sayılar veren Sırp tenisçi servislerini düzelttikten sonra seti tie-breakte kazandı. Monfils'in her yere koşması ama bu koşulardan sayı çıkaramaması bir başka önemli konuydu. Üstelik işin şov kısmına biraz fazla yer veriyordu. Djokovic gibi bir raket karşısında, çeyrek finalde yapılmaması gereken bir tavırdı. İkinci sette hiçbir varlık gösteremeyen Monfils çok fazla basit hata yaptı. Rüzgarın da etkisiyle bir ara servis kullanmakta büyük güçlük çekti ve üst üste çift hatalar yaptı. Üçüncü sette Djokovic kontrolü ele aldı ve seti kazanarak adını yarı finale yazdırdı. Amerika Açık'ta üst üste dördüncü kez yarı finale çıkan Djokovic'in rakibi Federer olacak. Federer, Söderling karşısında çok zorlanmadan üç setle işi bitirdi.
Kadınlarda Zvonareva, Estonyalı rakibi Kanepi'yi iki set sonunda kolayca geçti ve adını yarı finale yazdırdı. Yarı finalde ise rakibi Wozniacki olacak. Cibulkova karşısında iki sette maçı kazanan Danimarkalı finale bir adım daha yaklaştı. Özellikle rüzgar yüzünden maçta epey zorlanan iki raket, ilk sette servisleri oyuna sokmakta zorlandılar. Ancak Wozniacki rakibinden daha iyi bir mücadele ortaya koydu. Zvonareva-Wozniacki yaklaşık bir ay önce Rogers Cup finalinde karşılaşmışlardı. Bu defa yarı finalde kozlarını paylaşacaklar.

Ahmet Bozada l 8 Eylül 2010 0 Yorum

Uçuyoruz; hem de yüksek irtifada. Süratini, ivmesini peyderpey yükselten ve arza endam eden füze gibi uçmaya devam ediyoruz. Hemen maç sonrası bu yoğun adrenalin ve keyif altında maçı teknik olarak analiz etmek epey zor. İnsan hayatında hissiyatın da mantığın önüne geçtiği anlar oluyor. Spor müsabakaları da bu anların önde gideninden.

Günlerdir söylendiği üzere 2009 Polonya'nın kara bulutlarını dağıtıyoruz teker teker. Önümüze taş koymuş, önce Yunanistan sonra Fransa ve en nihayetinde bu akşam çeyrek finalde Slovenya'yı alt etmeyi başardık. Hem de nasıl. 5'te 5 ile göz kamaştırıcı bir grup performansı sonrası eleme maçları öncesi hafif tereddütler yaşıyorduk. Tek maçlık korakor mücadelelerde savunma gayretimizi maçın bütününe yayabilecek miydik? Ya da maç sonunu artık bize yakışan şekilde ,arzuladığımız ölçüde oynayabilecek miydik? Fransa maçında gördük ki; bu takıma gözü kara inanmak, güvenmek lazım.

Farklı kazanılan Fransa maçı sonrası Slovenya maçının daha zor, başabaş geçmesini bekliyordu tüm kamuoyu. Normal olan da buydu. Hem Dünya Şampiyonası'nda bir çeyrek final maçı oynanacaktı hem de Slovenya Fransa'nın üstünde bir takımdı. Fransa atletik oyunculardan kurulu ancak lider oyuncudan yoksun, skor ve savunma gücü sınırlı bir takım görüntüsündeydi. Ancak Slovenya, Lakovic ve Dragic gibi üst düzey lig ve organizasyonlarda oynamaya alışmış lider özellikli oyunculara sahipti ve özellikle dış şut gücü yüksek bir takımdı.

İşte bu bilgiler ışığında hava atışından itibaren ilk çeyrek bitimine kadar parkede ortaya koyduğumuz oyun gösterdi ki; tünelin ucu açık. Nachbar penetreleriyle ve orta mesafe şutlarıyla ilk çeyrekte Slovenya adına direnç gösteren isimdi. Hidayet'in akıllı hücum setleri, Kerem ve Ersan'ın yüksek yüzdeli şutları; maçın tamamına da yayabildiğimiz agresif savunmamızla Slovenya'yı yavaştan sindirmeye başladık. Lakovic'i kitledik ki toplamda sadece 8 sayı atabildi. Aynı şekilde Dragic'in Sinan karşısında gardının düşmesi, Brezec ve Zupan'ın guardlardan yeterli desteği alamamasıyla farkı açmaya başladık. İlk yarı sonunda tabelada yazan skor ise 50-31.

Maçın ikinci yarısında da aynı savunma sertliğini ve hücum disiplinini devam ettiren millilerimiz; uzun bir aradan sonra belki de ilk kez kalbimizle dost bir seyir zevki yaşattılar bize. Maçın sonunda kanser olmadan, hop oturup hop kalkmadan sonuna kadar araladık yarı final kapısını.

Bitirmeden son bir parantez Sinan Güler'e açalım. Önceki maçlarda payeyi kah Ersan'a kah Hidayet'e kah uzunlarımıza verdik. Semih te hırsının itici gücüyle çok verimli bir maç çıkardı belki ama bu akşamın kürsüye çıkanı Sinandı elbette. Büyük oyuncu. Büyük te oynadı bu akşam. Savunmasına düzülecek methiye kalmadı doğrusu. Hücumda da bambaşka. Üçlük atışları bir yana içeriyi delmesi.. Sonrasında kendinden emin bıraktığı turnikeler.. Seyrine doyum olmuyor.

Haydi çocuklar! Çıkacağımız bir yokuş kaldı final adına. Aynı ekolün daha sert temsilcisi Sırbistan karşısına çıkacağız Cumartesi akşamı. Bu büyülü atmosfer, bu şölen devam etsin. Sizlere, bizlere final yakışır. Elinize, zihninize kuvvet...


Atilla Nesipoğlu l 0 Yorum


Üzerine saatlerce konuşulacak ama pek yazılamayacak bir karşılaşma izledik. Sadece bir maç değildi tabii 2009 Avrupa Şampiyonası Finali'nin de rövanşıydı. En başta söylediğim gibi üzerine yazılacak pek bir söz yok. Şu söyle oldu bu böyle oynadı falan filan. Evet kenardan inanılmaz destek aldı Sırbıstan. Keselj ve Bjelica'nın şutları İspanya'yı abandone etti.

Buna karşın maç boyu kroki vaziyette bir boksör gibi sallandı İspanya. Ama düşmedi yere. Önce Garbajosa ile sonra Navarro ile direndiler. Rudy Fernandez ara ara pansuman yaptı yaralara. Maçın son çeyreği geldiğinde kendisini Dünya ve Avrupa Şampiyonu yapmış, acımasız sol kroşesi Navarro'yla neredeyse deviriyordu da rakibini. Navarro işi bitiremeyince son söz Sırbistan'a kaldı.

Maç boyu asistleri ile takımını çembere götüren Teodosic, son hücumu 24 saniye süresini izleyerek geçirdi. Ayakları yavaş Garbajosa ile baş başa kaldığında üzerine gideceğinden emindik çoğumuz. Aklımızdan geçenin aksi oldu. Sonuçta filmin yönetmeni Milos Teodosiç, böyle bitirmek istedi eserini. Üçlük atışlarda yedi denemede sadece bir kez isabet bulduğu gecenin sonunda, neredeyse yarı sahadan ateşledi şutunu ve alnının ortasından vurdu İspanya'yı.

Tam Oscar'lık bir performans izlettiler bizlere. Arjantin-Brezilya ardından Sırbistan-İspanya maçları biraz zorladı bünyemizi. Ama dert değil tek derdimiz bu olsun.

Cengiz Bahadır Özdemir l 0 Yorum

Amerika Açık erkekler mücadelesi inanılmaz maçlarla devam ediyor. Dördüncü tur maçlarında dün iki çekişmeli maç vardı. Bunlardan biri Wawrinka-Querrey arasındaydı. Erkeklerde ABD'yi temsil eden son tenisçi olan Querrey müthiş bir mücadele örneği gösterdi. Ancak Murray'i eleyip mücadelenin hasını sergilemiş olan Wawrinka karşısında yenilmekten kurtulamadı. İki raket de birbirlerine yakın bir oyun ortaya koydular. Müthiş servisler, inanılmaz savunmalar izledik. Ancak Wawrinka biraz daha ağır basan taraftı. Üstelik sağ baldırında sorun olmasına rağmen, beşinci setin son oyununda yaptığı hareketlerle biyonik bir adam olduğunu gösterdi. 4 saat 45 dakika süren maç bu turnuvanın en uzun ikinci maçı oldu. Bir başka çekişmeli mücadele ise iki İspanyol arasındaydı. Ferrer-Verdasco maçı da beş set sonunda belli oldu. Ferrer 2-0 öne geçmesine rağmen Verdasco maçı bırakmadı ve maçı 3-2 kazanarak çeyrek finale çıkan isim oldu. Çeyrek finaldeki rakibi, yine vatandaşı olan Nadal olacak.
Kadınlarda Clijsters ve Williams rakiplerini geçerek yollarına devam ettiler. Williams, Schiavone karşısında ilk sette epey zorlanmış olsa da ikinci sette daha rahat bir oyun sergiledi. Gecenin ilerleyen saatlerinde oynanan maçta ise Clijsters, Avustralyalı rakibi Stosur'u üç setle geçmesini bildi. Williams ve Clijsters yarı finalde karşı karşıya gelecekler. Clijsters kortlara döndükten sonra ilk Grand Slam'ine yine burada katılmıştı ve dördüncü turda Williams'a elenmişti. Bu seneyse, bu ikili Miami Açık'ta karşılaşmış ve finalde Belçikalı raket gülen taraf olmuştu. Final yolunda zevkli bir mücadele olacak.

Onur Güler l 0 Yorum

2012 Avrupa Şampiyonası eleme grubuna Kazakistan maçını kazanarak iyi bir başlangıç yapmayı başarmıştık. Belçika maçı öncesinde ise umutsuz bir kesim olsa da ben karşılaşmadan ümitliydim. Çünkü karşılaşmaya baktığımızda kazanılacak 3 puandan daha fazlası vardı. Galip geldiğimizde 2 maçta 6 puana ulaşıp, Belçika'yı puansız bırakarak grupta Almanya'dan sonraki en güçlü görünen rakibimiz karşısında büyük bir avantaj elde edecektik.
Maça dönecek olursak, sahaya çıkacak kadro açıklandığında karşımda anlaşılmaz bir 11 vardı. Tuncay'ın, Van Buyten ve Kompany karşısında yalnız kalacağını düşünmüştüm ki ilk yarıda ileride top tutamadığımız için istediğimiz oyunu oynayamadık. 15. dakikada Tuncay'ın arka direkteki ağlarla buluşmayan kafa vuruşu ilk yarıdaki tek net pozisyonumuzdu. 28 .dakikada Van Buyten'in golüyle geriye düşmemizle beraber üst üste atak yememizle bir şok yaşadık ama ilk devre sona ermesi imdadımıza yetişti. İkinci yarıda Semih'in oyuna girmesiyle beyaz bir sayfa açtık ve 3 dakika sonra İsmail'in ortasında Hamit ile golümüz geldi. Hamit'e bir parantez açmak istiyorum. Sakatlıktan yeni kurtulmasına rağmen her iki maçta da bizi kurtaran isim olmasının yanı sıra sahadaki en iyi futbolcuydu. Vincent Kompany'nin oyundan atılmasıyla olaylar hızlı gelişti. Semih'in golüyle öne geçmemizin hemen ardından Van Buyten'in ikinci golüyle eşitlik sağlandı. 10 kişi kalan rakip karşısında işimiz kolaylaştı. Sakatlıktan yeni kurtulan Sabri'nin oyundan çıkarılıp yerine Gökhan'ın doğru hamleydi ki oyuna hareket geldi ve skoru belirleyen gol de o kanatdan geldi.

Oyundaki olumsuzluklara rağmen heyecanlı ve zevkli bir maçtı. Yediğimiz 2 golde de Onur'un hatası olduğu bir gerçek ama uluslararası tecrübesi düşük olan bir kaleciyi de acımasızca eleştirmek de doğru olmaz. Bu konuda skorun lehinize olması Onur'un şansı diyebiliriz. 2'de 2 yapmak önemliydi zira önümüzdeki ay oynayacağımız 2 maç deplasmanda oynanacak. Özellikle genel kadro açısından Almanya karşısında ve daha sonraki maçlarda Hiddink döneminde hiç düşünülmeyen Mehmet Topal ile Volkan Şen ve Mevlüt Erdinç gibi oyuncuların değerlendirilmesinin doğru olacağını düşünüyorum.  Son olarak umutsuzca bir istek olacağının farkındayım fakat son olarak uzun yıllardır süre gelen duran toplardaki organizasyon eksikliğimizi en kısa zamanda düzeltmemizi umuyorum.

Cengiz Bahadır Özdemir l 0 Yorum

Türkiye: 3  Belçika: 2

Kafayı referandum muhabbetleriyle iyice sıyırdık. Dünya Basketbol Şampiyonası, EURO 2012 elemeleri, Amerika Açık gibi büyük turnuvalar varken bizlerin tek derdi evet-hayır oldu. Madem öyle, en azından başlıktan birilerini yakalayalım biz de. Aslında dünkü oyunu da çok iyi açıklıyor. Üç gol attık, en önemli rakibimizi yendik, grupta altı puana ulaştık; ama...

Kadro tercihinin skandal olmasından bahsetmeye gerek duymuyorum. Mantık şu; riske gerek yok, birbirlerini tanıyan oyuncularla şu dönemi atlatalım. Hayır, riske gerek var. Öyle olmasa neden Terim'in başını yedik? Hiddink'ten elbette sihirli bir dokunuş bekliyoruz. Şimdilik onu göremedik. Peki Belçika maçında sahaya çıkan kadro için denilecek bir şey var mı? Elbette. Orta sahayı ele geçireceğiz diye sahaya altı tane orta sahayla çıktık. Tuncay forvet görünümlü, Arda-Hamit kanatlarda ama sadece Arda oranın asıl oyuncusu. Emre-Selçuk İnan-Aurelio ise mucize yaratması beklenen orta üçlü. Aurelio'nun eskisinden uzak performansı, Selçuk'un Milli Takım'da tutukluluğunun devam etmesi, bütün yükün Emre'nin üzerine binmesine yol açtı. Böyle olunca da Emre'ye gelen top, Arda'ya uzandı ama ceza sahası içinde adam olmadığı için gol yollarında etkisiz kaldık. Üstüne de Van Buyten'in, Servet'e rağmen (ki Servet'e rağmen diyorsak adamın ne kadar güçlü olduğunu tahmin edebiliriz) kafayla attığı golle ilk yarıyı yenik kapadık.
Rakibin ilk yarıda hücum anlamında çok bir şey yaptığı yoktu. Fellaini ile geliştirilen ataklar, Dembele ve Gillet ile destekleniyordu. Ancak uçtaki Lukaku henüz alt seviyede olduğu için etkisiz kalıyordu. Tabi Hazard'ın olmaması büyük bir şanstı bizim için. İşin savunma yönünde çok eksiğimiz yoktu ama hücumda kısır kalıyorduk. İkinci yarıda Semih-Selçuk İnan değişikliği yapıldı. Gerçek bir forvetle başladık ikinci yarıya. Tuncay, onun yancısı durumuna geldi. Hamit-Arda içe kat etmeye başladılar ve onların oluşturdukları boşluktan bekler İsmail-Sabri (sonra Gökhan) bindirdiler. Tek bir oyuncu değişikliği ve oyun planının değişmesi bir anda hücumdaki etkinliğimizi arttırdı. İlk yarıda iki, bazen üç kişiyle hücum ediyorduk. İkinci yarıda ise bir anda beş-altı oyuncumuz ataklara katıldı. Böyle olunca Belçika savunması da dengesiz yakalandı. Bu dengesizliğe Kompany'nin atılması eklenince önce beraberliği sağladık, ardından öne geçtik.
Ama işi bu kadar kolay bitirmek bize yakışmazdı. Her zaman bir aksiyon, her zaman bir heyecan fırtınası yaratmak zorundaydık. Son günlerin başarılı kalecisi Onur, kamikaze pilotu gibi kalesinden çıkıp topa tek yumrukla uzanmak istedi. Ancak bunu beceremeyince Van Buyten ikinci golü attı. Savunma oyuncusunun ikinci golü atması ve ikinci golün özelliği itibariyle, akıllara Türkiye-Makedonya maçında üç gol atan Alpay gelmiştir herhalde. Ancak ne biz Makedonya'ydık ne de Belçika bizim seviyemizdeydi. İşin peşini bırakmadan, büyük bir sabırla üçüncü golü aradık ve Arda'nın şansla karışık golü geldi. Üçüncü golden sonra kontrolü vermedik ve sahadan galibiyetle ayrıldık. Hazard'ın son dakikada beş kişiyi çalımlayıp şut çekmesi ise ikinci maç için bize bir uyarı niteliğindeydi.
Almanya maçı öncesi istediğimizi aldık. Kaybımız yok. Ancak oyuncu olarak kaybettiğimiz çok fazla adam var. Nuri Şahin bunların başında geliyor. İlk 18'de bile yer bulamayıp tribüne yollanmış. Selçuk İnan'ın yerine ilk 11'de oynasa çok mu kötü olacaktı, o da hocanın sorunu. Volkan Şen-Necip-formunu yakalarsa Fatih Tekke-Mehmet Topal-Toraman gibi oyunculara Milli Takım yolu kapanmamalı. Nuri Şahin gibi bir yetenek oynatılmalı. Yoksa gurbetçi oyuncuların hiçbiri kalkıp da bu takımda oynamaz. Sonra da boşu boşuna adamları ''vatan haini'' diye yargılarız. Hatta bunu diyenler ''hayin'' şeklinde yazarlar ki, o da nasıl bir ironidir öyle?!

Cengiz Bahadır Özdemir l 7 Eylül 2010 0 Yorum

Dün kadınlarda çok önemli bir maç oynandı. 1 numaralı seri başı Wozniacki, 14 numaralı seri başı Sharapova ile karşı karşıya geldi. Hem estetik hem de oyun açısından çok şey vaat eden maçı, Danimarkalı raket iki sette almayı başardı. Sonlarına doğru yetişebildiğim maçta Sharapova'nın basit hataları dikkat çekti. Wozniacki'nin çizgi gerisindeki meşhur savunması da maçı çözen unsurlardan biriydi. Üst üste 12. galibiyetini alan Wozniacki, kariyerinin en iyi serisini yakalamış durumda. Bir başka maç ise Zvonareva-Petkovic arasındaydı. Üçüncü turda maç yapmayan Alman raket, dördüncü turda hiçbir varlık gösteremedi. Zvonareva'nın etkili servisleri, Petkovic'in kaybetmesine neden oldu. Zvonareva zorlanmadığı maçı 6-1 ve 6-2 alarak çeyrek finale kaldı. Bir başka Rus sporcu Kuznetsova ise hayalkırıklığı yarattı. Slovak raket Cibulkova karşısında iki seti de verdi ve elendi. Cibulkova bu sene ilk kez bir turnuvada finalleri görmüş oldu. Belçikalı Wickmayer ise Estonyalı Kanepi ile oynadığı maçtan 2-1 yenik ayrıldı. Başabaş giden maçın ilk setini rahatça aldıktan sonra ikinci seti kaybedip son sette de rakibine boyun eğdi. Kadınlar çeyrek final maçları şu şekilde belli oldu:

Wozniacki-Cibulkova
Kanepi-Zvonareva
Schiavone-Williams
Stosur-Clijsters

Erkeklerde, Fransız çekişmesini Monfils kazandı. Rakibi ise, Mardy Fish'i rahat geçen Djokovic olacak. Soderling ise, ilk setini kaybettiği maçı kazandı ve Federer'in rakibi oldu. 2009 Roland Garros finalinden sonra ikinci kez karşılaşacaklar. Güzel bir maç bizleri bekliyor olacak.

Serhat Gürcan Gündüz l 0 Yorum



Birazdan okuyacağınız yazı çoğunuzun zaten bildiği yada tahmin ettiği şeyler. Fakat bu röportajı yaparken öyle şeyler öğrendim ki, Adnan Aybaba'nın Serhat Ulueren'e, Cihat Oskay'ın anlattıkları sonrası söylediği o unutulmaz cümleyi sarf etmek zorunda kaldım.

"Vay anam vay neler dönmüş Serhat ya"

Röportajı yaptığımız ünlü olmayan bir futbolcu. Hani kimsenin izlemediği, sadece o semtte oturanların tuttuğu 2. lig takımlarında oynuyor. Daha yeni bir takım ile anlaştığı için ismini vermek istemiyorum. Diğer isimleri vermeme sebebim, bu açık sözlü ağabeyimizin başını belaya sokmamak.

Önce genel bir sohbet ettik. Beşiktaş'ın düşüşe geçeceğini, Fenerbahçe'nin çıkış yakalayacağını, Galatasaray'ın son transferleri sonrası ivme yakalayacağını söyledi. Bursa'nın transferlerini de çok beğenmiş. "Hangi kadroda oynamak isterdin?" diye sorduğumda Beşiktaş dedi.

Beşiktaş'ı seçmenin nedeni transferler mi?

-Evet. Sonuçta Quaresma ve Guti gibi adamlarla oynayacaksın. Onlara pas vermek falan her futbolcunun hayalidir.

Peki, Q7 topu laubali bir şekilde kaptırdı, kızmaz mısın?

-Olur mu yahu? O kaptırsın, ben onun için koşarım önemli değil.

Biraz güldük bu arada. Alex'i insanların nasıl eleştirildiğine şaştığını söyledi.

Sence Alex eleştirilmemeli mi?

-Bir sezonda 15 gol 15 asist yapan adamı nasıl eleştireceksin ki? Tempomuzu yavaşlatıyor dersen bir tek onu anlarım işte..

Daha sonra kendi futbol hayatını sordum. Nasıl başladığını vesaire. Asıl anlatılması gerekenler bu noktadan sonra başladı;

Peki ikinci ligde oynamak nasıl bir his? Zorlukları neler?

-Kimsenin ilgilenmediği bir lig. Çok iyi olursan bir şekilde Bank Asya'ya transfer olabiliyorsun. Mesela beni zamanında Yılmaz Vural Antalyaspor'a istemişti ama başkan çok fazla bonservis isteyince gidemedim.

Ne kadar istedi ki?

-2001'in parasıyla 100 milyar bonservis istemişti. O zamanlar çok iyi oynuyordum. Tabi istenen bonservis yüksek olunca kulüpte kaldım bende.

Önünü tıkamışlar ama bence. Sonuçta kulüp para kazanmalı ama, bununda bir üst limiti olmalı.

-Şimdi oyuncuyu yetiştirince yüksek bir fiyat istemek hakkın. Ama o kadarda yüksek olmamalı tabi ki. Bank Asya'da oynayan takımların bütçesi ne ki, bize o kadar bonservis ödesinler? Tabi ki zengin takımlar var, süper ligden transferler yapabiliyorlar ama genelde kulüplerin çok büyük borçları var. Para harcayamıyorlar. Bu sene bir kaç takım çok deli para harcadı gerçi.

Ama Süper lige çıkan takımlarda bütün oyuncularını yolluyor. Mesela bu sene Konyaspor 22 oyuncu yolladı takımdan.

-Yollar tabi. Süper lig ile Bank Asya arasında uçurum gibi bir fark var. Adam orada Quaresma ile mücadele edecek. Bizim oyuncuların alt yapısı ne ki o oyuncuları durdursun. Sürekli transfer olan bir grup var süper ligde, düşen takımlardan yeni çıkan takımlara. En fazla onlar gibi olursun işte. Yada çok çok çok iyiysen bir Anadolu takımında kalırsın. Büyük kulüpte oynaman çok zor. Oynayabilecek yeteneğin varsa zaten 15-16 yaşlarında alıyorlar seni. Bir yerde okudum, hayret ettim. Şimdi bir Türk genci ve Lampard aynı yaşta iken 15 yaş milli takımında karşılıklı maç yaptı diyelim. Lampard profesyonel oluncaya kadar 250 maç yapıyor. O çocuk profesyonel oluncaya kadar 50 maç yapmıştır anca. Nasıl bu adamlarla yarışacaksın ki?

Alt yapı çok önemli tabi. Anlattıklarına göre çok zor bir oyuncunun 2. ligden Bank Asya'ya transfer olması yada süper lige gitmesi.

-Süper lig zaten hayalde, çok çok iyi bir menajerin olursa anca transfer olursun Bank Asya'ya.

İş menajer de bitiyor yani?

-Evet. Mesela Ankara'da bir menajerin neredeyse her kulüpte bir adamı var. Oyuncularını sezon öncesi kamplar başlamadan bir cafede topluyor. Telefonla hocaları arıyor, oyunculara "sen bu kulübe, sen bu kulübe gideceksin" diyerek yolluyor. Alacağı paraları bile o belirliyor. Tabi oyuncunun alacağı paranın %10'u cebine gidiyor. Diğer menajerlerde farklı değil. Diyelim ki bir anlaşma yapacak oyuncu. Menajer soruyor "oğlum ne kadar istiyorsun?" diye, çocuk 30 diyor. Menajer bunu başkana "ağabey gelecekmiş ama, 50 milyar para istiyor" şeklinde lanse ediyor. Arada kalan 20 milyarı kendi cebine indiriyor.

Bundan oyuncunun haberi olmuyor mu?

-Anlaşma imzalanana kadar öğrenemiyor tabi ki. Anlaşmadan sonra öğreniyor ama seneye takımdan gidersem kulüp bulamam korkusundan ses çıkartamıyor.

Peki bu adamların yaptıkları futbolcular tarafından bilinmiyor mu? Neden bu adamlarla çalışıyorlar?

-Biliniyor ama ne yapsın ki topçular? Şimdi ben mesela Çorumspor ile antrenmanlara çıktım. Bir iki maç yaptık, hani fenada oynamadım. X hocaya gittim dedim ki, "hocam bak beni istemiyorsan söyle, transfer dönemi devam ediyor, kendime kulüp bulayım". Adam "olur mu oğlum, sen bu takımda banko oynayacaksın, başkan gelsin anlaşın" dedi. Bir hafta falan sonra oturduk fiyat konusunda falan anlaştık imzalayacağız işte. Bütün yönetim gelmiş, hazırlık maçı yapacağız izleyecekler sonra imzalar atılacak. 1-0 kaybettik maçı ama iyi top oynadım yani. Neyse maçtan sonra beni istemediğini söyledi hoca. Hani kendide gelip söylemedi. Malzemeciyi yollamış. Kavga falan ettik orada, neyse bende son gün bir takımla anlaştım işte.

Bunu yapan hocalarda var yani?

-Olmaz mı? Transfer ücretlerinden para alanda var.

Nasıl yani?

-Şimdi topçu bunun eski oyuncusu. Adam telefon açıyor, diyor ki "seni bu yeni takıma alırım ama transfer ücretinden bana komisyon vereceksin". Zaten hocalar çok iyi para kazanıyor. 5 milyar maaş + 40 milyar falan imzalama parası.

Tabi onuda 11 de oynatıyor.

-Evet. Sonra oraya kadar emekleriyle gelmiş adamlar yedek falan bekliyor. Zaten amatör küme 25+ adamlarla dolu. Askerden kaçmak isteyenler falan oynuyor oralarda. Para yok yani, ama sende oynayamadığın için kalkıp orada en azından antrenmansız olmayayım diye oynuyorsun mecburen.

2. lig öyleyse amatör kümeyi düşünmek bile istemiyorum.

-Aslında asıl tezgahlar oralarda dönüyor ama işte.

Peki bu teşvik falan dönüyor mu? Biliyor musun yani?

-Olmaz mı ya. Bak son 10 hafta bütün takımları incelesinler neler bulurlar bir bilsen. Şampiyon olacak takım, garantilemiş takıma diyor ki,

Bir dakika nasıl oluyor bu görüşmeler?

-Şimdi teşvik verecek takımın kaptanı, teşvik verecekleri takımdan bir oyuncu tanıyorsa onu arıyor. Yada bütün takıma soruyolar "x takımdan birini tanıyan var mı?" diye. Tanıyan çıkarsa telefonla aranıyor "aslanım yenerseniz size bu kadar para" diyor.

Dağıtım nasıl oluyor peki?

-Bu irtibata geçirilen oyuncuya kalmış o. Ya gidiyor hocasına söylüyor, hocam böyle böyle işte diye para hocada dahil herkese pay ediliyor yada 5 arkadaşına anlatıyor durumu para onların arasında dağıtılıyor.

Peki sen hiç aldın mı teşvik?

-Aldım. Sonuçta biz düşme potasından uzağız, o sene x takımla şimdi süper lig ekiplerinden y takım şampiyonluk mücadelesi veriyorlar. x takımın bizimle maçı var. Y takımdan bir yönetici kaptan olduğum için beni aradı. "Bak aslanım, yenerseniz bu kadar, berabere kalırsanız bu kadar para veririz" dedi.

Yani bunun birde tarifeleri var?

-Tabi canım. Neyse hocaya anlattım durumu. Tamam de dedi. Çocuklarla konuştuk falan onlarda kabul etti, berabere kaldık işte o maç. Zaten yenmeye gitmişiz oraya, birde üstüne para aldık işte.

Enteresan gerçekten. Kabul etmeyen oyuncular oluyor mu?

-Şike olsa kimse kabul etmez. Topçu düşme potasından uzaksa bile ezdirmez kendisini. Ama yaşadığımız zorluklar ortada. Alıyorlar yani.

Peki şike olayları dönüyor mu?

-İnan bilmiyorum. En azından oynadığım takımlarda hiç duymadım. Zaten şikeyi ya hakem, ya kaleci yapar. Sana hiç gelmezler bile. Ama zamanında bir arkadaşım anlatmıştı. Öz x spor diye bir takımın başkanı bir mafya babası. Diyor ki oyunculara "bu maçı siz alın, diğer maçı bana bırakın". Sonra bu adamlar Bank Asya'ya çıktı o sene bu şekilde.

Hakemler de mi yapıyor?

-Futbolculardan daha fazla. Duyuyoruz anlatıyorlar maçlarda. Zaten saha içerisinde belli ediyor hakemler kendilerini. Şimdi bizim maçlara çıkan hakemler henüz acemi olduğundan çok belli ediyorlar. Fakat biraz usta hakem yaparsa, kimse anlayamaz işte onu. Diyorum ya, son 10 maçı incelesinler her sene, neler çıkar neler...

Peki hakemlere nasıl davranıyorsunuz bu durumda?

-Nasıl davranacaksın ki? Adam zaten seni biçmeye gelmiş oraya, ağzını açtığın an yersin kartı gidersin. Yine bağırıp çağırıyorsun ama bayan hakem olunca yapamıyorsun tabi.

Bayan hakemlerde mi şike yapıyor?

-Yok, onu bilmiyorum. Ama genel olarak bayan hakemlere karşı yine centilmen bir şekilde davranıyorsun. Yani erkek hakemlere bağırıp çağırırsın bayrak kaldırdığında falan ama bayan olunca "yaktın beni ablam ya" şeklinde konuşuyorsun.

Bayanlara saygı önemli tabi. Peki doping olayları nasıl oluyor? Kontrol için oyuncular ilk yarı izlenip, bu çok koştu bunu mu alalım diyorlar?

-Hayır. Kura çekiliyor işte devre arasında. Kim çıkarsa. Aslında senin dediğin gibi de yapılıyor olabilir. Sonuçta noter huzurunda falan değil kura çekimi. Doping yapmadım hiç. Doping yapan oyuncuda tanımadım. Ama öyle şeyler yaşıyoruz ki, olmuyor diyemem hiçbiri için.

Mesela ne gibi zorluklar yaşıyorsunuz?

-Soyunma odasında dayak yediğimi biliyorum ben devre arasında. Tam koridordan içeri giderken ışıkları söndürüyorlar sonra dayak faslı başlıyor. Ondan sonra ikinci yarı top oyna oynayabilirsen.

Hakemler müdahale etmiyor mu?

-Etmiyor. Polis bile etmiyor. Ya ben Karabükspor'a karşı bir maça çıktım Karabük'te, tünelde polis yoktu. Kapılarda puşili adamlar bekliyor, böyle ters ters bakıyorlar falan.

Tehdit ettiler mi?

Yok orada sadece dayak yedik işte. Ama tehdit edenlerde oluyor. Devre arasında soyunma odasını basıyorlar, tehdit ediyorlar. Alıştık artık gerçi.

Polis nasıl müdahale etmiyor bu duruma peki?

-Olay zaten organize. Şimdi o şehrin emniyet amiri o takımı mı tutar yoksa bizim takımı mı? Polisi az gönderiyor maça, tünellerde beklemeyin diyorlar. Polis fiilen bir şey yapmıyor tabi ama önlemleri az alıyorlar.

Peki polis sayısı az ise maça gönderilecek?

-Ya ben nerelerde top oynadım, taraftardan fazla polis oluyor maçlarda. Şimdi sana hayal gibi geliyor ama soyunma odasına kezzap dökenler var.

Nasıl yani? Üstünüze mi döktüler?

-Yok yere döküyorlar, rahat hazırlanma maça diye. Kezzapın kokusu çok kötü. Bide yakıyor. Mecburen tünelde giyiniyorsun falan. Konsantre olamıyorsun maça. Bunlar hiçbir şey ya.

Peki sizde yaptınız mı hiç?

-Kezzap olayını diyorsan hayır. Ama bizde dövdük yani rakip oyuncuları. Mecbursun maçı kazanmaya, adamlar senden iyi oynuyor. Ne yapabilirsin ki? Evine ekmek götürmen gerekiyor, yenilirsen küme düşeceksin, seneye takım bulamayabilirsin, basıyorsun tokatı işte. Ama bizim statta kavga gürültü falan çok nadir olur.

Konuşmamız sona ererken sordum; "abi vereyim mi isimleri?" diye. "Ver ver, mutlaka ver herkes duysun" dedi. Ama yukarıda belirttiğim gibi ben vermek istemiyorum bu kişilerin isimlerini. İşte böyle. Biz Türk futbolu ilerliyor sanırken, alt liglerde dönen işlerin bazıları bu. Aslında anlatacak çok fazla şeyi vardı fakat Türkiye-Fransa basketbol maçı başladı o sırada. Maçı izlemeye daldık bizde. Ondan sonra röportaj falan unutuldu tabi ki. Çok uzun sürmeden 2. bir itiraf serisi alacağım bu ağabeyimizden. Tabi daha derin işleri anlatmasını umarak.

Mustafa Akkaya l 6 Eylül 2010 0 Yorum



"Futbol bir ölüm kalım meselesi değildir. Ondan çok daha önemlidir."

Tanıyanlar zaten iyi bilir Liverpool efsanesini yaratan Bill Shankly'nin bu tarihi sözlerini. Bir anlamda futbolun asla sadece futbol olamayacağı tartışmasını başlatan kıvılcım diyebiliriz bu sözler için. Simon Kuper'e göre de futbol sadece bir oyundan çok daha fazlasıydı, kimilerine göre ise bir oyundan öte değildi. Daha saftı yani. Bazıları bir din yerine koydu onu, hatta yüceliğini elle gol atarak pekiştiren bir tanrı bile ortaya çıktı!

Sevenlerinin tüm hayatlarını kaplayacak kadar geniş olabilir mi peki futbol? Hayatın ta kendisi olabilecek kadar? Aslına bakılırsa kimileri için olabilir. Evet, gayet olabilir. Sevmediği bir işi olan ve ağır şartlarda çalışan birini düşünün. Ya da işi olmayan birini. Hayatta pek bir becerisi olmayan, arkadaş çevresi kısıtlı, aşk hayatı yalandan ibaret, eğitimi zayıf olan bir adamı aklınıza getirin. Kendisinden yukardakiler tarafından her gün hor görülen, bir şekilde ezilen birini hayal edin. Kısacası sosyal hayatında sürekli gol yiyen, "bu toplumda ben de varım" diyemeyen birini canlandırın kafanızda. Böyle olsaydınız illaki tutunacak bir dal aramaz mıydınız? Tek başına güçsüz, ama sadece bir şemsiye altında toplandığında kimlik sahibi olabilecek birçok hayalperestten biri olmak istemez miydiniz? Peki, haftanın 6 günü biriktirdiğiniz stresi ve belki de nefreti, o 90 dakika boyunca, hatta öncesinde ve sonrasında, kusacak bir platformda bulunmak istemez miydiniz?


İşte Bill Shankly'nin anlatmak istediği tam da bu. İşçi çocuğu olarak yetişmiş biri olan Shankly, taraftar kesimi de işçi tabanlı olan Liverpool'u ikinci ligden çıkarıp birkaç yılda şampiyonluklara abone bir takıma dönüştürürken o taraftarların hissettiklerini düşünebiliyor musunuz? Hayatı boyunca zaten ezik yaşayan birinin tuttuğu takım, futbolun beşiği olan bir ülkenin liginde hükmeden konumuna geçince ne hisseder hayal edebiliyor musunuz?

Bu taraftar için söylemiştir Shankly o sözleri. Var olma mücadelesi veren bir takımı canlandırarak, taraftarına da bir anlamda bu dünyada var olduklarını hissettirebilmiştir. Çünkü hayatta tutunacak belki de tek dalı Liverpool'dur o taraftarın; ve o dakikadan sonra Liverpool kazanamıyorsa, o da kazanamıyor demektir.

Hayatta karnını doyurabilmekten başka yapacak birçok şeyi olan birini düşünelim şimdi de. Sosyal bir çevresi olan, sevdiği işi yapmasının haricinde futbolla ilgilenen, yüzmeye giden, golf oynayan, veya sinemayı bilen, sanatla uğraşan bir insanı... Bu kişinin hayatında futbol olmasa da değişen çok şey olmaz. Anca hayatından bir renk eksilir o kadar. O boşluğu dolduracak başka bir uğraş bulur elbet. İşte böyle biri için futbol sadece futboldur. Bir oyundan öteye de gidemez.


Postu bir alıntıyla başlattım, alıntıyla bitireyim. Sözler, Eduardo Galeano'nun Gölgede ve Güneşte Futbol adlı müthiş kitabından. Anlatmaya çalıştığım ilk taraftar profilini bir paragrafta çok güzel özetleyivermiş:

"Fanatik", stadyuma kulübünün bayrağına sarılı olarak gelir, yüzü aşık olduğu renklere boyalıdır. Vurucu, kırıcı ve gürültü yapıcı araçlarla yüklüdür hep. Daha yolda gelirken bile gürültü ve hır gür çıkarır. Hiçbir zaman yalnız değildir. Kızgınların safına geçer, o tehlikeli kırkayağa katılır; aşağılananlar bir anda aşağılayanlara, korkaklar da korku salanlar haline gelirler. Pazar gününün aşırı yetkinliği, haftanın öbür günlerinin itaat dolu yaşantılarını, isteksiz aşk hayatını, sevilmeyen ya da hiç olmayan iş hayatını unutturur. Bir tek gün serbest kalan fanatiğin, o tek günde acısını çıkaracağı pek çok şey vardır.

Kadir Ar l 0 Yorum



Arkadaş Zinedine Zidane'ın oğlu. Real Madrid'in 15 yaş takımında oynuyor. Babası kadar büyük bir efsane olur mu bilemem ama kendisine geleceğin yıldızı gözüyle bakılıyor... 


Cengiz Bahadır Özdemir l 0 Yorum

Amerika Açık tüm hızıyla devam ediyor. Erkeklerde üçüncü tur maçları bitti. Artık rekabetin daha da arttığı maçlara sıra geldi. Rafael Nadal, Fransız rakibi Simon'u üç setlik rahat bir oyunla geçti. Rakibi, vatandaşı Feliciano Lopez olacak. Bir başka İspanyol kapışması da Ferrer-Verdasco arasında olacak. Verdasco, Nalbandian'ı dört set sonunda geçmişti. Djokovic, Blake karşısında zorlanmış olsa da üç setle işi bitirdi. Rakibi, Fransız Clement'i beş setle geçebilen Mardy Fish olacak. Rakiplerini üçer sette geçen Federer ve Melzer dördüncü turda karşılaşacaklar. Söderling de dördüncü tura çıkan isimlerden. Rakibi İspanyol Montanes olacak. Fransız tenisçiler Gasquets ve Monfils dördüncü turda kapışacaklar. Youzhny-Isner mücadelesinden galip olarak ayrılan taraf Youzhny oldu. Rakibiyse Robredo olacak.
Gelelim asıl büyük sürprize. Louis Armstrong Stadı'nda, Andy Murray turnuvaya veda etti. İsviçreli Stansilas Wawrinka karşısında oldukça zorlanan Britanyalı, maçı 3-1 kaybetti. İlk seti tie-break sonunda 7-6 kazanmasına rağmen ikinci sette 7-6 yenildi. Sonraki iki sette çok kötü bir performans sergileyen Murray, 6-3'lük iki setle elenmiş oldu. Özellikle servislerde büyük sorunlar yaşayan Murray, rakibinin etkili servislerine ve file önü oyunlarına karşı koyamadı. İkinci sette, baldırında ufak bir sorun yaşamasına rağmen Wawrinka maçı bırakmadı. Böylece 2008 Amerika Açık'ta dördüncü turda elendiği Murray'den intikamını iki sene sonra almış oldu. Murray de 2008 Roland Garros'tan beri ilk kez üçüncü turda elenmiş oldu. Grand Slam kazanamama huyu devam ediyor. Wawrinka dördüncü turda, Almagro'yu geçen Querrey ile oynayacak.

Kadınlarda ise çeyrek finalistlerin bazıları belli oldu. Ana Ivanovic'i iki setle geçen Clijsters çeyrek finalde, Dementieva'yı çok zor bir maç sonucu yenen Stosur ile oynayacak. Venus Williams ise ilk setinde zorlandığı maçta Peer'i geçti. Rakibi ise İtalyan Schiavone olacak. Wozniacki-Sharapova galibi, Kuznetsova-Cibulkova galibiyle; Petkovic-Zvonareva galibi, Kanepi-Wickmayer galibiyle çeyrek finalde karşılaşacaklar.

Onur Saygın l 2 Yorum



Bir Galatasaraylı olarak Alex'e duyduğum saygı genelde küfür yememe neden olsa da her türlü ortamda savunmaktan da geri durmuyorum. Futbol ulemalarının dediği gibi ''Güntekin eğer koşmayacaksak biz de oynarız.'' olayı bana çok uzak. Alex'in koşanı, Barış Özbek'in futbol oynayanı tarzı bir kalıp benim gözümde.

Alex altıncı sezonuna başladı Fenerbahçe'de. Bu altı sezon Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final, 2 son dakikada kaybedilen lig şampiyonluğu, bir de lig şampiyonluğu kazandırdı. Bu sene büyük ihtimalle son sezonu olucak, hatta devre arasında bile ayrılabileceği konuşuluyor. Alex, Lincoln, Elano gibi futbolcular yerin dibine sokulurken herkesin hem fikir olduğu konular Ayhan Galatasaray için değişilmez, Mehmet Topuz Alex pozisyonun da daha faydalı olur hem de savunma yapmayı biliyor gibi bana göre saçmalıklar. Bu tip oyuncuları kaybettikçe yerlerine futbol topuna nefretle yaklaşan oyuncular takımlarımızda çoğalmaya başladı.

Futboun bir oyun olduğunu, hatta çok eğlenceli bir oyun olduğunu hatırlatan isimlerden gerçekten azaldı. Biz bir de elimizdeki futbol değerlerini kaybediyoruz. Adnan Polat, Keita Galatasaray'a yakışmıyor diyebiliyor ama geçen sezon Barış'ın attığı tekmeye rağmen takımda tutulmasına ses çıkarmıyor. Alex takımı eksik bıraktığı için bazı maçlarda yedek oturabilir şeklinde açıklama üzerine Alex'ten daha az koşan Özer Hurmacı oynayabiliyor. Büyük ihtimalle gelip Trabzon maçında en çok koşan Fenerbaçeli oyuncu Özer bilmeden sallama diyeceksiniz ama, boş koşan bir insan yerine az koşan ama verimli koşan bir oyuncu tercih etmiyorsanız o sizin bileceğiniz bir iş.

Eskiden oyuncu tanımlarken, çok ince bilekleri var, iyi frikik kullanıyor ya da çok güzel ara pası atıyor şeklinde tanımlanırdı. Yeni trend iyi basıyor, çok koşuyor oldu. Kusura bakmayın ama takımımda bir sürü Barış Özbek, Selçuk Şahin görmektense Alex, Lincoln gibi oyuncularla oynayıp gerekirse maç kaybetmeyi tercih ederim. 2008-2009 sezonunda Skibbe ile çıkılan her maç bir eğlenceydi. Bülent Korkmaz sonrası seyrettiğim maçlardan 5 sene sonra aklımda kalacak bir maç hatırlamıyorum.



Belki de 3 İstanbul takımı bu sezon son 5 yılın en iyi 10 numaraları ile oynayacak. Alex, Guti, Misimovic seyir zevki yüksek kaliteli maçlar seyrettirecekler bize. Ama kaybedilen ilk maç sonrası başlayacak yorumlar gene aynı kalıcak. Dünya üzerinde kalmadı böyle futbolcu, zaten bir Türk takımları bu sistemi kullanıyor, bak Barcelona'ya herkes koşuyor, baktığımız zaman bir Xavi Iniesta değil.

Alex'e saygım biraz da bu yüzden kaynaklanıyor. Bu kadar saçma yorumların yapıldığı bir ülkede 6 sene kalabildi. Sadece işini yaparak, etrafı umursamadan işini çok iyi yaparak geçirdi bu altı seneyi.

Alex koşmuyor, Lincoln terbiyesiz, Delgado çıt kırıldım diyen arkadaşlara nice Barış Özbekler Selçuk Şahinler diliyorum.

Efe Yılmaz l 0 Yorum


Daha iki gün önce arkadaşlar oyunun neticeden güzel yönü olan haticeyi yazalım dediğinden düşünmeye başladım neler paylaşabilirim diye. İlk maç, ilk futbol yarası, çocukken çıkılan şampiyonluk turu. Hepsinde vardı yanımda. Yan komşumuzdu ama komşu amcadan daha yakındı hatta öz amcamdan bile yakındı bana. Bolu maçı olduğunu anımsadığım ilk maça gidişimde o vardı yanımda. Kendisi sıklıkla maçlara gittiği için sürekli çocuk zekamla sorular soruyordum, anlatmasını sağlıyordum olanı biteni. Metin Oktay'ın nasıl mükemmel bir insan olduğunu ilk ondan dinlemişimdir. O meşhur topun kale çizgisini geçmediği Werder Bremen maçını kaç kere dinlemişimdir ondan. Ergen aklımla Tugay Kerimoğlu'na kızdığımda hep uyarıyordu beni, Tugay'ın ne kadar iyi bir topçu olduğunu söylüyordu. 1994'de Amerika'daki Dünya Kupası'na gitmişti mesela. Hep anlatıyordu hikayelerini, hatta biz çocukluk ve gençliğin verdiği saçmalıkla ara ara "gazlıyorduk" üç kafadar onu. Televizyondaki maçlarını bile belli bir yaşıma kadar hep birlikte izledik. Bir gün Ergün Penbe gene sola inip kestiği orta alakasız yere gittiğinde "Yıllardır papazın eşeğini sikiyorsun yaptığın ortaya bak be adam" diyerek ufuk açmıştı bana. Emre'nin Fener'e gidişini hiç kabullenememiş ağzına çok yakışan küfürlerini kendisinden hiç esirgememişti. Rahmetli Özhan Canaydın'ı tanıyor ve seviyordu, hiç toz kondurmuyordu kendisine. Kısacası 10 numara adamdı. Gece gece sizinde başınızı şişirdim ama hayat bazen boktan oluyor. Kendisi Arnavut'tu o yüzden Cana artık benim için daha da güzel bir adam. Mekanı cennet olsun, dünyadan güzel bir adam güzel bir Galatasaraylı daha eksildi.

Mustafa Akkaya l 5 Eylül 2010 0 Yorum


Fotoğraf 1991 veya '92 yılına ait. En şaşırdığım nokta ise Emre'nin "zaten Galatasaraylı'ydım" dememiş olması...