Tarih: 13 Mayıs 1990 Yer: Zagrep Maksimir Stadı - Dinamo Zagrep-Kızılyıldız maçı. Tel örgüleri aşıp üstlerine gelen Kızılyıldız'ın aşırı milliyetçi taraftar grubu "Kahramanlar"ın saldırısından kurtulmak için Zagrep'in "Kötü Mavi Çocuklar"ı sahaya iniyor. Sahada başlayan savaşın ardından Kızılyıldız'lı oyuncular soyunma odasına kaçarken, Boban önderliğindeki Dinamo Zagrep oyuncuları sahadaki futbol savaşına dahil olarak taraftarlarını yalnız bırakmıyordu. İşte bu savaşta Zvonimir Boban'ın bir Hırvat taraftarı coplayan polise attığı "Cantona" tekmesi, o günden sonra başlayan ve Hırvatlar'ın bağımsızlığıyla sonuçlanan Yugoslav İç Savaşı'nın simgelerinden birisi oluyor, Boban'ı da bir savaş kahramanına dönüştürüyordu. Federasyon tarafından 1990 Dünya Kupası'na götürülmeyerek cezalandırılan Boban ise "Ben o anda tek bir dava üzerine kariyerimi hiç düşünmeden elimin tersiyle ittim, bugün olsa yine aynı şeyi yaparım çünkü bu dava Hırvatistan'ın davasıdır." diyerek Hırvatlar'ın gözünde daha da ölümsüzleşiyordu. O günden bugüne 20 yıl geçti ve hem kulüpler hem de milli takımlar düzeyinde iki ülke çeşitli spor müsabakalarında defalarca karşı karşıya geldiler. Hani milli takım bazında önemli turnuvalardan önce "70 milyon yürek" minvalinde sloganlarla reklam yaparız ama tv reytinglerinde bir Yaprak Dökümü kadar reyting alamayız ya, işte bu iki ülke de özellikle futbol ve basketbol odaklı karşılaşmalar yapılacağı sırada hayat gerçekten durur ve herkes bu maça kilitlenir. Çekişme ve gerginlik had safhalarda yaşanır. Bugün de kaderin garip bir cilvesiyle değişen sıralamalar sonucu ülkemizde düzenlenen Dünya Basketbol Şampiyonası'nda eşleşen iki ülkenin maçı bize aynı heyecanı, aynı rekabeti bir kez daha yaşattı.
Not: İşin ırkçı tarafını bir tarafa bırakırsak, Sırp taraftarların Turkcell'in dağıttığı dev ellerin 2 parmağını keserek çetnik selamına dönüştürmesi oldukça yaratıcıydı...
Maça dönecek olursak, hem yeni teknik patron Hiddink'in ilk resmi karşılaşması olması hem de Avrupa Şampiyonası elemelerinin ilk mücadelesi olması nedeniyle 3 puan almamız önemliydi. İlk karşılaşma olması nedeniyle rakip istekli ve hırslıydı. Ancak silahları sınırlı olduğu için oyunu sertlikle dengelemeye çalıştılar. Emre Belözoğlu hafif bir sakatlık geçirse de eksik vermememiz büyük şanstı. Çoğunluğu sakatlıktan yeni çıkmış ve formsuz oyuncular ile sahaya çıkan A Milliler, Ömer'in kafa vuruşuna Arda'nın çizgide dokunuşu ve Hamit'in olağanüstü vuruşu ile ard arda gelen 2 golle rakibi çözdü. Son çeyrekte Nihat'ın kaydettiği gol skoru belirledi. Oyunu Belçika maçının ardından değerlendirmek daha doğru. Çünkü rakip oldukça düşük bir kalibrede olan bir ekip.
Salı akşamı gruptaki gerçek rakibimiz ile oynayacağız. Belçika karşısında daha kontrollü ve soğukkanlı oynamalıyız. Genç, yıldız potansiyeli olan ve Avrupa'nın büyük liglerinde top koşturan isimlerden kurulu kadrosu ile yeni bir yapılanmaya giden Belçika karşısında işimiz bu kadar kolay olmayacak.
2010 Dünya Kupası C Grubu'nda maçlar sona erdi ve Türkiye 5'te 5 yaparak 2. turda Fransa'yla eşleşti. Her ne kadar son ana kadar Yeni Zelanda'yı beklemiş olsak da, Okyanusya ekibinin özellikle 2. periyotta oynadığı oyun (22-5) istedikleri 12 sayılık farkı yakalamalarını sağladı ve Yeni Zelanda daha kolay bir kura olan Rusya'yla eşleşti. Ben de 5'te 5 yapan takımımızın neleri iyi, neleri kötü yaptığına dair (çoğunlukla kötüler) kendimce bir analiz yapmak istedim...
Fildişi Sahili maçıyla başladık gruba. Rahat geçmesini beklediğimiz, neredeyse her oyuncumuzun birbirine yakın süreler aldığı maçı 86-47 kazanarak turnuvaya güzel bir başlangıç yaptık. İlk ciddi rakibimiz olan Rusya maçını ise, 2. periyotta yaptığımız etkili alan savunmasıyla yakaladığımız farkı, maç sonuna kadar koruyarak kazandık. Göze çarpan ilk yanlışımızı da bu maçla beraber görmüş olduk. Evet Tanjevic alan savunmasını seven ve sürekli bunu uygulayan bir antrenör ama oyun içinde öyle anlar geliyor ki alan savunmasını terketmemiz gerekiyor. Ama Tanjevic bu dakikalarda da ısrarla taktiğinden vazgeçmiyor. Rusya maçının son periyodunda, bu inat yüzünden bir ara maç zora giriyordu ki, Hidayet imdadımıza yetişti. Sorumluluğu aldı ve üst üste isabetli şutlarla maçı kazanmamızı sağladı. Kenardan gelen Ender'in en kritik anlarda rakibin direncini kıran 3/5 üçlük isabetiyle attığı 9 sayı da günün dikkat çeken bir diğer performansıydı.
3. maçımız grubun ve belki de bizim için turnuvanın en kritik maçıydı. Daha önceki tüm büyük turnuvalarda hep son dakikaları bizden daha iyi oynayarak bizi mağlup etmeyi başarmışlardı. Özellikle 2006 Dünya Şampiyonası ve 2009 Avrupa Şampiyonası'nda aldığımız mağlubiyetler, en çok umut beslediğimiz anlarda gelerek tüm hayallerimizi yıkmıştı. Bu maçı kazanan grubu lider bitirecekti ki finale kadar İspanya ve ABD'yle eşleşmeme fırsatını da elde etmiş olacaktı. (Şu anda sadece ABD'yle eşleşmeyeceğimiz kesin, yarı finale çıkarsak İspanya'yla oynama ihtimalimiz mevcut) Ankara'da 10500 seyircimizi de arkamıza alarak iyi bir maç çıkardık ve 3. periyotta komşuya sadece 12 sayı imkanı vererek son periyoda 14 sayı önde girdik. Periyodun başlarında Ömer Aşık'ın smacıyla 18 sayıya kadar çıkardığımız fark, girdiğimiz rehavet ve Yunanistan'ın savunma sertliğini en üst düzeye çıkarması sonucu 8'e kadar düştü. Ama yine Hidayet'in yine çok kritik bir anda gelen üçlüğüyle Yunanistan'ın direncini kırarak maçı kazandık. Hidayet'in yanında bahsedilmesi gereken çok daha özel bir adam vardı ki attığı 26 sayıyla Yunanistan maçını adeta tek başına aldı: Ersan İlyasova. Artık geriye kalan 2 maçımızdan birini kazanmamız bile grup liderliği için yeterliydi. Her ne kadar bu maçın verdiği çoşku herşeyi unutturmuş olsa da Schortsanitis'e pota altında çare bulamamamız ve uzunlarımızın dış şut tehdidi olan Bourousis ve Tsartsaris'i boyalı alan dışında savunmaması önemli eksiklerimiz olarak göze çarpıyordu. Son periyotta Yunanistan'ın uyguladığı tam saha baskıya rağmen Tanjevic'in bir türlü 2. oyun kurucu olarak Ender'i oyuna almaması, tam aldı diye sevinirken çıkarttığı oyuncunun Kerem Tunçeri olması Tanjevic'in eksisi olarak hanesine yazıldı. (Tek eksisi buydu. Hata da yapsa, onun çizdiği etkili oyunlarla 3. periyotta maçı kopardığımızı da kabul etmek gerek)
Yunanistan maçının rehavetiyle çıktığımız Porto Riko maçı ise, madalya yolunda beni en çok umutlandıran maç oldu. Çünkü seneler sonra ilk defa kötü oynadığımız bir maçı kazanmayı başarmıştık. Hidayet'in maçtan sonra da söylediği gibi "aptal hatalar"la zora soktuğumuz maçı, son 15 dakikada biraz ciddiye almamız yeterli oldu. Ayrıca madalya için sadece Hidayet ve Ersan'ın yetmeyeceği, ekstra katkılar da almamızın gerektiği turnuvada bu maç da kendi içinde 2 kahraman çıkardı. Attığı 12 sayıyla ilk yarıyı skor olarak sadece 7 sayı geride bitirmemizi sağlayan Ömer Onan ve ikinci yarıda hem hücum hem savunmada müthiş bir enerjiyle oynayıp takımını ateşleyen Kerem Gönlüm. Dünkü Çin maçının ise fazla değerlendirilecek bir tarafı yok. Başından sonuna kadar belki de Millilerimiz'in son yıllarda oynadığı en rahat maçlardan birisiydi. 4 oyuncumuz hiç dakika almadan dinlenirken, diğerleri de süreyi paylaşarak ve adeta antrenman havasında maçı bitirdiler. Tek anlayamadığım Ömer Aşık ve Semih'in toplamda aldığı 52 dakikanın birazı da Kerem Gönlüm'e paylaştırılarak bu iki oyuncu da dinlenemez miydi? Koçun tercihidir saygı duyuyorum...
Takımda görünen problemlere yukarıda kısaca değinmeye çalıştım. Gözüme çarpan en önemli problem savunmada, pota altındaki yardımlaşma problemleri. Ömer, Semih ve Ersan eşleştikleri rakiplerine göre daha atletik oyuncular ve hücumda bu özellikleri onlara önemli bir avantaj sağlıyor. Ancak savunmada fizik olarak kendilerinden üstün oyuncuları çok rahat potaya döndürüyorlar. Ya yardım götüremiyoruz ya da götürdüğümüzde dışarıda bir oyuncuyu boş bırakmak zorunda kalıyoruz. Her ne kadar savunmamızla övünsek de, Porto Riko ve Yunanistan maçlarında rakibin kaçırdığı üçlüklerin neredeyse yarısı boş atışlardı. Özellikle Hidayet bu konuda biraz daha dikkatli olmalı. Çok hırslı, beklentilerin farkında ve her yere koşmak yetişmek istiyor. Ama bu oyunu sebebiyle bazen guardlara yardım etmek isterken kendi adamını boş bırakarak olmadık bir sayı yememize sebep olabiliyor. Bir diğer önemli problemimiz ise hızlı hücumlar. Mümkünse biz Ömer Onan'ın herkesten önce ileriye koştuğu pozisyonlar hariç hızlı hücum yapmayalım. Hidayet'le, Ersan'la yapmaya çalışıyoruz. Olmuyor, komik duruma düşüyoruz ve dönüşünde de savunmada eksik yakalanıyoruz. Sakin ve planlı oyunumuzu oynayalım yeter. Son olarak da lütfen ama lütfen son hücum için çizilen bir hücum planımız olsun ve onu uygulayalım. Sadece milli takım değil TBL'de izlediğim birçok maçta da ne zaman son hücum kullanılacak olsa oyun kurucu ya da takımın en iyi şutorü topu alıyor, rakip yarı sahaya girdiği gibi 15 saniyeyi orada yiyor ve son 3-4 saniyede zorlama bir atış yapıyor. Milli takımda da hiçbir periyodun son hücumunda bundan farklı birşey olmadı. Hidayet, Kerem ya da Ender'le tüm süreyi yiyerek bekleyip, son saniyelerde zorlama atışlar yaptık...
Hem Fransa'yı hem de sonrasında gelecek olan Slovenya-Avustralya galibini eleyerek yarı finale çıkabilecek gücümüz var. Fransa kadrosu yapı olarak bizim 2006 kadromuza benziyor ama bizdeki kadar geniş bir rotasyonları yok. Batum, Gelabale, Koffi, Batum ve Albicy gibi oyunculara sahipler ama bu 5 dışında bir 6. oyuncuları daha yok. Grubu 4. bitirerek İspanya galibiyetinin tesadüf olduğunu düşündürdüler. Diğer taraftan gelecek takım da büyük ihtimalle Slovenya olacak. Geçen sene Lorbeek'li, Lavrinovic kardeşlerin olduğu Slovenya'ya son topun çemberde dönüp dışarı çıkmasıyla yenilmiştik. Şimdi daha eksik bir kadroyla ama daha inançlı bir şekilde geldiler Türkiye'ye. İçeriden oynayacakları ikili oyunlar ve dış şutlarla etkili olacaklar. Doğru adam paylaşımını yaptığımız sürece, önce yarı final, sonrasında madalya hayal değil. Yeter ki inanalım...
Not: Genelde olumsuz tablo çizen bir yazı olmasına rağmen, bu satırların yazarı 12 dev adamın finale çıkacağını düşünüyor. Sadece 5'te 5 yapıldığı sırada tüm yazılı ve görsel basında efsaneler yazılırken, işe bir de diğer tarafından bakmak istedim...
Fotoğraflar fiba.com'dan...
Onun dışında konuşulan ilk isim Per Gunnar Andersson. 2004 ve 2007 yıllarında Junior WRC'yi kazanan İsveçli pilot, 2008 yılından beri düzenli olarak ralli şampiyonasında yarışmıyor. Son olarak Suzuki'de yarışan ve fena olmayan bir yerde şampiyonayı tamamlayan İsveçli pilot, bu sene Stobart Ford ile Bulgaristan Rallisi'nde yarıştı. Kendisinin de Mini'de düzenli olarak yarışmaktan keyif alacağına dair açıklamaları var.
Bir başka isim Marcus Gronholm. İki kez dünya şampiyonu olmuş tecrübeli Finli'nin, önümüzdeki haftadan itibaren Mini'yi test edeceğin açıklandı. Henüz kendisiyle ilgili gerçekleşmiş bir görüşme yok. Ancak Mini'ye yakın kaynakların söyledikleri, Gronholm gibi bir şampiyonla çalışmanın Mini için büyük bir prestij kazancı olacağı yönünde.
Pirelli ise şu anda WRC'nin tek lastik tedarikçisi. Ancak bu durum 2010 sonu itibariyle geçerli olmayacak. Yeniden anlaşma yapmayan Pirelli, WRC'den ayrılacağını net bir dille ifade etti. Bunun sebebiyse tabi ki ekonomik. Son üç yılda ödedikleri rakamın, kendilerinden bir sene için istendiğini belirten Pirelli motorsporları direktörü Paul Hembery, bundan böyle Formula 1 yarışlarına daha fazla ağırlık vereceklerini ifade etti. Ayrıca Michelin'in, WRC'ye katılmasından dolayı memnun olduğunu da dile getirdi. Ancak Pirelli'nin ralli dünyasından tamamen ayrılma niyeti yok. IRC'de kalmaya devam edecekler.
Bakalım Michelin'in teklifi kabul edilecek mi ve Michelin yarışlara yeni bir heyecan katacak mı?
Dünya Şampiyonası'nda grup maçlarının son günüydü ve ben de soluğu Abdi İpekçi'de aldım. Malum Amerika takımı bu topraklara ayak basmış; her ne kadar parlaklarının yanında sönük kalan yıldızlarıyla parkeleri şenlendirmiş dahi olsa gidip izlemek vacip olacaktı. Son Dünya Şampiyonaları'nda beklenenen-istenen hedeflerden uzak olduklarını da göz önüne alırsak final biletini alamayabilirlerdi. Tüm bu riskleri bertaraf etmek adına gayet halim selim geçeceğini bildiğim Tunus maçı için salondaki yerimi aldım. Bittabi bir günde 3 maç oynanıyordu ve yoğun bir seyir mesaisi bizleri bekliyordu. Kısaca Amerika-Tunus ve Slovenya-Iran maçlarının üzerinden geçip; güne dair iddia taşıyan Brezilya-Hırvatistan maçına rotayı çevireceğim.
Lamar Odom'un, Derrick Rose'un pek süre almadığı, dinlendirildiği maçta oyunu rölantide götürdü USA ve bu dahi farklı bir sonuçun ortaya çıkmasına yetti. Tunus dirençli, gayretli ama elden gelen bu kadar. Kechrid ve Rzig skor yükünü sırtlamaya çalıştılar maç boyu. Her topa atlayan, kovalayan ancak savunmada çok mismatch yapan bir görüntüdeydiler. USA için değil de Eric Gordon için bir şey yazmak lazım. Bu turnuvada en beğendiğim isimlerin başında geliyor. Müthiş bir şutör. Korkusuzca gönderiyor üçlükleri. Henüz 2 sene önce draft edildiği NBA'de çaylak sezonundaki sayı ortalamasının 16 civarlarında olduğunu hatırlatalım. Hayranlıkla izliyorum.
Sonraki maç Slovenya-İran. Slovenya bir gün önceki Brezilya galibiyeti ile rahatlamış, alacağı İran galibiyetiyle rahatça grup ikinciliğine oturacak görünüyordu. Ancak pek te öyle olmadı. İran özellikle ikinci devrede müthiş bir direnç gösterdi ve maçı yalnızca 5 sayı ile kaybetti. Slovenya ilk beşinde ve daha sonra maç içinde aksamayan iki isim vardı: Dragic ve Zupan. Dragic'in skorerliğini biliyorduk ta Zupan'ın bu denli yüksek yüzdeli dış şut atacağı beklenmezdi herhalde. İran'da dikkat çekici iki isim var: 12 numara Kazemi ve 15 numara Haddadi. Kazemi özellikle savunmada çok savaştı, öyle ki bir kaç topa sahip olma mücadelesinde kendini yerlere attı. Haddadi ise haddini aştı! ve takımının skor yükünü tamamen omuzlarına aldı. İlginç olan bir ara pointguardlığa da özenmesi. Ömrümde ilk kez pointguard-pivot karışımı bir pozisyon izlemiş oldum. Dünya yeni bir combo kavramına hazırlasın kendini :)
Gelelim günün son ve en heyecanlı maçına. Brezilya ve Hırvatistan grup üçüncülüğü için kapışacak. Kapıştı da, keyifli de maç oldu. Maçın özeti şudur; Alex Garcia, Barbosa ve Machado Hırvatistan'ın fişini çektiler. Brezilya'nın pota altında Splitter'ın ekstra gayretine dahi ihtiyacı kalmadı. Hırvatistan Bogdanovic'le ilk yarıda iyi işler yaptı, ikinci yarı sazı Popovic eline aldı ama o da bir yere kadar. Dışardan istenilen desteği verdi Popovic ancak boyalı alandan yeterli skor bulamadılar. Tomic 3. periyodta 5 faul ile oyun dışı kaldı. Andric bu turnuvada ne yapıyor bilemiyorum. Loncar daha bir gayretli idi, nitekim boyalı alanın ortasını iyi kullanıp sayı yapmayı başardı. Hırvatistan'da çift hanelere çıkan ender isimlerden. Ukic üstüste isabetsiz dış atışlar kullanınca güven kaybetti ve oyundan düştü. Planinic. Yüzümü kara çıkaran adam. Turnuva öncesi incelemelerinde 6. adam adayımdı bir nevi. Son dönemde formu düşüktü hakikaten ancak öngörüm bu turnuvada bir patlama yapacağıydı. Patlayan bizim yorumumuz oldu! Sağlık olsun.
Brezilya ile bitirelim. Huertas'ın yedeği Dos Santos'u beğendim öncelikle. İkinci yarı bir kaç spektaküler asist te yapmadı değil. Başlıktaki samba sadece skordan gelmiyor anlayacağınız. Bir kere Brezilya'nın tüm guardlarının ortak bir iradesi var. Cesurca penetre ediyorlar,ve ekseriyetle deliciler. Sonucunda ya sayı ya faul çıkıyor elbette. Barbosa kendi işini yaptı, içeri penetrelerle turnikeler, orta mesafe-uzak mesafe şutlar. Toronto yolculuğu öncesi ona da yarayacak bu performans. Machado ile bitiriyorum. Bayıldım. İkinci yarı hepi topu 5 dakika oynamıştır belki ama 18 sayı ile maçın en skoreri. Mevzu bu da değil. Süper bir şutör olduğunu biliyoruz ama canlı izleyince bir başka kardeşim. Takımı harika yönetiyor top elindeyken. -tabi potaya yönelmediği zaman-. Zira top eline geldiğinde müthiş bir özgüvenle yolluyor üçlükleri. El üstü, boş pozisyon farketmiyor. 5'te 5 üçlük. Dile kolay. Hırvatistan turnuva genelinde düşük profil çiziyor tamam ama ben bu Brezilya'yı çok beğendim. Şimdi keyifle ve afiyetle koltuğumuza uzanıp, Güney Amerika derbisini izleyelim. Bknz: Brezilya-Arjantin.
Kadınlarda ise Fransız tenisçi Rezai, ABD'li Beatrice Capra'ya yenilerek sürprize imza attı. Henüz 18 yaşındaki Capra, ilk kez bir Grand Slam'e katılmıştı. İlk maçında Hırvat Sprem'i iki setle geçmişti. Şimdi de 18 numaralı seribaşını yenerek büyük bir sükseye imza atmış oldu. Üçüncü turdaki rakibi Sharapova olacak. Ancak buraya kadar gelmesi bile başlı başına bir olay. Rezai'nin de, GS'lerde finallere kalamama geleneği devam ediyor. Geri kalan maçlarda, Jankovic yine zorlanarak bir üst tura çıktı. Wozniacki, Kuznetsova ve Zvonareva üçüncü tura çıkan diğer isimler oldular.
Fenerbahçe taraftarı uzun zaman sonra transfer döneminde yapılan hamlelerin büyük bir çoğunluğundan mutlu. Bazı transferlerin zamanlaması dışında belirli bir plan içinde yapıldığı belli oluyor.Avrupa kupalarından elenme takım içinde bir dalgalanma yaratsada geçtiğimiz sezon şampiyonluğu son maçta kaçıran kadronun iskeleti korunurken eksik olarak gözüken bölgelere önemli hamleler yapılması bazı sorunların şimdilik göz ardı edilmesini sağladı.
Fenerbahçe'nin en önemli transfer dönemi hamlesi Daum ile yolların ayrılması ve zaten bir sezondur takımla beraber çalışan Aykut Kocaman'ın takımın başına geçirilmesi oldu. Daum'un durağan oyun yapısının tam tersi bir oyun felsefesi olan Aykut Kocaman Fenerbahçe taraftarlarının beklediği bu değişim süreci Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi macerasının kısa sürmesine neden olsada istenilen oyun sisteminin Fenerbahçe'nin yıllardır uyguladığı yavaş futbol üzerine böyle biri kazaya neden olması makul görülebilir.
Kadroda şişkinlik yaratılan oyuncuların takımdan uzaklaştırılması ve yabancı kontenjanının artmasıyla Aykut Kocaman'ın önünde geniş bir hareket alanı oluştu. Yıllardır süren stoper rotasyonundaki sorunlar İlhan Eker ile çözülmeye çalışılsa da belki de Fenerbahçe adına en soru işaretli transfer hamlesi oldu. Anadolu-İstanbul takımları arasındaki stoper transferleri genelde pek başarılı hamleler olarak aklımızda yer etmedi. Kapalı savunma ve orta sahaya çıkan savunma anlayışları arasındaki farklılıklar nedeniyle adapte olmakta genelde zorluk çektiler. İlhan performansı ile de bu adaptasyon sorununu çektiği ispatlar gibiydi.
Gökçek Wederson'un takımdan ayrılması ile sol bek alternatifi kalmayan Fenerbahçe bu eksikliğini geçen sezonu Galatasaray'da kiralık olarak geçiren Caner Erkin'i kadrosuna katarak kapatmaya çalıştı. Çalıştı diyorum çünkü Hakan Balta'nın bu kötü performansına rağmen hiç bir Galatasaraylı taraftarın neden Caner Erkin takımda tutulmadı şeklinde bir soru sorması yeterli açıklama olmuştur sanırım. Orta saha çizgisin iki tarafında gündüz ve gece kadar farklı oynayan Caner sol açık için iyi bir alternatifken sol bek için son tercih olması daha mantıklı olurdu.
Fenerbahçe transferin son günü yedek kaleci sorununu da bonservisi elinde olan Serkan Kırıntılı ile gidermeye çalıştı. Şahsen Serkan Kırıntılı'nın ne Volkan Demirel'i ne de Mert Günok'u takımdan kesebilecek bir kaleci olduğunu düşünmüyorum. Üçüncü kaleci olarak düşünüldüyse bonservisi olmayan ve 1. lig tecrübesi olan Serkan iyi bir tercih olarak durmakta.
Kadroya katılan Türk oyuncular yedek kulübesi için iyi transferler olurken ilk 11 oynatılmak zorunda kalınırlarsa Fenerbahçe taraftarları pek memnun olmayabilirler.
Rıdvan Dilmen her ne kadar Hollanda ligi ölçü olmaz dese de Miroslav Stoch yaş/potansiyel olarak Franck Ribery sonrası Türkiye Ligi'ne gelen en iyi futbolcu. Yüksek gol potansiyeli ve çabukluğu Fenerbahçe taraftarının uzun zamandır hasret kaldığı hızlı kanat oyuncusu eksiğini kapatıcak gibi duruyor. Sakatlık yaşamazsa Fenerbahçe'yi Alex bağımlısı oyun yapısından kurtarabilir. Tek handikapı fiziksel yapısının Türkiye'nin sert oyunu tekme atmak olarak algılayan defans oyuncuları karşısında çok çabuk yıpranacak olması.
Kadrosunda hali hazırda 4 gol kralı bulunan her hangi bir takımın forvet transferi yapmaması üzerinden eleştirilmesi başka takımlarda saçmalık olarak algınabilecekken Fenerbahçe taraftarının en umutlu bekleyişi halini aldı. Guiza, Gökhan Ünal ve Semih Şentürk forvet hattı yeterli gibi gözüksede verimli olmayışı Niang transferine itti Fenerbahçe'yi. Niang'ı için ben ne yazsam saçma olucak. Kendisi zaten son yıllardaki performansı ile neler yapabileceğini gösterdi. Önemli nokta Fenerbahçe'ye uyum sağlayabilmesi. Yoksa ne Kezman yeteneksizdi, ne de Güiza. Kendisini kanatlardan destekleyecek Stoch, Dia gibi oyuncuların takıma oturmasıyla sezonun 2. haftasında yanlız kalıyorum mesajı veren Niang'ın bu yalnızlığına çare olacaktır.
Kazım'ın kişisel sorunları, Mehmet Topuz'un hücum anlamında çok eksik kalması Fenerbahçe'yi sağ kanat transferine yöneltti. Issiar Dia Miroslav Stoch gibi fizik olarak ufak tefek ve onun kadar hızlı bir oyuncu. Çok zor durumlarda Niang'ı da yedekleyebilecek yetenekleri var. Benzetme ne kadar doğru olur bilemiyorum ama oyun stili Giovanni Dos Santos ile benzerlik taşıyor. Fenerbahçe'nin ihtiyacı olan dinamizm ve kanatlar arası değişikliği becerebilen yapısıyla Dia Aykut Kocaman'ın istediği oyun sistemine uyan bir futbolcu.
Fenerbahçe aslında bana göre ilk yapması gereken hamleyi transferin son gününe bıraktı. Bilica'nın bırakın futbolculuğunu zaman zaman yaptığı hareketlerle pek şeyini sorgulattığını düşünürseniz Lugano'nun yanında oynayacak stoper ihtiyacı daha da ortaya çıkyıor. Merseyside derbisinde Everton'ı tercih eden şahsımın Yobo'nun ezeli rakibime transfer olmasını pek mutlulukla karşıladğım söylenemez. Fenerbahçe'nin topu oyuna sokma zaafiyetine çözüm olması zor olsada Bilica sonrası Ertem Şener tabiriyle çölde bir vaha gibi gelicektir Fenerbahçe taraftarlarına. Asıl katkısı duran topların şampiyonu belirlediği ligimizde ofansif olarak olucaktır. Lugano-Yobo ikilisi gariptir ki pek çok Anadolu takımının forvetinden daha fazla gol potansiyeline sahipler.
Sözün özü giden oyuncuların boşaltığı kadroya yedek kulübesi için yapılan 3 yerli oyuncu transferi ve ilk 11 için yapılan 4 yabancı oyuncu transferi ile kapattı bu transfer dönemini. Beşinci oyuncu olarak Lugano'nun yeri kesin olarak gözükürken altıncı oyuncu seçimi belki de Fenerbahçe'nin şampiyonluk yürüyüşüne damga vuracak. Alex, Christian ve Dos Santos altıncı oyuncu olmaya en yakın adaylar. Fakat Aykut Kocaman'ın Alex'i rotasyon oyuncusu yapmak istemesi, Dos Santos'un tatilden göbekli olarak dönmesi seçenekleri azaltıyor. Fakat isim olarak yapılan transferler her ne kadar güzel olsa da Young Boys ve PAOK maçları öncesi transferin bitirilememesi Fenerbahçe Yönetimi'ne eksi puan olarak yazıldı.
İki saate yakın bir süre Ntvspor'un konuk oldu G.Saray Başkanı Adnan Polat. Bir çok konuya değindi, tünelden çıkıyoruz dedi. Mali sıkıntıların artık geride kaldığını anlattı, yeni projelerden bahsetti. Güzel güzel dinledim. Her ağzından çıkana inanır oldum. Kendinden emin görüntüsü ve rahat konuşması ile etkiledi beni Başkan Adnan Polat. Adnan Sezgin'in adı geçince kendime gelir gibi oldum fakat Sezgin'in CV'sinden bahsedince başkan haklı dedim. Adnan Sezgin, İstanbulspor'un manajerliğini yaptığı zamanlarda yaşanmış olan Petkov-F.Bahçe olayını bile unuttum.
Sonra konu Prekazi'den açılınca benim de aklım başıma geldi yavaş yavaş. Aradık konuştuk Prekazi ile futbolcunun durumunu sorduk diyerek girdi Başkan konuya. "Transfer yoğunluğunda görüşemedik" dedi hatta kelime arasında. Mevzu zaten transfer dedim kendi kendime. Transfer peşinde koşarken neden transferi gündemde olan bir adam için konuşmamışlar ki filan derken geri döndüm izlemeye.
Geldiler, görüştük laflarını Adnan Polat'ın ağzından duyunca ise dumur oldum. Nasıl görüştünüz! Ama siz kendi resmi sitenizden yalanladınız. Hani blog reklamı yaptığınız resmi twitter hesabınızdan da link vermiştiniz ya bizlere. Oyuncunun manajeri ile konuşurken az maça çıktığı için rahatsız olduk biz kiralayalım önerisinde bulunduk gibilerinden bir şeyler duydum. Nasıl yani? Şimdi futbolcu bonservisini oynadığı kulübünden almış gelmiş karşında oturuyor. Ona ödenecek parayı konuştuğun sırada sana şu kadar verelim ama kiralayalım önerisinde bulunuyorsun. Menajer fiyat yükseltince (menajerin çakallığı da es geçmemek lazım), kime ödeyeceğim bu parayı, ortada bir kurum yok dedikten sonra yol veriyorsun. Zaten ortada bir kurum olsa sen bu konuşmayı yapamazsın ki yasal olmaz.
Kendi içinde çelişkilerle dolu bir konuşmayla açıkladı Adnan Polat olayı. Son anda Mislimovic transferinde istediğimiz zemin oluşunca vazgeçtik futbolcudan diyemedi. Insua'yı 2 aydır izliyorduk dedikten sonra açıkcası benim için sürpriz oldu ifadelerini kullanınca bir kez daha kendiyle çakıştı. İyi girdiği gecenin sonunda program uzadıkça dağıldı. Rıdvan Dilmen ile Mislimovic&Querasma&Guti merkezli CV tartışmasına girmesi ise dibe vurduğu an oldu. Arada kaynamasın kombine sohbetinde Rıdvan Dilmen maaşlı çalıştığı kurumun ekranında "bizde öyle şey olmaz" derken komple Ntvspor'dan mı bahsetti çözemedim. Unutmadan Rijkaard'ın bir soruya İngilizce cevap vermesini olur arada benimle konuşurken de yapıyor diyerek sohbeti kahvehane saflarına çekmesi ise daha dibe de inebiliyormuş dedirtti bana.
Programın sonunda G.Saray Başkanı gözümüzün içine bakarak gerçekleri çarpıttı belli konularda. G.Saray'ın çıkarları doğrultusunda çevirmiş olabilir konuları. Kendi bileceği iş. İnananlar, inanmayanlardan çok olacakdır bundan eminim. Balık hafızalı bir milletiz ne de olsa. Adnan Sezgin'in bir evi var kendine ait dediklerinde üzülenlerdeniz biz adamın haline.
Bugün Adnan Polat, yarın Yıldırım Demirören ve Aziz Yıldırım'da benzer şovları yapacaklardır. Kendi yayın organlarından temizleyemeyecek kadar fazla olunca günahları. Bu da sorun değil gelsinler anlatsınlar dinleyelim, Yeter ki TV denilen kutu sayesinde misafir oldukları evimizde bize yalan söylemesinler.
Not: Yıllarca ABD ve TFF'de üst düzey yöneticilik yapıp, sadece bir ev sahibi olabilen bir adama futbolu emanet ettiğinizde de fazla kupa kazanmasını beklemek hayalcilik olmaz mı?
Kaynaklarımızdan gelen bilgiye göre, Brezilyalılar olayın olduğu gece Reina'ya gidiyor. Orada dansçılarla karşılaşıyorlar. Bir şekilde birbirlerini görüp beğenen gençler aynı otelde kalmanın verdiği avantajı da kullanarak potaya gitmişler. Slovenya mağlubiyeti olayın yan etkisi midir bilinmez ama Brezilyalılar'ın saha içinde olduğu kadar saha dışında da hareketli oldukları bir gerçek.
Birkaç fotoğrafın kimseye zararı olmaz. (Kalp hastaları dışında)
Premier Lig’de bu sezondan itibaren başlayacak olan yeni kadro kuralları doğrultusunda, takımlar için 25 kişilik resmi listeleri bildirme süresi dün doldu. 31 Ağustos’ta kapanan yaz transfer döneminin ardından, takımların listelerin son halini bildirmeleri için 1 günleri vardı.
Takım listelerinden önce kısaca yeni kurallara bir bakalım:
- Tüm Premier Lig takımları 1 Eylül saat 17.00’a kadar 25 kişilik listeleri bildirmek zorundalar.
- Takımların 25 kişilik oyuncu listelerinde 8 tane "home-grown" diye tabir edilen oyuncu bulunmak zorunda. Bir oyuncunun home-grown statüsünde olabilmesi için, 21 yaşını doldurmadan (ya da doldurduğu sezon bitene kadar) İngiltere ya da Galler Futbol Federasyonu’na bağlı bir kulüpte toplam 36 ay futbol oynaması gerekiyor. Ayrıca bu oyuncular İngiliz vatandaşı olmak zorunda değiller.
- Kulüpler 25 kişilik oyuncu listelerindeki futbolcuların dışında, sınırsız sayıda 21 yaş altı oyuncu kullanmakta serbestler. Federasyon 21 yaş altı oyuncuları belirlerken “İçinde bulunulan sezonun 1 Ocak gününe kadar 21 yaşını doldurmamış oyuncular” ifadesini kullanıyor. 2010/11 sezonu için 21 yaş altı kabul edilecek oyuncular, 1 Ocak 1989 ve sonrasında doğan futbolcular.
Bu 21 yaş altı oyunculardan sınırsız faydalanabilme maddesi sayesinde, Manchester City’nin kadrosuna kattığı Mario Balotelli 20 yaşında olduğu için 25 kişilik listeye eklenmedi, ancak oynayabilecek.
Yine aynı şekilde Arsenal sadece 20 oyunculuk bir liste bildirdi. Ancak federasyona gönderdiği 21 yaş altı oyuncu listesinde, Theo Walcott, Mark Randall, Armand Traore ve Jack Wilshere’ın da dahil olduğu tam 56 oyuncu mevcut.
- Takımlar mevcut listeler üzerinde sadece transfer dönemlerinde değişiklik yapabilecekler. Bu kural sadece kaleci sakatlıkları durumunda, federasyonun izni ile esnetilebilecek. Ayrıca takımların transfer döneminde istedikleri kadar değişiklik yapma hakları var.
- 25 kişilik listeler sadece Premier Lig için geçerli. Listenin dışında kalan oyuncular Federasyon Kupası, Lig Kupası ve Avrupa’da oynayabilecekler.
- 25 kişilik listeden liglerdeki herhangi bir takıma kiralanan oyuncular bir başka oyuncuyla değiştirilemezler. Ancak tekrar kulüplerine döndüklerinde oynayabilirler.
-Kadrosunda 8 tane home-grown statüsünde oyuncu bulunmayan kulüpler, ne kadar eksikleri varsa, toplamda da o kadar eksik bir liste bildiriyorlar. Yani 7 tane home-grown oyuncusu bulunan bir kulüp, ancak 24 kişilik bir liste sunabiliyor.
Takımların 25 kişilik oyuncu listelerine baktığımızda ilk göze çarpanlardan biri Manchester United’da uzun zamandır sakatlıklarla boğuşan Owen Hargraves’in listeye girmesi. Ancak yine Hargraves gibi sakatlık problemi olan Jonethan Woodgate ise, Rafael van der Vaart’ın da katılımıyla genişleyen Tottenham kadrosunda kendine yer bulamadı. Yine Wolves’da Kasım 2009’dan beri sakatlık sabebiyle forma bulamayan ve yeni yeni iyileşmeye başlayan Michael Kightly de listeye giremezken, oyuncunun kiralanması bekleniyor. Aynı şekilde West Bromwich’de sezonun ilk yarısında oynayabilecek 25 kişiden biri olamayan Luke Moore’un da başka bir takıma kiralanması bekleniyor.
Tüm takımların 25 kişilik kadrolarına ve 21 yaş altı oyuncu listelerine şuradan bakabilirsiniz.
UEFA Avrupa Ligi'nden elenmemize özel bazı problemler de eklenince, kendime bir nevi kafa izni verdim. İşim dışındaki zamanlarda ne sporla fazla ilgilenmedim, bloga ise eskisi gibi yazdım.Çünkü transfer sezonunun bitemeyişinin ortaya çıkardığı karmaşa benim için mide bulandırıcı bir hal aldı. En sevmediğim futbol mevsimi, şu transfer işlerinin olduğu dönem. Hele Galatasaray gibi yönetilemeyen bir kulübe aşıksanız acıyı sürekli hissediyorsunuz çünkü sevdiğiniz kulübün bu kadar kötü yönetildiğini görmek insanı üzüyor.
Geçen Mayıs ayından beri dünya üzerinde en nefret ettiğim kişilerin ilk iki sırasını Adnan Polat ve Adnan Sezgin paylaşıyor. Eski blogumda ve burada anlatmaya çalıştım bu nefretin sebeplerini. Sportif başarı ise en son kriter bu nedenler içinde.Mali anlandaki yapılanma masalları ile girildi yaza. 2012 önemli olduğundan bahsedildi. Ben rahmetli Özhan Canaydın zamanında hep "İleride büyümek için şimdilik biraz küçülmemiz lazım" tadında cümleler bekledim. Özkaynaklara dönüleceği hayallerini kurdum. Bu yüzden bu sezonki garip transfer politikasına bile temkinli gittim hep. Uğur Uçar üç kuruşa satılıp yerine vasıfsız Ali Turan geldiğinde (ki kendisini 3 maçtan fazla izledim bazı gerizekalılara duyurulur) içim acımıştı. Sonrasında Keita giderken bu hamle bana mantıklı gelmişti taa ki Aydın Yılmaz'ın Kolombiya şubesine milyon avrolar verilinceye kadar. Sonuçta maddi sıkıntısı olan bir takımın göle maya çalmaya verecek avroları olmaması gerekirdi. Cana transferi biraz yüreklere su serpti. Kewell'ın ise takımda kalması yüzümü güldüren en güzel haberdi bu yaz aldığım. Düşünün böyle önemli bir adama bile sözleşme teklif ederken ne kadar işi uzattı bizim süper yönetimimiz. Ama takımın en büyük sorunu çözülmemişti henüz. Muhteşem üçlü adını verdiğim Ayhan, Barış ve Sarp mecburiyetten hala ilk onbirde bu takımda. Cana'nın üçünü birden kesmesi beklenemeyeceğinden, bunun yaşanması normaldi. Fakat Galatasaray yönetiminin bu sorunu 2009-2010 sezonunda yeteri kadar idrak edememiş olacak ki, yeni sezona bu üçlü bile başlamakta bir sakınca görmedi. Bunun bedeli olarak yıllardır övündüğümüz Avrupa Fatihi takımımız bu sezon Anadolu turnesine mahkum edildi.
Takım yıprandı, oyuncular soyunma odasında "İmparator geliyor" naraları attı, biz sevdiğimiz adamlara şüpheyle bakmaya başladık, her sabah Rijkaard gitti haberi görmediğimiz için dualar ettik, kısacası paranoyak-şizofreni olduk hepimiz. Biz taraftar bu halde iken, Mehmet Helvacı takımın iyi yolda olduğunu söyledi. Adnan Polat ise yüreklere biraz ferahlık verecek cümleler kurmadı. Kendisi gibi basiretsiz birisinden farklısını beklemek zaten hataydı. Sonunda 30 ağustos geldi çattı. Galatasaray tarihinin en azından benim şuurlu olarak 20-21 senelik tarihimin, 8-0'lık şikeden sonra yaşanan en rezil günü yaşandı. Prekazi'nin kalbi kırıldı.
Ayrıntılarını hepimiz bildiğimiz için uzatmaya gerek yok. Bu ülkenin futbol tarihinin değişmesinde en önemli paya sahip adamlardan birisinin, babamların, mahalleden abilerimin sevgilisi; benimse çocukluk kahramanım olan adamın kalbi kırıldı. Ve bunu yapan utanmaz adamlar hala o koltuklarda oturuyor. Ülkemizin yozlaşmış futbol düzeninde, bu yüzsüz yönetimin o çok sevdikleri koltuklarından ayrılmalarını beklemek belki benim hatam. Düşünün şirketler birleşti, stat açılacak ve biz sezona sportif kepazelikle başlıyoruz. Aslında çok değil bir iki mantıklı ve zamanında hamleyle yeni stada huzurlu geçebilirdik. Hepsinden vahim olan olan ise idare edilmediğimiz için Prekazi'nin kalbini kırıyoruz. Dünya takımı, Avrupa Fatihi olalım derken, kalp kıran adi bir takım oluyoruz.
Umarım Galatasaray'ın iki Adnan'ından biran önce kurtuluruz. Çünkü ben onlara her baktığımda Prekazi'nin kırılan kalbi gelecek aklıma. Bu kulüpte umarım huzurlu ve mutlu bir günleri bile olmaz ve bir kupa sevinci bile yaşamak nasip olmaz bu onursuz yönetime. Taraftar görünümlü, başarı ve skorseverlerden ise bir ricam olcak. Misi ve Insua faydalı transferler ama ne olur bu sefer bu yavşakların götlerini kurtarması için yeterli olmasın. Ne olursa olsun artık bazı gerçekleri siz de görmeye başlayın. Ortada benim sevdiğim bu takıma ait ne bir gelenek ne bir güzellik bıraktılar. Bu aşkı kirletenlere artık siz de destek vermeyin.
İkinci gruptaki seri başlarından Murray ve Almagro yollarına devam ederken, Berdych'in elenmesi büyük sürpriz oldu. Başa baş giden üç set sonunda Çek raketin elenmesi işleri karıştıracaktır. Üçüncü grupta Roddick ve Djokovic (zor da olsa) ikinci tura yükseldi. Ancak Baghatis'in beş set sonunda yenilmiş olması önemli bir sürprizdi. 22 ace attığı maçı kaybetmek, Rum raket için üzücü olmalı. Dördüncü grupta Federer, Söderling, Melzer yollarına devam ederlerken, Hewitt beş set sonunda rakibine yenilmekten kurtulamadı. Rakibinin basit hata sayısının 65 olduğunu belirtmek isterim. Ancak winnerlarda 72-40'lık bir üstünlüğü varmış.
Kadınlarda ilk tur maçlarında, ilk grupta yer alan Wozniacki, Rezai ve Sharapova yollarına devam ederlerken, Safarova ilk turdan turnuvaya veda etti. İkinci grupta ise Jankovic, Zvonareva ve Radwanska ikinci tura yükselen isimler oldular. Jankovic'in çok zorlandığı dikkatlerden kaçmadı. Üçüncü grupta Schiavone, Williams, Azarenka gibi isimler ikinci tura çıktılar. Burada sürpriz yaşanmadı. Dördüncü grupta Stosur zorla da olsa kazanmayı bildi. Clijsters ve Dementieva ise kolay maçlar çıkardılar.
Kadınlarda ikinci tur maçlarının bazıları da oynandı. Schiavone, vatandaşını iki setlik bir oyunla geçti. Williams, ilk setinde zorlandığı maçı iki setle kazandı. Hantuchova çok zorlandı ama üçüncü tura çıktı. Rakibiyse vatandaşı Dementieva olacak. Bartoli, vatandaşı Razzano'ya iki setle yenildi. Rakibiyse, eski günlerine geri dönen Ana Ivanovic olacak. Günün en üzücü haberiyse Viktoria Azarenka'dan geldi. Arjantinli Dulko karşısında ilk sette 5-1 gerideyken bayıldı. Hasteneye kaldırıldıktan sonra yapılan açıklamalarda basit bir baş dönmesi olmadığı ve maçtan çekilmesinin zorunlu olduğu yönündeydi. Belaruslu'ya twitter hesabından geçmiş olsun dileklerimi gönderdim. Umarım en kısa zamanda toparlanır.
Galatasaraylı taraftarlar sancılı bir transfer dönemini daha geride bıraktı. Futbol Şubesi'nin içinde bulunduğu garip yönetim anlayışı ile geçen bu transfer dönemi pek tatminkar olmadı.
Futbol A.Ş Yönetim Kurulu Başkanı olarak transfer dönemine başlayan Adnan Sezgin, transfer dönemini Sportif Direktör Adnan Sezgin olarak tamamladı. Galatasaray'da geçtiğimiz sezonun bitmesiyle beraber ilk olarak Mehmet Batdal ve Serdar Özkan transferleri açıklandı. Mehmet Batdal sezon başı iyi bir transfer gibi gözükse de sezona sakat başlayarak bu sene için beklenen katkıyı yapma ihtimalini zora soktu. Forvet olarak oynayabilecek Kewell ve Pino'nun da sakatlıklarla boğuştuğu düşünülürse sakatlıktan çok formsuz dönmezse yeteri miktarda süre alacaktır. Serdar Özkan Beşiktaş için Guti ve Quaresma'dan sonra yılın transferi olurken Galatasaraylılar için Gökhan Zan gibi sezon bir başlasın nasıl olsa unuturuz transferi oldu. Halihazırda her an patlaması beklenen Aydın Yılmaz varken yine patlaması beklenen bir Serdar Özkan transferinin mantıklı bir açıklamasını en azından ben yapamadım. Yabancı kontenjanı yüzünden ofansif oyuncularda rotasyona gitmek zorunda kalınırsa çok az da olsa katkı sağlayabilir.
Geçtiğimiz sezon içinde anlaşıldığı duyurulan Musa Çağıran ve Ali Turan ikilisinden Musa Çağıran henüz çocuk sayılabilecek bir yaşta Altay'ın en öenmli futbolcularından biri olarak potansiyelini ortaya koymuştu. Bu sezon için olmasada ilerleyen sezonlarda kendisinden mutlaka faydalanılacaktır. Şahsen bir sezon daha Altay'da kalsaydı hem kendi için hem de Galatasaray için daha faydalı olucağını düşünüyorum. Ali Turan için konuşmak erken demek isterdim ama büyük kulüplerde ilk sezonuna bu şekilde bariz hatalar yapak başlayan oyuncuların kredisi oluşmadan bitiyor. Yabancı olduğu bir pozisyonda oynaması takım dinamiklerinin bozan oyun anlayışına bahane olamaz. Kendisi 21 Nisan tarihinden beri Galatasaray ile antremana çıkan bir futbolcu olarak uyum sorunu yaşadığınıda düşünmüyorum. Stoperdeki üçüncü alternatif olarak kadroda kalıcak gibi duruyor.
Çağlar Birinci transfer herhalde bu sezon değil benim hatırladığım en garip Galatasaray transferi oldu. Beş futbolcudan dördü bonservisiyle biri de kiralık olarak yollanıp üstüne de bir miktar para verileceği duyuruldu. Garip olaylar burdan sonra başladı, bonservisiyle beraber yollanan futbolcuların bir kısmının bu transferden haberi dahi yoktu. Bu futbolcular daha sonra Denizlisporla anlaşmaya yanaşmayıp başka takımlara transfer oldular. Sadece kiralık olarak yollanan Serdar Eyilik Denizlispor'a giderken bir miktar para olarak açıklanan miktarın bir milyon avro olduğu öğrenildi. Altyapı fetişi olan bir insan değilim ama Çağlar Birinci'nin de sezona sakat girmesi zaten altyapı oyuncularına yapılanlar ve taraftarlar arasındaki Adnan Sezgin sevgisi Çağlar'a soğuk kalınmasına neden oldu. Insua transferi sonrası sol bek alternatifi ve stoper de oynayabilmesi ile defans rotasyonunda bolca süre alabilir. Son dönemdeki Hakan Balta performansını gördükten sonra Çağlar Birinci'nin bir an önce sakatlıktan dönüp rotasyona dahil olmasını bekliyorum.
Galatasaray yerli oyuncu transferinde beş oyuncuyu kadrosuna katarken bunlardan sadece Çağlar Birinci'ye bonservis bedeli ödeyerek kağıt üzerinde iyi bir iş çıkartırken saha içinde öyle olmadığı görüldü.
Yabancı transferinde 31 Ağustos'a kadar durum pek farklı değildi. Mehmet Topal'ın takımdan ayrılmasıyla oluşan boşluk Lorik Cana ile doldurulmuş bunun dışında tam spor yazarlarının sevdiği ''bu adam kapalı kutu'' transferi Pino gerçekleşmişti. Mehmet Topal gibi takımdan ayrılan Keita'nın eksikliği Pino ile dolar mı dolmaz mı tartışmaları başlayamadan Pino sakatlanınca sağ açık olarak elde Aydın Yılmaz ve Serdar Özkan kaldı. Lorik Cana-Mehmet Topal değişikliği bence Galatasaray'ın ihtiyacı olan bir değişiklikti. Mehmet Topal oynadığı bölge için Türkiye'de çok narin kalan bir oyun stiline sahipti. Geçen sezon Galatasaray'ın en büyük eksikliği orta sahasının sertliğe cevap verememesiydi. Cana bu eksikliği tek başına kapatabilecek sertliği bünyesinden barındırıyor. Kart problemi çekmez ve form tutarsa Kewell sonrası taraftarın sevgilisi olur. Pino şöyle futbolcu böyle futbolcu diye anlatmak bende çok isterdim ama kendisinin Monaco performansı pek bir şey anlatmıyor. 2008-2009 sezonunda performans olarak zirve yapan Pino geçtiğimiz sezon sadece 2 lig maçında sahada 90 dakika kalabildi. Galatasaray kariyeri düşüşte olan oyuncuların üst düzey performans gösterdiği kulüp olarak anıldığı gibi kariyerinin başlamadan bittiği oyuncularla da anılmakta. Pino için umarız ilk durum gerçekleşir genç yaşında iyi bir form grafiği yakalar.
Olayın koptuğu 31 Ağustos'a gelirsek, Emerson-Capello kontenjanından Roy Hodgson Paul Konchesky tranfer edilince Emiliano Insua oynamak istediği bir takıma gitmek istedi. Zaten Fabio Aurelio ile girdiği forma mücadelesine bir de Konchesky katılında önündeki opsiyonlardan bizim açımızdan en iyisini seçerek Galatasaray'a transfer oldu. Kendisinin nasıl bir performans ortaya koyacağı belli olmaz ama benim için yılın transferidir. Galatasaray'ı uzun zaman sonra her iki kanadı da atağa çıkarken görebileceğiz. Büyük takımların lig boyunca kapalı savunma açmaya çalıştıkları düşünülürse, çizgiye inebilen iyi orta yapabilen ve şut çekebilen bir savunma oyuncusu inanılmaz fayda sağlayabilir. Umarım sonu Giovanni Dos Santos gibi olmaz ve opsiyon hakkı Galatasaray tarafından kullanılır. Misimovic iste pastanın üzerindeki kiraz gibi oldu.Misimovic transferi 4-3-3'ten 4-2-3-1'e dönüşü simgeliyor olabilir. Bundesliga asist kralı olmuş, takımı şampiyonluk yolunda giderken en önemli katkı sağlayıcılarından biri olmuş bir oyuncu transfer için tek eleştirilebilecek nokta Avrupa Ligi elemelerinden önce neden gerçekleştirilmediğidir.
Ama transferin son günü öyle bir olay yaşandı ki başlıktaki profesyonellerin ne kadar profesyonelleşebileceğini gösterdi. Yaş olarak kendisini seyredemedim ama Prekazi hikayerleri ile büyüdüm. Monaco maçında attığı frikiği sanki canlı seyretmişim gibi aklıma kazıdım. Barış Özbek'e bile mantıklı yaklaşmamı sağlamıştır 8 numaranın büyüklüğü. Kendi seyrettiği ve beğendiği oyuncuyu Galatasaray'a önerirken de Galatasaray'ın profesyonelleri tarafından adi menejer muamelesi görürken de menfaat beklemedi o 8 numara. Ama herkesi kendi gibi sanan insanlar tarafından dışlandı kalbi kırıldı. Unutmasınlar herkes gider biz kalırızda ki bizden biridir Prekazi. Siz bir gün gideceksiniz biz gene ''Oha be Prekazi!!'' ile gülüp eğleniceğiz. Kurumsallaşıcaz, profesyonelleşiceğiz diyerek bundan bahsediyorsanız ben almıyım teşekkürler. Nasıl formanın önündeki arma arkasındaki isimden büyükse, kulübün tarihi ve gelenekleri de sizin tüzük taslağınızdan büyüktür.
Bir süredir kanser tedavisi gören 72 yaşındaki Yunanistan Basketbol Federasyonu Andreas Miaoulis, Yunanistan-Türkiye maçı oynandığı sırada hayatını kaybetti. 2002'den beri görevde olan Andreas Miaoulis'in ölüm haberi oyunculara maçtan sonra söylendi. Konu ile ilgili bir açıklama yapan Antonis Fotsis tüm oyuncuların çok üzgün ve şokta olduğunu ifade ederken, Andreas Miaoulis'in ailesine ve sevenlerine başsağlığı diledi. Miaoulis'in cenaze töreninin ise perşembe günü yapılacağı açıklandı.
Aykut Kocaman'ın Manisaspor maçı sonrası yapmış olduğu basın toplantısı Fenerbahçe camiasında bir heyecan, bir hareketlenme yaşatmıştı. Herkes telefonlara sarıldı, "kimi alıyoruz abi?" diye sorular sorulmaya başlandı. Ortaya ilk düşen isim Moustapha Bayal Sall oldu. Hatta öyle ki, 31 Ağustos 2010 tarihinin ilk saatlerinde Fenerbahçe'li yöneticiler halen bu ismin peşindeydi. Tam olarak detayını bilmesekte, Fenerbahçe rotasını Sall'dan Yobo'ya çevirdi. Sonunda kiralık olarak (satın alma opsiyonu Fenerbahçe'de)anlaşmaya varıldı.
Fenerbahçe'nin ihtiyacı olan bir transferdi. Savunma hattında Bilica olduğu için istediği orta sahayı kuramıyordu Aykut Kocaman. Bakalım bundan sonra Emre - Mehmet ikilisini göbekte birlikte oynatacak mı?
Yobo ise, Lugano kadar olmasa da mücadeleci bir oyuncu. Bilica'dan daha hızlı ve ayakları daha çabuk. Savunma bilgisi sayesinde, rakip takımın hücumunu okuyup, doğru zamanda, doğru yerlerde kademeye girebiliyor. Topu oyuna sokma konusunda Lugano'dan ne artısı nede eksisi var. Ayrıca hava toplarında da oldukça etkili. Henüz konuşmak için erken fakat Uche - Högh ikilisi gibi bir ikilisi daha oldu Fenerbahçe'nin, Lugano ve Yobo.
Galibiyeti ve oynadığımız basketbolu övenler olacaktır. Milliyetçi duygularınıza hitap eden birçok yazı okuyacaksınız. Ben bu gece gölgede kalanlara bakmak istedim. Porto Riko ve Çin maçlarından birini kazanırsak bu bizi grup lideri yapacak. Buradan sonra önümüze gelecek ilk takım Yeni Zelanda, çeyrek final içinse büyük olasılıkla Breziya olacak. Y. Zelanda'yı sorunsuz geçeriz ama sonrasında Brezilya sıkıntı yaratacakdır bize.
Bugünden başlayıp, konuyu geleceğe bağlayalım. Gecenin özeti iki isimden ibaret. Öncelikle Ersan, 26 sayı 5 ribaund ve 6/6 üç sayı isabeti. Özel gecelerden birini yaşadı kesinlikle Ersan. Takımın geriye kalanı ise üç sayılık atışlarda 6-19 isabet bulabildi. Hemen ardında Kerem Tunceri'yi de es geçmemek lazım. O olmadığında doğaçlama oynadık. Şans bizim yanımızda oldu da fazla sıkıntı çekmedik.
Oyunun kilit istatistiği ise Yunan oyuncuların kullandıkları 3 sayılık atışlardı. 33 denemede sadece 10 isabet bulabildiler. 10 taneden ikisi de Bourousis'den geldiğini hatırlatalım. Kısaca Yunanistan'ın guardları gece boyunca döküldüler. Spanoulis 1/5, Diamantidis 2/5, Calathes 0/3 ve en çok riske ettiğimiz adam olan Fotsis 1/4. Yunan coach Kazluskas'da çok yardımcı oldu bize sağolsun. İlk iki maç ve ABD hazırlık karşılaşmasının en iyi oyuncusu Tsartsaris'i 13 dakika, Yunanistan'ın Ersan'ı olabilecek Kaimakoglu'nu 9 dakika kullandı. Kaimakoglu 9 dakikada 2/2 üçlük kullanmıştı oysa.
Sözün özü kötü bir gününde yakaladığımız Yunanistan'ı zorlanmadan geçtik. Maç boyu hakem ağlamalarını dinledik, maç sonu dağ başını duman almışla coştuk. İyiyiz güzeliz ama yeterli değiliz. Hidayet'i devreye sokamıyoruz. Kerem yokken organize olamıyoruz. Sırtımızı alan savunmasına dayamış durumdayız.
Muhtemel çeyrek final eşleşmemiz Brezilya karşısında bu kadar uzun süre alan savunması yapmak sonumuzu hazırlar. Machado, Vinicius, Huertas ve Barbosa gibi etkili şutörleri ve bugüne kadar en önemli kozumuz olan hareketleri uzunlarımızın başını ağrıtacak Splitter ve Varejao sahipler.Onlarında sıkıntıları var tabii ki. Ama biz Avrupa Şampiyonası'ndaki gibi gruplarda havaya girip, eleme maçından boynu bükük ayrılmayalım. İçinizi biraz kararttım biliyorum ama madalya bu maçtan geçecek büyük ihtimalle. Eğer Brezilya'yı atlatırsak yarı final de gelecek takım Arjantin, Litvanya-Fransa galibi, Yunanistan-Rusya galibi ve Hırvatistan dörtlüsünden ayakta kalan olacak.
Benim aklıma takıldı finale giden yolu incelerken siz olsanız grubu birinci mi bitirmek isterdiniz yoksa ikinci olup; Arjantin, Litvanya-Fransa, Hırvatistan'ın arasına mı dalardınız. Fransa gözümü korkutsa da benim tercihim Brezilya ile çeyrek yerine yarı final oynamak olurdu.