TAŞRA BASKISI

İSTANBUL VE TAŞRA BASKILARI AYNI ANDA ÇIKAN BLOG

Aslı Arslan l 18 Eylül 2010 0 Yorum

Büyük bir Lakers hayranı Lionel Messi'ye hediye edilen forma. Yakışır.

Fakat keşke daha düşünceli davransaydı hediyeyi getiren Lakers tarafı. Zira forma Messi'nin boyu kadar. Öneri; kids reyonundan, 167cm. Neyse seneye-de-giyer.


Bu da veriliş anının videosu, Barça TV'den. http://www.youtube.com/watch?v=-_vZC1-AQU0

Cengiz Bahadır Özdemir l 17 Eylül 2010 0 Yorum

Beşiktaş: 1  CSKA Sofya: 0

Hiç öyle derin analizlere, tek tek oyuncu durumlarına, sahanın boktanlığına girmeyeceğim. Maç öncesi kadroyu gördüğüm zaman oyuncu değişikliklerini beklemenin faydalı olacağını düşündüm. Çünkü bu kadroda kilidi açacak sadece Guti vardı. Kilidi açabilirdi ama içeri kim girecekti? Nobre-Holosko-Hilbert üçlüsünden bunu beklemek hayalcilik olurdu. Rakip tabi ki çok güçsüz. Ama savunma yapacakları çok belli. Sürekli ileri doğru top şişirecek 7-8 tane adamın ceza sahası ve çevresinde olduğunu düşünün. Yukarıda saydığım üçlüden hangisi bu adamları eksiltip pozisyon yaratabilir? Hiçbiri. Bu yüzden maç başlamadan evvel Q7 ve Bobo'nun ne zaman gireceklerini merakla bekledim.
Q7 girene kadar 1 saat geçmişti. Bu 1 saat içinde doğru düzgün pozisyon yakalayamamıştı Beşiktaş. Cılız şutlar, etkisiz kafa vuruşları dışında bir şey yoktu. Ancak Q7 girince ortalık biraz daha hareketlendi. Önce sol sonra sağ kanatta etkili oldu. Çok fazla adam geçemedi ama hareket halinde olarak rakibin dengesini bozdu. Bir gerçek var; Q7 oyunda olunca Guti daha bir canlanıyor. O da farkında bazı şeylerin. Bobo da girince artık rakip takım tamamen savunmaya çekildi. Son 15 dakika kontradan bir-iki pozisyon yakaladılar ama Sheridan tek başına bu pozisyonlardan yararlanamadı. Son dakikada gelen serbest vuruş ve Guti'nin güzel ortası maçı bitirmişti. O ortaya mükemmel bir şekilde yükselen ''Alman Ernst'' takımı galibiyete taşıdı. Beşiktaş'ın üç puanla lige başlamasını sağladı.

Maçı ikiye ayırabiliriz. İlk 1 saatte Beşiktaş geçen seneki gibiydi. Ceza sahası ön çizgisine gelip bir şey yapamayan bir takım görüntüsündeydi. Son yarım saatte ise verkaçlarla, sağlı sollu ortalarla rakibi şaşırtan ve zorlayan bir takım vardı. Fenerbahçe maçı öncesinde Beşiktaş'ın sorunu da bu olacak. Ya geçen seneki gibi kilitlenecek ya da kilidi açacak oyuncularıyla birlikte modern futbol oynayacak. CSKA, Beşiktaş'ın rakibi değildi. Bu yüzden, bu maçı ölçü olarak kabul etmek zor. Asıl ölçü, pazar gününe.

Mustafa Akkaya l 16 Eylül 2010 0 Yorum

Yukarıdaki kare, İngiltere'deki bir berber dükkanını gösteriyor. İlginç olan ise ismi... İngiltere'nin artık 'eski' 1 numarası olan Robert Green, 2010 Dünya Kupası'nda oynadıkları ilk takım olan ABD karşısında yediği hatalı golle tüm ülkenin iyi dileklerini (!) almıştı. Sonunda da kulübeye ani bir dönüş yapmıştı tabii. Bu dükkan gerçekten onun mudur bilemeyiz ama malum golün ardından pek de güvenilir bir yer olacağını söyleyemeyiz. Üstelik bu sefer elinde eldiven yerine ustura ve makas olan biri varken...

Cengiz Bahadır Özdemir l 0 Yorum

Dünya Halter Şampiyonası gayrı resmi olarak 13 Eylül'de başladı. 27 Eylül tarihinde sona erecek turnuvadaki resmi müsabakalar 17 Eylül'de başlayacak. Türkiye'nin bu turnuva öncesinde beklentileri yüksek. Geçtiğimiz nisan ayında yapılan Avrupa Şampiyonası'nda 10'u altın olmak üzere 20 madalya kazanmıştık. Özellikle kadınlarımız üst üste kırdıkları rekorlarla tarihi bir turnuva yaşamamızı sağlamışlardı. Şimdi daha iyisini yapmaları gerekecek. Üstelik rakipleri de daha güçlü. Rusya dışında Çin, Küba, Güney Kore ve Kazak rakipler de sporcularımızı zorlayacak güçte ülkeler. Turnuvaya bir gün kala sporcularımızın durumlarına genel bir bakış atalım:
Nurcan Taylan: Kendisi için söylenecek fazla bir şey yok. Kırdığı rekorlar, taktığı altın madalyalar zaten pek çok şeyi anlatıyor. Olimpiyat ve Avrupa şampiyonluğu yaşamış bir isim. 48 kg'da mücadele edecek. Son Avrupa Şampiyonası'nda üç altın madalya birden kazanarak ortalığı silip süpürmüştü. Dünya Şampiyonaları'ndaki şanssızlığını bu sefer atmasını bekliyoruz.


Sibel ÖzkanSon yıllarda Nurcan Taylan'ın arkasında kalmış ama onun kadar başarılı olduğu tartışılmaz bir haltercimiz. 48 kg'da mücadele edecek. Dünya ve olimpiyat ikinciliği mevcut. 2009 yılında, silkmede kaldırdığı 117 kg ile Dünya Şampiyonaları'nda altın madalya kazanan ilk Türk kadın halterci oldu. Son Avrupa Şampiyonası'nda 53 kg'da yarıştı ve dördüncü oldu.


Aylin Daşdelen2002'de Antalya'da düzenlenen şampiyonada madalyaları silip süpürmüştü. 28 yaşındaki halterci artık kariyerinin son günlerini yaşıyor. Son Avrupa Şampiyonası'nda, silkmede 120 kg kaldırıp Avrupa rekoru kırmıştı. Üç altın madalya ile dönen Aylin, burada da iddialı isimler arasında.


Ayşegül Çoban: 53 kg'da B serisinde mücadele edecek olan Ayşegül henüz 18 yaşında. 2009'da İsveç'te düzenlenen Gençler Şampiyonası'nda üç altın madalya birden kazanmıştı. Burası, kendisi için önemli bir tecrübe olacak.


Bediha Tunadağı: Geçtiğimiz Avrupa Şampiyonası'nda da B serisinde mücadele etmişti. 58 kg'da yarışacak. 25 yaşında. Madalyadan çok, derece için yarışacaktır.


Sibel Şimşek: 2004'teki skandaldan sonra kendisini toparladı. Üst üste iki kez Avrupa şampiyonu oldu. Son şampiyonada iki altın, bir gümüş madalya kazanmıştı. 63 kg'da mücadele edecek. Madalya umutlarımızdan.


Ümmühan Acar24 yaşındaki sporcu, kariyerinde hiç altın madalya kazanamadı. Son Avrupa Şampiyonası'nda silkmede kaldırdığı 117 kg ile bronz madalya kazanmıştı. Güçlü rakiplere karşı işi zor olacak.
Gökhan Kılıç: 56 kg'da mücadele edecek sporcularımızdan. 2009'daki Avrupa Gençler Şampiyonası'nda bir gümüş ve bir bronz madalya kazanmıştı. Ancak aynı başarıyı Dünya Şampiyonası'nda gösterememişti. Son Avrupa Şampiyonası'nda beşinci olan Gökhan'ın burada madalya alması en büyük dileğimiz. 


Erol Bilgin62 kilodaki iki sporcumuzdan biri. 2009'daki Avrupa Şampiyonası'nda müthiş bir performans gösterdi ve üç altın kazandı. 2010'daki Avrupa Şampiyonası'nda ise iki altın, bir gümüş kazandı. Artık bu başarılarını Dünya şampiyonluğu ile taçlandırması gerekir.


Bünyamin Sezer2009'daki Avrupa Gençler Şampiyonası'nda bir altın ve bir gümüş madalya kazanmıştı. 2010'daki Avrupa Şampiyonası'nda ise kötü bir performans sergilemiş ve koparmada kazandığı bir gümüş ile yetinmek zorunda kalmıştı. 62 kg'da Erol'la birlikte mücadele edecek.


Mete Binay2006'daki Dünya Şampiyonası'nda gümüş, 2007'deki Dünya Şampiyonası'nda bronz madalya kazanan ancak toplamda sıralamaya girmeyi başaramayan sporcumuz. Bu seneki Avrupa Şampiyonası'nda koparmada gümüş, silkmede bronz madalya kazandı. İddialı isimlerden. 69 kg'da mücadele edecek.


Ekrem Celil: Çok uzun zamandır ortalarda görünmeyen haltercimiz. 2001 ve 2003 yıllarında Avrupa şampiyonlukları yaşamış biri. Açıkçası burada ne yapacağını en çok merak ettiğim isim. 2007'de yanılmıyorsam dereceye girememişti. 30 yaşında ve son turnuvası olacak. 69 kg'daki bir başka sporcumuz.


Semih Yağcı: 77 kg'da mücadele edecek. Son Avrupa Şampiyonası kendisi için çok kötü geçti. Toplamda yedinci olabilmişti. Şansı fazla değil ama iyi bir derece alacaktır.


İzzet İnce: 85 kg'daki sporcularımızdan. 2007'deki Avrupa Şampiyonası'nda bir altın ve iki gümüş almış, 2008'deki şampiyonada bir bronz ile yetinmek zorunda kalmıştı. 2010'daki Avrupa Şampiyonası'da ise sadece koparmada bir gümüş kazandı. Kariyerinin sonlarında bir madalya daha kazanmak isteyecektir.


Resul Elvan: 94 kg'da D serisinde mücadele edecek. 21 yaşında. Madalya umudu yok ama iyi bir derece almak isteyecektir.

Anıl Can Yıldırım l 2 Yorum


Filenin Sultanları 2011 Dünya Grand Prix'sinde mücadele etme hakkı kazanabilmek için 17-22 Eylül tarihleri arasında, İtalya'nın Cagliari kendinde yapılacak Avrupa Elemelerinde mücadele edecek. Milli takım ilk maçını yarın 18.30'da (17 Eylül) Almanya ile yaptıktan sonra sırasıyla İtalya, Bulgaristan, Rusya ve Hollanda'yla mücadele ederek Dünya Grand Prix'sine vize almaya çalışacak. Maçların tamamı D-Smart'ta yayın yapan SportsTv'den naklen yayınlanacak, program şu şekilde;

18 Eylül Türkiye-İtalya 21:00
19 Eylül Türkiye-Bulgaristan 18:30
21 Eylül Türkiye-Rusya 16:00
22 Eylül Türkiye-Hollanda 16:00

Nesliha'ıyla, Naz'ıyla, Bahar'ıyla, Neriman'ıyla sultanlarımızın Dünya Grand Prix'sine kalacaklarına yürekten inanıyor ve desteğimizi sonuna kadar veriyoruz. Yolunuz açık olsun.

Kemal Mardin l 52 Yorum


Pazar günü saat 20:00'da Şükrü Saraçoğlu Stadı'nda oynanacak olan Fenerbahçe - Beşiktaş derbisine iki adet Türk Telekom Tribünü bileti veriyoruz. Sorulacak soruya doğru cevap veren ilk iki kişi biletlerin sahibi olacak.

Soru: Hem Beşiktaş'ta, hem de Fenerbahçe'de oynamış 5 adet futbolcunun adını yazınız.


Cevapları, yorum olarak, iletişim bilgilerinizi yazmadan gönderiniz.

Biletleri mustafa özdemir ve ömer ocak kazanmıştır. Kendilerini tebrik ediyor ve iletişim bilgilerini rica ediyoruz.

Cengiz Bahadır Özdemir l 15 Eylül 2010 0 Yorum

Blogda olimpiyat başlıklı yazıların olmaması, fena halde canımı sıkan bir mesele. Zannedersem, günlük sportif faaliyetlerden fırsat bulup da olimpik yazılar yazamıyoruz. Olimpiyatlar, büyük siyasi ve toplumsal olayların yansımasıdır aslında. Barış, dostluk, kardeşlik gibi kavramlarla süslenmiştir. Gerçek hayatta yaşanan zalimliğe, haksızlığa, aşırılığa karşı güzel bir duruştur. Ülkemizde hiç eksik olmayan ancak bu aralar daha da keskinleşen siyasi kutuplaşmayla beraber daha önceden yazmış olduğum bir yazı aklıma geldi. Onu burada paylaşmak istedim. İşte o yazı:


Dünyadaki en büyük kötülüklerden biridir faşizm. Faşizmin doğurabileceği tek şey nefrettir. Bu nefretle beslenen nesiller ise hiçbir zaman dünya için bir şey yapmazlar. Kendisi gibi olmayanı yok etmekle uğraşmaktan, asıl güzellikleri göremez olurlar. Ancak faşizmin olmadığı yıllarda, henüz bu kavramın estirdiği terörü yaşamamışken, dünya başka bir utançla dönmekteydi. Kölelik kavramı artık bambaşka bir boyuta geçmişti. Antik çağlardaki kölelik ekonomik ve sosyo-kültürel birikimlerle alakalıyken, yakın çağda yaşanan köleliğin boyutu değişmiş ve ekonomik birikimle birlikte renksel duruma göre belirlenmiştir. Siyah derililerin, beyaz derililere hizmet etmesi gerektiği ortaya çıkmış ve Afrika'dan getirilen milyonlarca siyahi köle ezilmiştir. Ardından adamın birinin ''hayali'' gerçekleşmiş ve siyahi insanlar da normal insan muamelesi görmeye başlamıştır. Ancak siyahların, beyazlarla eşit olmasının sindirilmesi öyle kolay olmamıştır. İşte şimdi anlatacağım hikaye bu zor zamanları hatırlatan türden. Sporun zirvesindeki bir olaydan bahsetmek istiyorum. 

1968 OlimpiyatlarıMeksika'da yapılmıştır. Özgürlüğünü yeni kazanan pek çok ülkenin katılımı sağlanmıştır. Oyunlardan önce üzücü bir olay meydana gelmiştir. Öğrencilerin, Meksika hükümetini protesto etmesi ile birlikte olaya polis el koymuş ve 300'den fazla kişinin ölmesine sebebiyet vermiştir. Binlerce kişi de tutuklanmıştır. Oyunların tehlikeye girmesiyle Meksika hükümeti açıklama yapmış ve oyunların iptal edilmeyeceğini söylemiştir. Bu olaylar, ''Tlatelolco Katliamı'' olarak tarihteki yerini almıştır. Oyunlar başladıktan sonra ise bambaşka bir olay meydana geldi. İnsanları bir kez daha düşündürecek olan, bazılarının insanlığını sorgulatacak olan müthiş bir olay. 16 Ekim günü, 200 metre yarışları yapılmıştı. ABD'li Tommie Smith birinci, Avustralyalı Peter Norman ikinci, ABD'li John Carlos ise üçüncü olmuştu. ABD'li atletler siyahi, Avustralyalı atlet ise beyazdı. ABD'li sporcuların aklında, o günlerde söylenmesi bile cesaret isteyen, siyah-beyaz ayrımcılığına karşı bir plan vardı. Bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyorlardı ve ne yapılabileceği konusunda Norman'a danışmışlardı. Norman'ın aklınaysa, o günleri sarsacak muhteşem bir fikir gelmişti. Ödül törenine çıplak ayakla çıkmalarını ve her birinin ellerinde birer siyah eldiven olması gerektiğini söylemişti. Birinci olan Smith sağ eline siyah eldiven, boynuna da siyah boyun bağı takmıştı. Carlos ise sol eline siyah eldiven takmış ve üst eşofmanının fermuarını açık tutmuştu. Peki bunların anlamı neydi? Smith, siyah boyun bağı ile 'zenci gururunu' gösteriyordu. Carlos'un fermuarını açık tutması ise 'ezilen işçileri' temsil ediyordu. Ellerindeki eldivenlerse ABD'deki zenci gücünün bir göstergesiydi. Peter Norman ise 'Olympic Projecy for Human Rights (İnsan Hakları için Olimpiyat Projesi)' rozetini takmıştı. Ortaya çıkan görüntü muazzamdı.
Peki bu protesto gösterisinden sonra ne oldu? ABD'li sporcular, yaptıklarının son derece normal olduğunu ve bazı şeyleri bütün dünyaya gösterdiklerini ifade ettiler. Norman da böyle bir organizasyonun içinde bulunmaktan mutluluk duyduğunu söyledi. ABD ise tam anlamıyla karışmıştı. Sporcuların böyle bir işe girişmesine inanamamışlardı ve bir daha olimpiyatlarda yarışamamaları için harekete geçmişlerdi. Gerçekten ikisi de olimpiyatlara bir daha katılmamış ve NFL'de bir süre oynamışlardı. Yaptıkları iş, o zamanlar çok büyük bir riskti. İki siyah sporcu da ölüm tehditleri almış ve hayatları eskisi gibi olmamıştı. Ancak 21. yy'a geldiğimizde kıymetleri anlaşılmış ve pek çok ödül sahibi olmuşlardı. Ama işin daha acıklı olan tarafı Peter Norman'ın başına gelenlerdi. Avustralya'da istenmeyen adam ilan edilmişti. Ailesi, kendisini terketmişti. 1972'deki olimpiyatlara katılma hakkı kazanmışsa da götürülmemişti. Ardından sakatlık yaşamıştı. İçki ve kötü hayatla birlikte sonunu hazırlamıştı. Günün birinde kalp krizi geçirmiş ve hayata veda etmişti. Tabutunu taşıyanlar arasındaysa siyah kardeşleri de vardı. Yıllar boyunca görüşmüşler ve son yolculuğa da beraber uğurlamışlardı. Bu arada, Norman'ın 1968 yılındaki 200 metrelik rekoru Avustralya'da hala kırılamamıştır. Bununla ilgili 2008 yılında Avustralya'da ödül almış Salute isimli film vardır. Sporcuların kendilerini oynadıkları bir filmdir. Neticede olimpiyatları sevmek için bir sebep daha vermiştir Norman ve iki siyah arkadaşı. Nuremberg filminden bir sözle yazımıza son verelim:


Gustave Gilbert: Bütün bu kötülükler, bunların sebebi, empati eksikliğinden kaynaklanıyor.

Cengiz Bahadır Özdemir l 1 Yorum

Üç koca yıl geçmiş üstünden. Fotoğraf, 2003 Avustralya Rallisi sırasında çekilmiş.
Şimdi, arabasını silerken camına yansıyan bulutların üstünde olması ne acı.
Büyük adam, büyük yarşçı, güzel insan McRae'nin ölüm yıldönümü.
Toprağı bol olsun.

Aslı Arslan l 0 Yorum

Issız bir adaya düşsen, yanında götüreceğin üç şey? : Bir top, erkek kardeşim ve kız arkadaşım

En sevdiğin kitap, film ve müzik türü? : Pek kitap okuma fanatiği değilim. En sevdiğim film Gladiator. Genelde kulağıma hoş gelen müziği dinlerim, ancak Raggaeton ve Melendi en favorilerimdir.

Birinden imza isteyecek olsan?: Maradona’dan olurdu.

Hayatında ne olmasa yapamayacağını düşünürsün? : Ailem ve futbol.

Spor kariyerinde gelişme göstermende seni en olumlu yönde etkileyen kimdi?: Hiç şüphesiz, erkek kardeşim.

En çok gereksiz yere parayı neye harcarsın? : Kıyafetlere. (Bu çok enteresan, çok.)

Boş zamanlarında en çok ilgini çeken/yapmak istediğin şey?: PSP’de oyun oynamak.

Sıradaki kişisel amacın nedir?: İngilizce öğrenmeye başlıyorum. (Burası transfer koktu. Evet.)


Athletic Bilboa’nın Lion King lakaplı genç forveti Fernando Llorente’nin bir İspanyol dergisine verdiği röportajdan kısa-cevaplı bölümleri okudunuz. Dikkatimi en çok çeken kıyafetlere olan merakı, daha önceki röportajlarında da okumuştum. Ve ne mutlu ki İngilizce öğrenmeye başlamış, EPL'de HD izleme heyecanı sardı aniden. Hem Bendtner'in forvet oynadı gezegende alemin kralı olur mu, olur.

Bu iri-yarı fakat sevimli İspanyol adam hakkında daha fazla bilgi edinebilmek için röportajın tamamının çevirilmeye değer olup olmadığını hala araştırıyorum, uzun göründü gözüme. Sevgiler.


Mustafa Akkaya l 14 Eylül 2010 0 Yorum


Karşılaşma başlamadan önce çoğu kişide olduğu gibi benim içimde de bir umut ışığı vardı. Şampiyonlar Ligi’ndeki ilk maçını oynayan bir ekip olarak Bursaspor’un eksiği çoktu. Bu arenadaki ilk dersini de biraz ağır bir skorla aldı ‘Son Şampiyon’.

Maç başlar başlamaz kontrolü eline alan bir Valencia, pardon kontrolü rakibe veren bir Bursaspor vardı sahada. Rakip, İspanyol kültürüne özgü “sahaya iyi yayılma” geleneğini anca ortalama bir biçimde uyguluyordu oysaki. Yalnız bu bile Bursaspor’un 1. ve 2. bölge arasındaki bağlarını aksatmaya yetti. Ceza sahasındaki topları sürekli uzun oynamak zorunda kaldı ve buna çözüm üretmekte zorlandı Timsahlar. Kendi yarı sahasında Şampiyonlar Ligi’nde yeri olmayan boşluklar da bırakınca, Valencia pek de çaba harcamadan ceza sahasına inmeye başladı. 16. dakikada gelen Tino Costa füzesine de bu şekilde izin verdi Bursaspor ve yenik duruma düştü.

Golün ardından nispeten toparlanma belirtileri gördük Bursa’da. Rakip sahaya daha iyi yerleşmeye başladılar. Ancak Valencia’nın tam tersine kanatları gayet etkisizdi. Vederson ve Ali Tandoğan sıklıkla ileri çıkıp hücuma zenginlik katmaya çalışsa da önlerindekilerden destek alamadılar. Çünkü Ozan İpek gerçekten etkisiz günündeydi ve Volkan Şen sürekli faule maruz kalmaktan verimli olamıyordu. Böylece zaten dirençli olan bir rakibe karşı orta sahayı geçmek özel bireysel yetenek ister hale geldi; ki bu noktada Insua’nın da vasat olması durumu zorlaştırdı. Derken yine Tino Costa’nın ayağından çıkan ve direkten dönen bir serbest vuruşu Aduris tamamlayınca rakip durumu 2-0’a taşıdı. Devre sonuna kadar da skorun getirdiği moral bozukluğu görüldü Bursaspor’da.


İkinci devre beklendiği gibi başladı. Oyunu olabildiğince rakip yarı sahaya yıkmaya çalışan bir Bursaspor ve karşısında vites düşürüp skoru korumaya çalışan bir Valencia. Yine de neredeyse hiç rakibine mutlak bir üstünlük sağlayamadı Bursa. Oyunun tıkanmaya başladığı anlarda Sercan ve Turgay’ın oyuna girişi takımı bir anda ateşledi. Hatta 64. dakikada o ana kadarki en net pozisyonunu buldu Timsahlar. Ancak bu hız giderek düştü ve 68. dakikada Ergiç’in komik hatasından faydalanarak çok kolay bir gol buldu Valencia. Durum 3-0 olduktan sonra da sahada futbol adına pek bir şey beklemek hayal gibiydi. Oyundan tamamen düşen Bursaspor karşısında Valencia, hızlı bir hücumla 4. golü bulmak için sadece 6 dakika bekledi. O andan itibaren kontrol, sahada şuursuzca dolaşan Bursaspor karşısındaki İspanyollar’a geçti ve maç bitkisel hayata girdi.

Özetle; Bursa’daki maç, Devler Ligi’ne yeni adım atan her takım için bir ders niteliğindeydi. Kendinden güçlü bir ekiple mücadele eden bir takımın yarı sahasında fazla boşluk bırakması bugünkü gibi sonuçlara yol açıyor. Özellikle rakip tecrübeliyse bu boşlukları kolayca değerlendirebiliyor ve nadiren atak geliştirse dahi golü bulabiliyor. Ardından skoru koruması ve hatta ani ataklarla farkı açması da çok zor olmuyor. Böyle bir ortamda bireysel pas hatalarının çok olmasının nelere yol açabileceğine değinmek dahi gereksiz.


Mehmet Topal’a değinmeden bitirmeyelim. Burada alıştığımız sade ve çevresindekileri oyuna katan tarzını sahaya koydu. İspanya’da kaldığı sürece kendini çok geliştirecek çünkü etrafındakilerin temel altyapısı kuvvetli ve o da buna ayak uydurmak zorunda. Diğer bir deyişle takım arkadaşlarıyla birlikte ‘büyüyecek’ Topal. Ayağına büyük gelen kramponlarına gazete sıkıştırarak seçmelerine çıktığı bir altyapıdan, futbolcunun temeline büyük önem veren bir ülkeye gitmek kolay iş değil. Aradaki farkı zamanla gelişerek özümseyecek.

Aslı Arslan l 1 Yorum


Dani Alves ligdeki Hercules yenilgisinin ardından basın toplantısında. Takımın ligdeki durumu, Şampiyonlar Ligi’ne bakışı ve takımdaki geleceği hakkında basını bilgilendiren Alves’in konuşmasından notlar - 12.09.2010:

“ Endişelenmeye ve sinirlenmeye hiç gerek yok, sezona nasıl başladığını değil nasıl bitirdiğiniz önemlidir. Daha önce de başarıyla bitirdiğimiz sezonlarda eleştirildiğimiz oldu. “

Hercules mağlubiyetine dair: Kötü bir günümüzdeydik ve kötü günlerinizde kazanmazsınız. Ancak, şimdi puan kaybetmek lig bitimine doğru puan kaybetmekten daha iyi. Umarım bundan sonra evimizde puan kaybetmeyiz, böylelikle şimdiki kayıbımız bize pahalıya mal olmaz. Sadece sakin olmamız ve nasıl geri döneceğimizi bilmemiz gerek.

Şampiyonlar Ligi’i başlıyor: Kime karşı oynuyor olursak olalım, sürekli kazanmaya motiveyiz. Salı günü oynayacağımız Şampiyonlar Ligi mücadelesinin de diğerlerinden bir farkı yok. Aynı tutkuyla oyna başlayacağız ama umarım bu kez biraz daha iyi olabiliriz.

Blaugrana felsefesi hakkında: Kendi yöntemimizle yolumuza devam ediyoruz ve kesinlikle bir değişiklik düşünmüyoruz. Üç veya daha fazla golle kazanabileceksek bunu yaparız. Sadece kazanmak ve keyif almak - keyif vermek için burada olsak da mesele skor kaydetmekle alakalı değil, puan kazanmakla alakalı. Bu bizim değiştirmeyi düşünmediğimiz felsefemiz ve bizi çok daha iyi yapan bu.

Kontrat süresi: Bu beni endişelendirmiyor, kontrat yenilesem de yenilemesem de şimdiye kadar gösterdiğim profesyonellikte oynamaya devam edeceğim. Kontrat mevzusunu başka bir kenara bırakmak istiyorum çünkü işimize odaklanmalıyız. Yenilemem gerekirse bunu yaparım fakat söylediğim gibi bu beni hiç endişelendirmiyor.

Sıcak, profesyonel, tatlı adamdır vesselam. Pek yuvarlak laflar kullanmış fakat konu Barcelona olunca, aksi tarzda konuşması daha tuhaf olurdu. Neyse, keşke araya Brezilya milli takımıyla ilgili sorular da sıkıştırılsaymış.

Onur Saygın l 1 Yorum




Federer ve Nadal çok eğlenceli olmuş.

Not : Video sahibi embeed olayını kapatmış sanırım. O yüzden link veriyorum. Buradan seyredebilirsiniz.

Onur Saygın l 0 Yorum


Flintstones adlı çizgi filmdeki sevimli çocuktan bahsetmiyorum. Galatasaray'ın muhteşem orta sahasına Galatasaraylı taraftarlarca takılan lakaptan bahsediyoruz. Gerçi sadece BAM olarak adlandırılıyorlar ama olsun. BAM BAM olunca daha bi etkili oldu sanki. Belki en azından rakip takıma kimmiş yahu bunlar diye düşündürürüz

Gaziantep maçına BAM'dan yoksun olarak çıktı Galatasaray. Barış olmayınca kısaltma pek hoş olmuyor Ayhan-Mustafa Sarp ikilisi için. Dünya üzerinde belki de tek oyun kurucudan bozma yaşlandıkça box to box oyuncuya evrilen topçu olan Ayhan Akman ve hala profesyonel futbolcu lisansını 10.000 dolara soruları satın alıp elde ettiğini düşündüğüm Mustafa Sarp ikilisi göbekte sabitlerdi. Önlerindeki hücum hattı CV olarak türk futbol tarihinin en üst düzey üçlüsü iken forvette Baros varken Galatasaray'ın ilk yarıdan koparması beklendi maçı. Ama Aydın Yılmaz'ı kenarda görünce taraftarları sevindirecek bir performans sergileyen Elano ile takımla çıktığı antreman sayısı çift haneli sayılara ulaşmayan Misimoviç'in uyum sorunu bunun gerçekleşmesini engelledi.

Ali Turan hakkında daha fazla bir şeyler yazmak gerçekten istemiyorum. Stopere alternatif olabilir ama bek alternatifi olarak kullanılacaksa Serkan Kurtuluş neden takımda tutuldu anlam veremiyorum. En sevmediğim futbolcu övgüsü ama iyi niyetli çok koşuyor yetenekleri kısıtlı üçlüsünün hepsi her maç sonu kendisi için dillendiriliyor. Bu üç olgunun hepsi inanın Türkiye'de binlerce futbolseverde var. Ben şahsen para almadan sadece o formayı giyebilmek için de yapabilirim.

Insua Ferhat Öztorun'dan sonra ilk defa devşirme olmayan sol bek olduğu için ben de kredisi sonsuz. Bu maçta da hata yapmayan ve bek savunmasını bilen yapısıyla krediye ihtiyaç duymayacağını gösterdi.

İkinci yarıya sağ kanat tamamen değişerek başladı Galatasaray'da. Ali Turan ve Elano Blumer yerlerini patlama yapması beklenen Aydın Yılmaz ve Dikkat Sabri Sarıoğlu'na bırakınca Galatasaray iki kanadınıda etkili kullanmaya başladı. Emre Güngör'ün üstündeki formadan bağımsız olarak yaptığı maç yakan hatalarından biri ile kazanılan penaltıyı Harry Kewell kalecinin ikramı ile gole çevirebildi. Elyasa Süme saçları normale döndükçe futbolu da klasik tekme atan stiline geri döndüğü için Kewell ile aralarında çıkan gerginlik sonrası kazanan taraf oldu ve Rijkaard Kewell'ı oyundan aldı. Juan Pablo Pino tam olarak Pini Balili tipi önde girilen son 10 dakikada rakip takımı az yakalamanıza yardım edicek futbolcu gibi geldi gözüme. Kapalı savunmalara karşı ne yapabileceği hala meçhul, umarım Dos Santos gibi ''ulan kaç kişi var karşımda geç geç bitmedi'' psikolojisine sahip olmaz. Ama hala Aydın Yılmaz'dan da Serdar Özkan'dan da daha yetenekli olduğu tartışılmaz.

Bu gidişle Elano ve Harry Kewell rotasyon oyuncusu olacak gibi gözükmekte. Takımda Baros, Neill ve Insua'nın yerlerinin kesin olduğu düşünülürse geriye 3 yabancı hakkı kalıyor Galatasaray'ın. Misimoviç ve Pino şu an için mevkilerinde birinci tercih olması gereken oyuncular. Pino sağ açık olarak oynayabilecek ve oynaması gereken tek oyuncu. Geriye sadece Elano-Kewell-Cana kalıyor. Bu üçlüden sadece birinin sahada olabileceği ve bununda Cana olması gerektiğini düşünüyorum. Kewell'ı her ne kadar sevsem de kenardan gelecek Kewell-Elano değişikliği hem saha içindeki oyuncuların yerim garanti düşüncesine girmesini engeller hem de kötü geçen bir maçın seyrini tamamen değiştirebilir. Cana-Elano orta sahası her ne kadar güzel gözüksede menejerlik oyunları dışında kullanılabilirliği yok. Ama Elano form tutar beklenen orta saha defans bağlantısı ve orta sahada alan daraltma işini iyi becerirse denenebilir. Fakat bu durumda da sağ açık olarak ya Aydın Yılmaz ya da Serdar Özkan oynamak zorunda.

Özet geç be diyenler için Rijkaard'ın elinde yetenek olarak geçen sezondan daha kısıtlı bir kadro var fakat bu sefer kadrodaki herkes farklı pozisyonlarda oynayabiliyor. Belki de bu özellik muhtemel sakatlık problemini kapatabilecek tek olay.

Aslı Arslan l 0 Yorum

Cengiz Bahadır Özdemir l 0 Yorum

Yağmur sebebiyle bir gün sonra yapılan ve yapıldığı sırada da iki saatlik yağmur arası verilen maçta Rafael Nadal bu seneki üçüncü Grand Slam'ini kazandı. Kariyerinde Avustralya Açık, Roland Garros ve Wimbledon olan İspanyol raket, eksik olan parçayı da tamamlamış oldu. Djokovic karşısında ikinci set dışında çok üstün bir oyun ortaya koyan Nadal maçı 6-4, 5-7, 6-4, 6-2'lik setlerle 3-1 kazandı.
Maç harika bir ralli ile başladı. 19 vuruşluk bu rallide her türlü vuruş çeşidini izledik. Şanına yakışır bir maç olacağı ilk oyundan belliydi. Nadal ilk oyunda servis kırmayı başardı. Ancak sonrasında Djokovic servis kırarak durumu eşitledi. Bu sette Djokovic'in çizgi gerisinden çok kötü backhandler attığını gördük. Nadal ise etkili servislerle rakibini oyundan düşürüyordu. Turnuva boyunca sadece iki kez servis kırdırmış olan Nadal, bu maçın ilk setinde iki servis kırdırmıştı. Ancak oyun konsantrasyonunu bozmayan Nadal ilk seti 6-4 kazandı. Djokovic'in anlamsız siniri ve bu sinirden doğan kötü vuruşları olmasa belki başka türlü olabilirdi.
İkinci sette Nadal'ın basit hataları vardı. Üst üste yaptığı basit hatalardan sonra servislerindeki başarı oranı da düştü. Bu sette ilk çift hatayı Nadal yaptı. Djokovic üçüncü kez servis kırdıktan sonra üst üste 11 sayı kazandı. Setteki durum 4-1 olduğunda Nadal'ın duygusal tepkileri ortaya çıktı. Ne de olsa şimdiye kadar hiç set vermemişti. 50 yıl aradan sonra set vermeden şampiyon olan ilk tenisçi olma şansını yitirmek üzereydi. Ancak bir anda müthiş bir ivme yakalayıp durumu 4-4'e getirdi. Tam temposunu tutturmuşken devreye ''doğa'' girdi. Yağmurun yağmasıyla birlikte maça iki saat ara verildi.
Aradan sonra iki sporcu da karşılıklı olarak set oyunlarını kazandılar. Ancak son oyunda Djokovic servis kırınca seti 7-5 almış oldu. Üçüncü sette, Nadal unutmuş olduğu etkili servis kullanmayı tekrar hatırladı. Üst üste ace.ler geldi. Djokovic file önündeki basit hatalarıyla puanlar kaybetmeye devam ediyordu. Nadal'ın servislerini iyi karşılayamaması da onun maçtan kolay kopmasına sebep oluyordu. Uzun rallilerin olduğu bu seti Nadal 6-4 kazanarak sonuca bir adım daha yaklaşmıştı. Son set de Djokovic'in kötü vuruşları ve yorgunluğuyla geçti. Nadal büyük bir üstünlük sağladı ve bu seti 6-2 alarak şampiyonluğa ulaştı.

Rafael Nadal, Agassi'den sonra dört Grand Slam kazanan ilk tenisçi olarak tarihteki yerini aldı. Toprak kortun kralı olduğunu biliyorduk ama Wimbledon ve Amerika Açık'ı ard arda kazanmış olması, onun belli bir kalıba sokulmaması gerektiğini gösteriyordu. Djokovic ise Grand Slam'lerde, Nadal'ı yenememe hastalığına devam etmiş oldu.

Mustafa Akkaya l 13 Eylül 2010 0 Yorum


En son 1998-99 sezonunda Karabükspor forması giydiğini düşünürsek, Deli İbrahim'in bu resminin en az 11 yıllık geçmişi var. O zamanlar da sahaya çıktığı anda dünyadan kopan ruh halini yansıtıyor bakışları! Yaşı 37'ye dayansa da halen Türkiye'nin en verimli sol beklerinden biri. Bir de sanki hiç yaşlanmamış Deli İbo. Şu resimdeki saçları uzatsak, biraz da sakal bıraksak bugünkü İbrahim Üzülmez'i göreceğiz neredeyse. Beşiktaş'taki 11. yılına başlarken sürekli sahada görmek isteyeceğim adamlardandır açıkçası. Orta açmayı ve doğru koşular yapmayı öğrenene kadar az saçımız beyazlamadı ama ne var ki sahada başlı başına bir renk o. Unutamayacağım bir 90 dakikası varsa o da İnönü'deki 3-0'lık Barcelona maçıdır bu arada.

Cengiz Bahadır Özdemir l 0 Yorum

Takvime baktığımızda Avrupa'daki son yarış olarak görüyoruz Monza'yı. İtalya'daki bu pist, F1 tarihinin en eski pistlerinden biri olmasının dışında, en hızlı pistlerinden biridir. Bu yüzden de ön plana McLaren ve Ferrari'nin çıkması çok büyük sürpriz değildi. Çok uzun düzlüklere sahip bu pistte beklenen oldu ve Ferrari-McLaren çekişmesi izledik. En son 2006 yılında, kendi evinde kazanan Ferrari dört yıl aradan sonra yeniden zaferle ayrıldı. Alonso'nun birinci bitirdiği yarışı, Button ikinci, Massa ise üçüncü sırada tamamladı. Hamilton'ın yarış dışı kaldığı mücadele sonunda pilotlar ve takımlar sıralaması iyice kızıştı.
Yarışa Button iyi başladı ve yanındaki Alonso'yu geçip liderliğe oturdu. Henüz ilk virajda araçlar birbirlerine çok yaklaşmıştı. Alonso'nun arkasında Massa, onun arkasında ise Hamilton vardı. İngiliz pilot işini ilerleyen turlara bırakmadan öne atılmak istedi ancak bu inadı ona pahalıya mal oldu. Massa'nın sol arka tekerleği, Hamilton'ın sağ ön tekerleğine temas etti ve oradaki süspansiyonu kırdı. Biraz daha ilerleyen Hamilton'ın lastiği birkaç metre sonra iflas etti ve araç kum piste çakılı kaldı.
Yarışın bundan sonraki bölümlerinde Button-Alonso kovalamacası yaşandı. Uzunca bir süre Alonso'yu arkasında tutan Button pit-stopta Alonso'dan yaklaşık bir saniye fazla kalınca yarışın ortalarında Alonso'ya geçildi. Önü açık olan Ferrari pilotu hızını arttırdı ve Button'la arasına mesafe koydu. Uzunca bir süre de bu böyle devam etti. Red Bulllar ise kötü günlerindeydiler. Vettel 21. turda motor problemi olduğunu söylese de yarış sonrasında bunun frenlemeyle ilgili olduğu belirtildi. Vettel yarışın sondan bir önceki turuna kadar pit-stopa girmedi. Bu ilginç taktiği sonrasında yarışı dördüncü sırada bitiren genç Alman büyük bir başarıya imza atmış oldu. Webber ise yarışın başlarında geride kaldı. Sekizinci sırada yarışı götüren Avustralyalı, önündeki Hulkenberg'i yarışın bitimine iki tur kala geçti ve altıncı sırada yarışı tamamladı. Mercedesler'de de durum fena değildi. Rosberg yarışı beşinci bitirirken, Schumi dokuzuncu sırayı aldı. Williamslar'da Hulkenberg ve Barrichello puan almayı başaran pilotlar oldular. Force-Indialar ise puansız bir şekilde buradan ayrıldı.
Webber 187, Hamilton 182 puanda. Alonso 166, Button 165, Vettel 163 puanla onları takip ediyorlar. Bundan sonraki yarışlarda Red Bull Racing'ten büyük bir atak bekleyebiliriz. İşlerin kızışması güzel oldu. Bundan sonra Abu Dabi'deki son yarışa kadar hiçbir şeyi net olarak söyleyemeyiz.

Efe Yılmaz l 0 Yorum


Tarih:Eylül 1960 

Toptaşı Cezaevi-İstanbul
"Bir haber dolaştı: Metin Oktay Toptaşı Cezaevinde’ymiş. Hep birlikte onu görmeye gidecekmişiz. Araba vapuru iskeleye yanaşınca, bağrış çağrış çıkıp çarşının içinden Ahmediye’ye doğru başladık yürümeye, bayağı bir gösteri yürüyüşü! Bu kez pencereden sarkıyor insanlar. Onların ilgilendiğini görünce, büsbütün şımarıp, inletiyoruz ortalığı “Metin! Metin!” Toptaşı Cezaevi’ne ulaştığımızda sokaklara zor sığıyoruz. Bu nasıl bir sevgi!”*

HÜKÜM
Görünür sebep "darbe" tutanaklarında muhtemelen şöyle yer alırken: "Davalı'nın maç günü izinlerini karnesine işletmediği gerekçesiyle, halihazırda tamamlamış olduğu askerlik görevinin  8 gün eksik sayılmasına ve TCK'nın...."
Bilinir sebep ise; askeri yönetimin  mevcut durumda bir güç gösterisi yapma isteği olarak kalplerde süratle hükme bağlanıyordu. 
Bir süre Toptaşı ardından da Paşakapısı Cezaevlerinde geçen toplam 45 günden sonra, vatana borçlu olduğu 8 gün için evi olan İzmir'deydi Metin.  Edebi gelenek zorunluluğu  üzere haksızlık mağduru kralın döneceği yer  ise krallığı olacaktır.

DÖNÜŞ
Tarih:29 Ekim 1960
 Rakip Cumhuriyet kupasında Karagümrük. Gündüz Kılıç o sözleri söyler: "Karagümrük''e karşı seni oynatmak istiyorum. Üzülme,verebileceğini ver.  Sen bize çok maç kazandırdın. Bugün de senin yüzünden kaybedelim. Seni hasretle bekleyen seyirciye ne olur bu saygıyı gösterelim."
Maç biter.Oyun bitiminde yorgunluktan sahadan kusarak ayrılan Kral'ın ismi maçın iki golünün sahibi olarak kayıtlardaki yerini almıştır bile.
Galatasaray:3 Karagümrük:0

Neden mi bu hikayeler? Göz yaşları içinde  darbe hikayelerini anlatmanın(!) moda olduğu bu dönemde tarihe selam edip; Taçsız Kralı taçlandırmak isteğiyle. Sadece mezarı başında ve başlama vuruşu öncesinde değil hayatla her omuz omuza mücadele de, özlenmenin özlemin isteğiyle. Efe Yılmaz'ın 6 Eylül 2010 tarihli yazısına itafen... Burada eksilip öte tarafta artan güzel Galatasaray'lılara...

Başlangıcını oğul Memed FUAD'la yaptığımız yazıyı babasıyla bitirelim.

Bir yandan cellatlar girdi araya,
Bir yandan, oyun etti bana
bu mendebur yürek,...
.......
 öleceğim rüyalarımın memleketinde,
 beyaz şehrinde en güzel günlerimin.
                                                                         Nazım HİKMET

*Memed FUAD  (Tribünden Palavra Anılar -iSTANBUL 1999)

Çok yönlü bir edebiyatçı; iyi bir sporcu ve spor adamı 1972-1980 arasında voleybol erkek milli  takımlarına antrenörü ve çeşitli branşlarda spor

Not: Yazıyı Spor İletişimi Sertifika Programı'ndan arkadaşımız Tufan Tulpar yazmıştır. Kendisi umarım en kısa sürede blogumuzu şereflendirecektir.

Cengiz Bahadır Özdemir l 0 Yorum

Japonya Rallisi geçtiğimiz günlerde sona erdi. Toprak pist olma özelliği taşıyan rallide, Citroen pilotu Ogier birinci oldu. İkinciliği Petter Solberg alırken, Ford pilotu Latvala çıkışını sürdürdü ve üçüncü sırada yarışı tamamladı. Şampiyona lideri Loeb beşinci olurken, Ford'un diğer Finlisi Hirvonen altıncılıkla yetinmek zorunda kaldı. Sordo ise sürpriz bir şekilde dördüncü oldu.
İlk gün Petter Solberg parkurun en hızlısıydı. En yakın rakibi olan Hirvonen'le arasında dokuz saniyelik fark oluşturmuştu. İkinci gün ise Latvala'dan üst üste en iyi sektör zamanları geldi. İkinci günün en şanssız ismi Matthew Wilson oldu. İlk sektörünün son metrelerinde aracı duran Britanyalı pilot yarıştan erken ayrılmak zorunda kaldı. Solberg ise hatalı çıkışından dolayı 10 saniye cezası almıştı. Hirvonen'in yavaş kaldığı bu günde Latvala tekrar parlayan isim oldu. Yarışta liderliği ele geçiren Finli pilot, ilerleyen turlarda spin atıp şaftını kırınca geriye düştü. Solberg bu günü lider olarak tamamlasa da arkasındaki Hirvonen farkı 3.7 saniyeye indirmişti. Ogier ise 5.4 saniye ile geriden takip ediyordu.
Son gün ise Raikonen'in kazası meydana geldi. Finli pilot, virajı alamayıp ağaçlara çarptı. Kendisi ve co-pilotu kazada yara almasalar da yarışa tekrar devam edemediler. Son günün yıldızı ise Ogier oldu. Yarıştaki hızını arttıran Fransız pilot, toprak parkurlarda neden çok iyi olduğunu ispatlarcasına yarıştı. En yakın rakibi Solberg'e 15,7 saniye fark atarak ralliyi kazandı. Solberg ikinci olurken, Latvala üçüncü sırayı aldı. İlk iki gün iyi bir performans ortaya koyan Hirvonen son gün yavaş kaldı. Bu arada yarışın ilk günü Al Qassimi ve co-pilotu Michael Orr büyük bir kaza atlattılar. Araçları pist dışına çıkan ancak daha sonradan yola geri dönen Qassimi'ye, arkadan gelen Martin Prokop'un aracı çarptı. İki araçtan da yaralanan isimler olmadı ancak büyük bir tehlike ucuz atlatılmış oldu.
Artık önümüzde üç tane Avrupa yarışı var. Britanya, Fransa ve İspanya. Loeb muhtemelen şampiyonluğunu ilan edecek. Latvala ise ikincilik inadını sürdürüyor. Ancak Ogier'in 26 puan gerisinde. Solberg ise kendi takımıyla birlikte dördüncü sırada ve Sordo-Hirvonen ikilisine meydan okuyor. Raikonen puan alamadı ama bu durum 2011'de F1'e dönmesine neden olmaz.

Onur Saygın l 0 Yorum


Her yıl 13 Eylül'de hüzünlenirim. Seyretmesem de kendisini, yazılarını ancak arşivden okusam da hüzünlenirim. 13 Eylül'ün tek güzel yanı o haftaya denk gelen maçta mutlaka parçalı formayı görücek olmamdır.

Transfer yanlışları, yönetimsel yanlışlar bunların hepsinin bir bahanesi ve affedilme ihtimali vardır gözümde. O an olması gerektiği gibi davranılmıştır der geçerim. Fakat 13 Eylül'de resmi internet sitesini açtığımda karşımda VIP koltuklarınızı kaçırmayın yazısını görmek affedilemezdir gözümde. Keşke sadece sitenin girişinde kalsaymışım da içerde vardır herhalde haber diye girmeseymişim. 13 Eylül'ün Galatasaray taraftarına ifade ettiği olgudur parçalı forma. En kötü ihtimalle sarı kırmızıdır. Kum rengi bilmem ne forma değildir. Kimliğini yitiren bir takım yaratmak isteniyorsa çok doğru hamleler yapılıyor.

2012 kriterleri çerçevesinde düşünüldüğünde kulübe maddi getiri sağlayacak aksiyonlar içinde doğru hamleler yapıldığı söylenecektir büyük ihtimalle. Fakat şu unutulmasın ben 13 Eylül'de parçalı formayla saha çıkan Galatasaray'ı amatör kümede de takip ederim. Ama üstünde sarı kırmızıdan eser olmayan bu takımı şu haliyle takip edesim kalmadı. Buna kim karar veriyor, nasıl diğer insanlardan izin alabiliyor cidden hiç bir fikrim yok. Tek bildiğim Galatasaray'ı Galatasaraylı taraftarlardan koparmayı başarmışlardır. Yıllardır liseliler gelicek Galatasaray'ı halktan koparıcaklar diye masal anlatılırken bu tribünler senin eserin diye bağırılan insan Galatasaray'ı sarı kırmızı sevdalılarından koparmaya başladı.

Asıl acı nokta Metin Oktay'ı anarken bile reklam almak oldu. Daha doğrusu daha iğrenç nokta demek daha doğru. Yıllardır profesyonelliğe karşı Metin Oktay derken üstünde adını dahi anmak istemediğim bir firmanın reklamı ile dev forma yaptırıldığı gururla haber olarak eklendi resmi siteye. Az kaldı yakında üstünde Metin Oktay olan bardak, tabak falanda satışa çıkartılır.

Bundan sonra bana bu şekilde müşteri gibi davranıyorsanız aynı şekilde müşteri tepkisi alıcaksınız. Seyrantepe'den kombinemi alıp her maç oturup çekirdekle maçımı seyredicem. Yolda işportadan 10 liraya formamı alıcam. Ve siz bundan memnun olucaksınız, çünkü kulübe kombine ve çekirdek parasından yeteri miktarda para kalıyor olacak.

Kadir Ar l 12 Eylül 2010 0 Yorum


Baştan söyleyeyim: Bu yazı herhangi bir analiz ya da yorumdan öte, kahvede okey oynayan 40-50 yaşlarındaki amcalara özgü milliyetçi duygular içermektedir, üsluba dikkat edilmemiştir ve mantık falan da barındırmamaktadır.

Dün Sırbistan maçını bayram tatili için yanlarına geldiğim akrabalarımla beraber izledim. Yaşça büyük kuzenimle izlemeye başladığımız maçın son periyoduna anneanemden teyzemlere, eniştemlerden diğer kuzenlere kadar yaklaşık 25 kişilik bir ekiple girdik. Zamanında Galatasaray'ın Süper Kupa maçı uzatmalara kaldığında balkondan çağırıp Tv karşısına oturttuğum anneanneme rakibin gavurluğundan:) dem vurup dua ettirmiştim. Dün de aynı ricada bulunup, teyzemleri de onun yanına ekleyerek maneviyatı en üst düzeye çıkarmaya çalışırken ağzımdan şu cümle çıkıverdi: "Bunları yenelim de finalde yenilmeye razıyım..." Sırplar'ın yüksek hücum yüzdeleri, ne savunma ne de hücumda ritmimizi bulamamış olmamız gibi olumsuzlukların yarattığı gerginlikle birlikte ağzımdan kaçan bir cümle oldu bu. Ama işin aslı şu anda yenelim, asalım, keselim modunda olmam...

Dün geceden beri uykumda, kahvaltıda, kutlamalarda hep ABD maçını düşündüm. Kafamda taktik varyasyonlar denedim, hepsinde de yenildim. Tek pozitif düşüncem Ömer Onan'ın Durant'i de sindirebileceğine inanmamdı ki biraz önce gazetede okuduğum üzere bizzat kendisi "Durant'i kim tutar bilemem ama ben tutamam" demiş! Benim en büyük korkum Kevin Love'dan yana. Adam maç başına 10 dakikadan az oynamasına rağmen girdiği anda smaç, ribaunt allah ne verdiyse yükleniyor. (kahve amcası mantığıyla yazıyorum demiştim) Bugün 5 dakikadan fazla süre almasın diye dua ediyorum...

Neyse Love mevzusu uzar, sadede gelecek olursak; bugüne kadar inanmadığımız turnuvalarda bile "hedef final" mottosuyla yola çıktık. Açık konuşalım, çoğumuz bunu bile beklemiyorduk. Kendi adıma bugüne kadar Tanjevic'i yerden yere vururken hep üstüne basa basa "2010'da madalya gelmezse ben onun..." tarzı eleştiriler yapıyordum. 6 yılda da olsa Türk Spor Tarihi'nin en büyük başarılarından birini yaşattığına göre benim Tanjevic'e hakkım helaldir. Daha önce yaptığım eleştirilerimi de bir demet 'kapak' olarak üstüme alıyorum. ABD'den 50 sayı fark yesek bile hepsine tek tek helal olsun ama ya kazanırsak? Yazının başında bahsettiğim amcaların veya küçük çocukların basketbola bakışı, bunu gören medyanın basketbola ilgisini arttırması vs. Hayalini kurması bile mükemmel ve bu hayalin gerçeğe dönüşebilme ihtimaline sadece 3 saat kaldı. Yanlış hatırlamıyorsam Fatih Terim demişti "Hedef niye final olsun, finale çıkarsam kupayı da alırım" diye. Hangi takımı olursa olsun, formasında ABD yazan bir basketbol takımını mağlup ederek kazanılacak bir kupanın hayali tüylerimi diken diken ediyor. Hadi lan 12 Dev Adam, yaparsınız be oğlum...

Cengiz Bahadır Özdemir l 0 Yorum

Bayram nedeniyle müsabakalardan biraz uzak kalmıştım. Clijsters-Williams ve Wozniacki-Zvonareva maçlarını izleyemedim. Wozniacki'nin elenmesi çok büyük bir sürprizdi. Genç raketin bu şampiyonada zafere ulaşacağını düşünüyordum. Clijsters'in çıkması ise normaldi. Tecrübeli isim çok formda ve bu turnuvada da formda olduğunu ispatladı. Zvonareva, Wimbledon'dan sonra Amerika Açık'ta da finale kalan isim olmuştu. Bu sene Serena Williams dışında iki Grand Slam finali oynayan yoktu. Rus raket için büyük başarıydı. 2010 Wimbledon'da elediği Clijsters'le bir kez daha karşılaşacaktı. Belçikalı'ya karşı oynadığı son iki maçı kazanan Zvonareva'nın umudu fazlaydı. Ancak final maçındaki performansı çok çok düşüktü.
İlk sette Zvonareva çok fazla basit hata yaptı. Hata yaptıkça sinirlendi ve daha fazla hata yapmaya başladı. Bu da oyundan kopmasına sebep oldu. Clijsters ise çok daha formdaydı. Çapraza attığı toplarla rakibinin oyundan düşmesini sağlamıştı. File önünde de rakibine üstünlük kuran Clijsters, ilk sette 6-2'lik bir üstünlük sağlamıştı. 
İkinci setin beşinci oyununa kadar Zvonareva aynı kötü çizgisini devam ettiriyordu. Beşinci oyundaki 27 vuruşluk rallide ise Zvonareva kendini göstermişti. Acaba silkinip kendine gelecek mi derken sonraki servisini kırdırdı ve yine maçtan erken koptu. Clijsters çok büyük bir soğukkanlılıkla seti 6-1, maçı da 2-0 kazandı. Özellikle servislerdeki üstünlüğü, ona bu maçta şampiyonluğu getirdi. Zvonareva ise kritik yerlerde yaptığı basit hatalarla maçı verdi. Sinirlerine hakim olmakta zorlanan Rus sporcu, üç raketle oynamak zorunda kaldı. Hatta ikinci sette, henüz sayı almamışken ekrana güzel bir istatistik gelmişti. Aldığı sayı 2, kullandığı raket 3 olarak gösterilen bu istatistik, komik olduğu kadar düşündürücüydü de. Kim Clijsters, üst üste ikinci defa buradan zaferle ayrıldı. Bu maçtan sonra 1.7 milyon dolar kazanan sporcu, Cincinnati'deki zaferle birlikte 500 bin dolar daha alıp Amerika Açık'ı 2.2 milyon dolar kazanarak terk etti.
Erkeklerde Nadal, Youzhny'i çok rahat geçti. Rus sporcu rakibinin oyununa ayak uyduramadı ve final şansını kaybetti. Nadal, bu maçta zaman zaman zorlansa da genelde üstün olan taraftı. Özellikle iyi servisleriyle rakibinin puan almasını önledi. Beşinci setten itibaren izlediğim diğer maç ise şanına yakışır bir şekilde sona erdi. Federer-Djokovic arasındaki mücadeleden mutlu ayrılan taraf Djokovic oldu. Bu iki oyuncunun, Amerika Açık yarı finallerinde karşılaşması bir gelenek gibi. 2008 ve 2009 yarı finallerinde de karşılaşan iki raketten Federer gülen taraf olmuştu. 2007'de ise finalde karşılaşmışlar ve yine Fedex rakibini yenmişti. Bu sefer öyle olmadı. 
Maçın birinci ve üçüncü seti 7-5 Federer üstünlüğü ile bitmişti. Bunda şaşılacak bir şey yoktu. Oynadıkları son 18 oyunun 12'si zaten 7-5 veya 7-6 ile sonuçlanmıştı. Ancak ikinci ve dördüncü setlerde 6-1, 6-2 Djokovic üstünlüğü vardı. Bu iki sette Federer'in ne yaptığını herkes gibi ben de merak ediyorum. İsviçreli'nin ikinci setlerde kopmalar yaşadığı bir gerçek. Ancak bu kadar kopmuş olması epey düşündürücü. Son sette nefes kesen ralliler vardı. Djokovic maçtan koptu derken inanılmaz sayılar kazandı, Federer iyi giderken son anda servisini kırdırıp oyundan düştü. Kısacası, başabaş giden bir set izledik. Ancak Federer, çok fazla yaptığı basit hataların bir kısmını bu sette yaşayınca Djokovic'in galibiyeti geldi. Son seti 7-5, maçı da 3-2 kazanan Sırp raket finale adını yazdırdı. Kariyerindeki üçüncü Grand Slam'ine çıkacak olan Djokovic'in, Nadal karşısında ne yapacağı merakla bekleniyor. Federer ise buradaki altıncı zaferine ulaşma hayalini başka bir zamana ertelemek zorunda kaldı.

Serhat Gürcan Gündüz l 0 Yorum



Nereden başlanır bu yazıya? Bogdan Tanjevic'ten mi, yoksa Kerem'in son saniye basketinden mi? Yada son topu bloklayan Semih Erden'den mi? Bütün maç skora katkı yapamasa da buraya kadar gelmemizde en önemli pay sahibi Ersan'dan mı? Rakip takımın kısalarına pranga vuran Ömer Onan'dan mı? Bu maçta en kritik üçlükleri atan Ender'den mi? İlk çeyrekte skorun açılmasını yaptığı bloklarla engelleyen Ömer Aşık'tan mı? Takımın ağabeyi, lideri Hidayet'ten mi? Hangisinin hikayesini anlatalım isterdiniz buradan ballandıra ballandıra?

Sene 2001... Türkiye'de Avrupa Şampiyonası düzenlenince milletimizin aklına gelmişti basketbol. İnsanlar bundan sonra basketbolu sevecek, en azından futbol izleyicilerinin %25i kadar seyirci olacak basketbol salonlarında diyorduk. Olmadı. Milletimiz unuttu bu sporu tekrar. Semih gibi nice oyuncumuz çatısından su akan salonlarda başladılar bu spora. Su çekip kabaran parkelerde aldılar ellerine ilk kez basketbol topunu. Bana göre Türk spor tarihinin en önemli başarısının sağlandığı, belkide altın madalya alacağımız şu salon tam 10 senede bitirildi, futbol sahaları gibi 1,5 yıl içerisinde değil. Bu kısıtlı imkanlara rağmen, Kerem, Hidayet, Ersan, Ender gibi oyuncular yetiştirdik. Düşünün Amerika gibi en modern spor tesislerinde oyuncular yetiştirebilsek neler olacağını?

Bugün kazanılan bu başarı, umut ediyorum ki yarın altın madalya ile tekrarlanacak. Peki aynı kaderi mi yaşayacak Türk basketbolu? Bugün ilk defa basketbolda kazanılan bir başarı yüzünden Bağdat Caddesinde turlayan gençler basketbol maçlarına gidecek mi? Yeni sporcular yetiştirmek için tesisler kurulacak mı? Yoksa tekrar unutulacak mı basketbol? Sadece 4-5 takımın maçlarımı yayınlanacak canlı olarak? Basketbol tarihimizin mihenk taşlarından olan takımlar, maddi sıkıntılar yüzünden kapılarına kilit vuracak mı yoksa tekrar? Yine futboldaki rekabet yüzünden mi dolacak salonlar?

Bugün Türk sporunun en önemli başarısı için ter dökecek bu 12 dev adam. Hemde dünyanın en iyi takımına karşı. Kazanamasalar bile tekrardan tur atacak mı insanlarımız? Bu başarının ne kadar önemli olduğunun bilincine varacaklar mı? Umut ediyorum diyorum ya, umarım unutmazlar bu sporu tekrar. Çünkü milletimizin içinde daha nice Hido'lar, Mehmet'ler, Ömer'ler var..

Bogdan Tanjevic'i en çok eleştirenlerden birisiydim ben. Kolon kanseri olduğunda en çok üzülenlerden biriside bendim. Bugün Yılmaz Özdil köşesinde çok güzel bir yazı yazmış. Maç başlamadan hemen önce bir arkadaşım yolladı. Okuduktan sonra "bizim için değilde, bu adam için kazanmalılar bu maçı" dedim. Tanjevic için kazandılar bu maçı. Şimdi 75 milyon ve Türk basketbolu için bir maça çıkacaklar, umarım onuda kazanırlar.

Maçın kritiği nasıl yapılır ki? Ne şutlarımız girdi, ne Sırp oyuncuların şutlarına mani olduk. Ama tam kırılma noktalarında çok kritik atışlarda sayı bularak kopmadık maçtan. Farkı açmasına izin vermedik Sırpların. Ersan tutuktu, Teodosic harika. Maç boyunca hep, "öne geçersek alırız bu maçı" dedim. Tahmin ettiğim gibi de oldu. Çünkü Sırplar önde olduklarında hep tabiri caizse çamura yattı. Öne geçmemiz onları paniğe sokacaktı. Maç içerisinde 4-5 defa yakaladık maçı krize sokma şanslarını ama son 3 dakika içerisinde kullanabildik.

Aslında maçın özetini, maçı anlatan Murat Murathanoğlu ve İhsan Bayülken yaptı Kerem'in basketiyle. Murat ağabey tam 12 defa "Kerem Tunçeri", İhsan Bayülken tam 7 defa "Kazandık" diye bağırdı. Hangimiz bağırmadık ki evlerimizde? Lig TV'de Şansal Büyüka ve Mustafa Denizli son saniyeler oynanırken bıraktılar programı. Şansal Bey stüdyoda, hemde canlı yayında "Atamadı mı? Ver 12 adamı, ver 12 adamı" diye bağırdı. Aynı sevinci yaşamadık mı evlerimizde, sokakta, arabada? Hangimiz kıskanmadı Sinan Erdem'de o maçı canlı izleyenleri? Bunun için teşekkürler emeği geçen herkese. Teşekkürler yardımcı koçlara. Teşekkürler federasyona, teşekkürler Bogdan Tanjevic'e. Teşekkürler milli formayı üzerinde taşıyan 12 dev adama...