TAŞRA BASKISI

İSTANBUL VE TAŞRA BASKILARI AYNI ANDA ÇIKAN BLOG

Kemal Mardin l 21 Ağustos 2010 0 Yorum


2010 FIBA Dünya Şampiyonası öncesinde bizim de son provayı yapacağımız Efes Pilsen World Cup’ın açılış maçında Arjantin, Kanada'yı 79-64'lük skorla devirdi. Maç sonundaki fark 15 olsa da maçın neredeyse tamamı kafa kafaya, hatta büyük çoğunluğu Kanada'nın üstünlüğünde geçti. Skorun yakın seyrettiği ve sık sık el değiştirdiği bir maçta, ilginç bir şekilde iki takım da sürekli 8-9 sayılık seriler buldular. İki takımın da dağınık başladığı ilk periyodun sonlarına doğru, 8-1 ile bu serilerden ilkini yakalayan Kanada 10 dakikayı 20-16 ile önde geçti.


İkinci periyodun başlamasıyla, savunmaya önem veren Arjantin, Kanada’nın hücum ritmini bozmayı başardı ve rakiplerinin üst üste kaçan atışlarını, dengesiz yakalanan savunmaya ceza keserek değerlendirdiler. 9-1’lik seri yakalayan Arjantin 6:25 kala öne geçmeyi başardı ve Kanada’yı mola almaya zorladı. Moladan sonra Prigioni ve Delfino’nun kenara gelmesini iyi değerlendiren Kanada skor üstünlüğünü bir kez daha ele geçirdi. Bunun üzerine aslarını tekrar oyuna sokan Hernandez'in hamlesi, Kanada'nın son saniyede bulduğu şans basketinin de yardımıyla devreye 6 sayılık üstünlükle 35-29 önde girmesini engelleyemedi.

İlk yarıyı Kanada’nın önde bitirmesinin başlıca sebebi serbest atışlar oldu. Kanada 14 denemede 10 isabet bulurken Arjantin çizgiye sadece bir kere Jasen’la gidebildi ve 2’de 1 isabet buldular. Öte yandan ilk beşin kenarda olduğu bölümler başta olmak üzere yapılan 10 top kaybı da Kanada’nın işini kolaylaştırdı. Kanada’dan Denham Brown’ın yaptığı 3 basit top kaybı olmasa Kanada soyunma odasına çok daha avantajlı bir skorla gidebilirdi.

3. periyodun başında bir aydınlanma yaşayan Arjantin, pota altında Scola gibi bir opsiyonları olduğunu hatırlayınca, üst üste hücumlarda ya sayı bulmaya ya da faul almaya başladılar. Periyot boyunca etkinliğini sürdüren Scola'ya Delfino ve Kammerichs de katkı sağlayınca Arjantin, 4:22 kala 45-45 beraberliği sağladı ve 3:09 kala da Prigioni’nin üçlüğü 48-45 ile uzun bir süre sonra öne geçmelerini sağladı. Kalan sürede skor avantajını ellerinde tuttular ve 3. periyodu 51-49 önde geçtiler.

Final periyoduna aslarını saklayarak başlayan Arjantin'in skoru tutması için sadece Delfino'nun oyunda olması yetti. Toplamda 26, son 10 dakikada 13 sayı kaydeden Delfino, müthiş bir şut ritmi yakalayarak arkadaşlarının dinlendiği sırada takımını ayakta tutmayı başardı. Periyodun ortasına doğru Hernandez yavaş yavaş ilk beşini oyuna monte etmesi ve yorulan Kanada'nın oyundan düşmeye başlamasıyla, Arjantin'in oyunda mutlak bir üstünlük kurdu. Bir daha da Kanada'nın oyuna dahil olmasına izin vermeden giderek farkı açtılar ve 79-64 ile Efes Pilsen World Cup'ın ilk gününü kayıpsız atlattılar.

Açıkçası daha yeni Yunanistan'dan 74 sayı fark yiyen Kanada'nın bu kadar iyi bir mücadele sergilemesini beklemiyordum. Tabii ki bunda Arjantin'in ilk beşini bolca dinlendirmesinin de katkısı oldu ancak Arjantin adına bu durumun işaret ettiği bir tehlike var. Görünen o ki, Arjantin belli isimler sahada olmadığı sürece sıradan bir takıma dönüşüyor. Şampiyonluğu giden yolda 9 maç oynaması gereken bir takımın bu maçları 6-7 oyuncuya bel bağlayarak kazanması mümkün değil. Zaten çeyrek finalde muhtemelen İspanya ile karşılaşacaklarından şampiyonluk favorilerim arasında değillerdi ama özellikle ilk 35 dakikadaki performansları beklentilerin çok daha altında kalabileceklerini işaret ediyor.

Kemal Mardin l 0 Yorum

Adanaspor ve Mersin İdmanyurdu arasındaki mücadele sırasında çıkan olaylarda çok sayıda taraftar yaralandı.
Üç ay süren bekleyişin ardından Memleketin Futbolu perdelerini Çukurova derbisi ile açınca, beklentiler epey yükselmişti. Ne var ki ağustos sıcağında, Akdeniz'in Teksas'ına konuk olan, düşman Mersin İdmanyurdu olunca, ortaya hayal kırıklığından daha fazla bir şey çıkmadı.

Aslında maç fena başlamadı. Adanaspor ilk dakikalarda, orta sahada Bülent'in önderliğine Fevzi ve Onur'un katılımıyla kurduğu üçgenlerle etkili olmaya çalışırken, Mersin İdmanyurdu daha çok Şehmuz'un kişisel gayretleriyle varlık göstermeye çalıştı. İki takımın da ortayı kolay geçtiği bu bölümde oyun doğal olarak tempo kazandı. İlk tehlikeli atağı 10. dakikada Adanaspor gerçekleştirdi. Mbilla'nın şık topuk pasında, ceza sahası içinde topla buluşan Efecan'ın vuruşunu kaleci Kerem kurtardı. Bu pozisyondan sonra, oyun Kerem'in sakatlığı yüzünden durduğu için mi, yoksa daha tam hazır olmayan futbolcular böylesine bir sıcağa ancak 10 dakika dayanabildikleri için midir bilinmez; tempo bıçak gibi kesildi. 23. dakikada Adanaspor'un biraz silkinip tekrardan atağa geçtiği ve Kerem'in üst üste iki sert ve güzel şut çıkarmak zorunda kaldığı pozisyonun ardından ise Mersin'in imdadına su molası yetişti.

İlk 25 dakika itibariyle vasat geçecek gibi görünen maçın, vasatı bile yakalayamamasına neden olacak olaylar da işte tam bu su molasında yaşandı. Maçın başından beri tribünlerde yaşanan gerginliğin dozu iyice arttı ve sahaya yansıdı. Ancak, bu sefer gerginliği sahaya taşıyanlar futbolcular değil teknik direktörler oldu. O ana kadar saha içinde doğru düzgün bir sertlik bile yaşanmamışken, Kemal Kılıç ve Yüksel Yeşilova anlamsız bir şekilde birbirlerine sardılar. Yatıştırılmaları hayli uzun süren iki teknik adamın bu çocukça hareketlerinin cezası, hakem Özgüç Türkalp tarafından tribüne gönderilmek oldu.

Uzun bir bekleyişin ardından devam eden mücadelede Mersin, orta sahasını giderek geriye çekmeye ve Adana'yı kanatlara mahkum etmeye başladı. Bu duruma Adana'nın cevabı kanat adamlarının yerlerini değiştirmek oldu ama etkinlik anlamında çok bir şeyin değiştiğini söylemek güç. Maçın başından beri Bülent Bölükbaşı'nın attığı derin toplar veya yönlendirdiği 3-4 paslık organizasyonlara bel bağlayan Adana hücumu, Bülent'in aksamaya başlamasıyla üretkenliğini kaybetti. Fevzi'nin 45+3'teki volesine kadar, seyirciyi heyecanlandıracak herhangi bir şey göremedik.

Devre arasından, iki takım da oyuncu değişikliği ile döndü. Mersin cephesinde Musa'nın yerine Veysel oyuna dahil olurken, Adana hem oyuncu hem sistem değiştirdi. Fevzi, en uçtaki Mbilla'ya biraz daha yaklaşırken, Onur'un yerine oyuna girerek daha düne kadar kaptanlığını yaptığı eski takımına karşı, yeni takımıyla çıktığı daha ilk maçta karşılaşan Sami İzcican, sol kanada Fevzi'nin boşalttığı alana geçti. Bu değişiklik sayesinde biraz ferahlayan orta sahada, Mersinli futbolcular daha rahat hareket edebilmeye başladı. Bu boşluktan istifade edip ilk defa sürpriz bir bindirme yapan Bangura, dakikalar sonra Mersin'in ilk pozisyonunu yarattı.

Bu sıkıntıyı farkeden Kemal Kılıç'ın önlem alması çok sürmedi. Fevzi'yi oyundan alıp yerine Talha'yı alan Kılıç, böylece savunma güvenliğini sağladı ama artık iyiden iyiye bir puanı alayım da havasına giren rakibinin ekmeğine yağ sürdü. Bu duruma da 75'te Bülent'in yerine Özgürcan'ı alarak müdahale etmek istedi ama geçen sene stokladığı kilolardan 250 gram bile veremediğini gördüğümüz Özgürcan'ın bırakın gol atmayı, herhangi bir hücum organizasyonuna katkı yapabilecek hali yoktu.

Yüksel Yeşilova ise zorlu deplasmanda bir puana koşar adım giden şablonu hiç kurcalamadan, yorulan oyuncuların yerlerine yenilerini sokarak takımı diri tutma yoluna gitti. Aslında 54. dakikadan itibaren yan yana oynayan Şehmuz ve Yunus, bu araya bir gol sıkıştırabilecek potansiyele de sahip bir ikiliydi ama Şehmuz da takımın geneline uyup beraberliği alır gideriz mantalitesine bürünüp baskı yapmaktan, top kapmaktan veya defans arkasına sarkmaya çalışmaktan vazgeçince, maçın skoru iyiden iyiye belli oldu. Geriye kalan dakikalardan, aklımda sadece Efecan'ın ceza sahası içinde düştüğü tartışmalı pozisyon ve Suat'ın 30'dan vurduğu ve Tolgahan'ın çıkardığı frikik kaldı.

İlk maçlarında beklentilerin altında kalan iki takımın da, hazır olduğunu söylemek güç. Mersin İdmanyurdu neredeyse sıfırdan takım kurdu ama geçen seneki 11'inin yarısından çoğunu yine 11'de sahaya sürebilen Adanaspor'un bu halde olmasının ve bütün hücumu 34'lük Bülent'in sırtına yüklemesinin hiçbir açıklaması yok. Sami ve Efecan transferlerinden sonra zaruri olarak ön libero mevkisine çekilen Kibong'un yerine, gerçekten bu bölgenin oyuncusu olan biri oynamadığı sürece de bu sıkıntının aşılması güç gibi. Talha'nın 11'e yerleşmesi bir çözüm olabilir. Öte yandan Beşiktaş'a giden Ersan'ın yeri de geçen seneki yedeği Koray'la pek dolmayacak gibi. Hücumu, Mersin'den daha çok düşünen takımlara karşı açık vermeleri olası. Önümüzdeki hafta, evinde başarıyı gelenek haline getirmiş ekiplerden Kartalspor'a karşı, deplasmanda ciddi bir sınavdan geçecekler. O maçın ardından, daha net konuşabiliriz.

Cengiz Bahadır Özdemir l 20 Ağustos 2010 0 Yorum

Bu sene ilk olarak düzenlenen Gençlik Olimpiyatları 14 Ağustos'ta başladı. 12 gün sürecek olan bu serüvene Türkiye 55 sporcu ile katılıyor. En yüksek katılım sağlayan ülkelerden biriyiz ve bu açıdan da gurur verici bir tablo var. Turnuvanın yarısını tamamladığımız bugünlerde sporcularımızın performansına şöyle bir bakalım:

İlk gün

Futbolda kadınlar, ilk maçında İran'ı 4-2 yendi.

Erkekler 400 metre serbest yüzme seçmelerinde Bertuğ Coşkun ülkemizi temsil etti. 4:05:75'lık derecesiyle 20 sporcu arasından 18. olabildi ve finale kalamadı.

Kadınlar 200 metre karışık yüzme seçmelerinde Gizem Bozkurt 2:21:40 ile grubunda üçüncü olarak finale kaldı. Finalde 2:20:00 ile yüzen sporcumuz sekizinci oldu.

Güreşte, 69 kg greko-romende mücadele eden sporcumuz Musa Gedik finale kaldı. Finalde Kazak rakibine 3-1 yenilen sporcumuz gümüş madalya kazandı.

Erkekler 3'e 3 tek pota basketbol mücadelesinde Türkiye ilk maçta ABD'ye 23-17 yenildi.

Taekwandoda, kadınlar 44 kg'da Şeyma Tuncer mücadele etti. İranlı ve Fransız rakiplerini geçen Şeyma, yarı finalde Rus rakibine yenildi ve bronz madalyada kaldı.

İkinci Gün
Kadınlar 100 metre serbest yüzme seçmelerinde Gizem Bozkurt 59:05 ile serisinde ikinci oldu ancak finale kalamadı. Turnuvayı da 26. sırada bitirdi.

Erkekler 200 metre serbest yüzme seçmelerinde Bertuğ Coşkun 1:53:08 ile ikinci oldu ancak süresi yetersiz olduğu için finale kalamadı. Sporcumuz şampiyonayı 14. bitirdi.

Erkekler 3'e 3 tek pota basketbol maçında Singapur'u 28-24 yenen Türkiye ilk galibiyetini almış oldu.

Halterde, kadınlar 53 kg'da Damla Aydın koparmada 67 kg, silkmede 80 kg ve toplamda 147 kg kaldırarak altıncı oldu. Erkeklerde ise 62 kg'da Emre Büyükünlü koparmada 111 kg, silkmede 135 kg ve toplamda 246 kg kaldırarak bronz madalya kazandı.

Erkekler artistik cimnastikte Ferhat Arıcan 80.000 puanla 26. oldu. Sporcumuz, ilk 22'nin finale kaldığı mücadeleden böylece seçmelerde elenmiş oldu.

Kadınlar tekler kürek müsabakasında Alara Dirik ilk seçmelerde 3:59:14 ile üçüncü olup represaj mücadelesine katıldı. Burada da 4:03:78 ile birinci oldu ve yarı final grubunda yer aldı. Burada 4:02:41 ile beşinci oldu.

Erkekler kürek ikitekte Onat Kazaklı-Ögeday Girişken ilk seçmelerde 3:14:17 ile dördüncü oldu. Represajda 3:25:12 ile birinci olup yarı finale kaldılar. Yarı finalde 3:18:19'luk dereceleri ile üçüncü oldular ve finale kaldılar.

Üçüncü gün
Erkekler 3'e 3 tek potada Orta Afrika Cumhuriyeti'ni 30-25 yenen Milli Takım ikinci galibiyetini almış oldu.

Erkekler disk atmada Murat Gündüz 55.26'lık derecesiyle yedinci oldu ve elendi.

Kadınlar tekli yelken müsabakasında Pınar Kaynar ilk yarışında sekizinci, ikinci yarışında ise 13. oldu. Erkeklerde ise Alp Rodopman ilk yarışında 15., ikincisinde 19. oldu.

Erkekler eskrim flore dalında Tevfik Burak Babaoğlu rakiplerini yenerek yarı finale kadar geldi. Yarı finalde İtalyan rakibine 15-8 yenilip bronz madalya mücadelesi verdi. Ancak burada da Güney Koreli rakibine 15-6 yenildi ve dördüncü oldu.

Erkekler 76 kg serbest güreşte mindere çıkan Resul Kalaycı ilk altın madalyamızı kazandırdı. Özbek, Kanadalı ve Belaruslu rakiplerini 3-1'lik sonuçlarla geçen sporcu, finalde ABD'li rakibini 4-0 yendi ve altın madalyayı almış oldu.

54 kg'da ise Mehmet Ali Daylak Dominikli, Tunuslu ve Kongolu rakiplerini yendi ancak Japon rakibine yenilerek bronz madalya mücadelesine çıktı. Kolombiyalı rakibini yenen sporcumuz bronz madalyayı kazanmış oldu.

Erkekler taekwandoda 63 kg'da mücadele eden Berk Süngü ilk turda maç yapmadı. Çeyrek finalde Polonyalı rakibini yenen sporcumuz, yarı finalde Portekizli rakibine yenilerek bronz madalyada kaldı.

Kadınlar artistik cimnasikte Demet Mutlu 49.950 puan alarak 22. oldu.

Kadınlar halterde 63 kg'da podyuma çıkan Neslihan Okumuş, koparmada 87 kg, silkmede 106 kg ve toplamda 193 kg kaldırarak dördüncü oldu ve madalyayı kıl payıyla kaçırdı.

Dördüncü Gün
Erkekler cirit atmada Ali Kilisli, kişisel rekorunu geliştirerek 73.64'lük atışıyla seçmelerde dördüncü oldu.

Erkekler uzun atlamada ise Toros Pilikoğlu 7.19'luk atlayışı ile seçmelerde sekizinci oldu.

Kadınlar 200 metre serbest seçmelerinde Gizem Bozkurt 2:04:55 ile serisinde beşinci oldu ancak finale kalamadı. Toplamda da 11. sırada kapattı şampiyonayı.

Tevfik Burak Babaoğlu, eskrim dalında, Avrupa takımında mücadele etti. Asya-Okyanusya grubuyla karşılaşan Avrupa takımı müsabakayı 30-21 kazandı. Burak ise rakibine 8-5 yenildi. Yarı finalde, diğer Asya-Okyanusya takımıyla karşılaştılar ve maçı 30-27 kazandılar. Burak, rakibine bu kez 8-7 yenildi. Final mücadelesinde ise iki Avrupa takımı karşılaştı ve Burak'ın bulunduğu takım yenildi. Burak da rakibine 8-4 yenildi. Böylece sporcumuz madalya alamamış oldu.

Erkekler okçuluk müsabakalarında Yağız Yılmaz aldığı 631 puanla 11. oldu. Elemelerde İtalyan rakibiyle aynı puanı alıp, set sayılarıyla üstünlük kuran Yağız bir üst tura çıktı. Kadınlarda ise Elif Begünhan Ünsal 588 puanla 18. oldu. Eleme serisinde Elif, Singapırlu rakibini yenerek üst tura çıktı. Karışık takımlarda ise Yağız, takım arkadaşıyla birlikte yaptığı müsabakayı kazandı ve üst tura çıktı. Elif de karışık takımlarda bir üst tura çıkmayı başardı.

Kadınlar kürekte Alara Dirik, son final serisinde 4:03:03'lük derecesiyle kendi final kategorisinde beşinci, toplamda da 11. sırada yarışları bitirdi. Erkekler kürek ikitekte finale kalan Ögeday Girişken ve Onat Kazaklı müsabakayı 3:!6:64 ile sonuncu bitirdiler ve turnuvada altıncı oldular.

Kadınlar tekli yelkende Pınar Kaynar üçüncü yarışı 14., dördüncü yarışı ise beşinci bitirdi. Erkeklerde Alp Rodopman ise önceki güne nazaran daha iyiydi ve dokuzuncu oldu.

Futbolda ise kadınlar, Papua Yeni Gine'yi 4-0'la geçtiler ve yarı finale kaldılar.

Beşinci Gün
Erkekler sırıkla yüksek atlama seçmelerinde Ümit Sungur 4.60 metrelik atlayışı ile 11. oldu.

Erkekler 100 metre serbest yüzme seçmelerinde Bertuğ Coşkun serisinde lider oldu ancak süre olarak geride kaldığı için yarı finale yükselemedi.

Erkekler 3'e 3 tek pota mücadelesinde, İsrail'e 32-19 yenilen Milliler şampiyonadan elendiler.

Kadınlar 1000 metre koşu yarışmasında Esin Bahar Dölek 2:59:03 koşarak serisinde yedinci oldu ve finale kaldı.

Erkekler üç adım atlama elemelerinde yarışan Musa Tüzen, 14.42 metre atlayarak 13 sporcu arasından 12. oldu.

Erkekler 85 kg halterde yarışan Melih Akın koparmada 132 kg, silkmede 177 kg ve toplamda 309 kg kaldırarak dördüncü oldu.

Okçulukta, karışık takımlarda bir üst tura çıkan Yağız Yılmaz, buradaki maçını kaybetti ve elendi. Aynı kategoride yarışan Elif Begünhan Ünsal ise müsabakayı kazandı ve çeyrek finale yükseldi. Çeyrek finalde de başarılı olan Elif ve takım arkadaşı Jaffar Mohamed, yarı finalde rakiplerine yenildiler. Üçüncülük maçında ise daha iyi bir performans gösterdiler ve set üstünlüğü ile bronz madalyanın sahibi oldular.

Altıncı Gün

Altıncı gün daha çok yelkenle geçti. Kadınlar teklerde Pınar Kayar beşinci yarışında 12., altıncı yarışında ise 13. oldu. Erkeklerde yarışan Alp Rodopman ise beşinci yarışta 22 sporcu arasından 22., altıncı yarışta ise 15. oldu.

Kadınlar okçulukta eleme serisinde Begümhan Ünsal, Tayvanlı rakibine yenilerek elendi.

Efe Yılmaz l 2 Yorum


Bu konuyla ilgili 2 cilt kitap yazılabilir aslında ama ben son bombayı vermek istiyorum. Ali Ece Abi az önce bombayı patlatınca Lig Radyo'da kalbim sıkıştı. Olayı kısaca özetlemek gerekirse, Manchester City'den ayrılma kararı veren Stephen Ireland, Neill ve Kewell'ın kendisine Türkiye'yi övmesi sonuçu buraya gelmeye karar verir. Menajerlik şirketi, Adnan Sezgin'i arar ve oyuncumuzun niyeti Galatasaray'a gelmektir. İsterseniz bu konuyu bir görüşelim der. Adnan Sezgin ise "Ben öyle bir oyuncu tanımıyorum ve bu yüzden ilgilenmiyorum" der.

Şimdi büyük ihtimal habere yalanlama gelir ama bu yalanlamanın benim gözümde değeri yok,Ali Ece Abi'nin sözü benim için, ciğeri beş para etmez bazı adamlara göre daha önemli. Türkiye'nin batıya açılan yüzünün düştüğü bu durumu görmek içimi acıtıyor.

Serhat Gürcan Gündüz l 1 Yorum



Herhalde Fenerbahçe taraftarını bu maçtan önce en çok üzen gelişme Emre'nin sakatlığı olmuştur. Çünkü Emre olmadığında Fenerbahçe orta sahada çok yavan kalıyor. Çok çalışan ama bal yapamayan arılar gibiler. Emre'nin oyunu kanatlara açması Fenerbahçe'yi çok rahatlatıyordu. Selçuk ve Christian ise garantici oyuncular olduğundan risk almayıp (ki aldıklarında topu hep kaybettiler), savunmayı ve ileri hücum hattını rahatlatamadılar. Gerçi Emre olmasa da Stoch bu işi yapabilirdi, ama ne yazık ki Stoch'ta olmayınca Selçuk-Christian ikilisi ceza sahasından 40 metre geriye gelen Alex'e vermek zorunda kaldılar her topu. Kaleden bu kadar uzakta kalan Alex ise etkili olamadı tabi ki. Sadece Mehmet Topuz ve Gökhan Gönül işbirliği ile başlayan ataklar tehlikeli oldu ilk yarıda. Fenerbahçe'nin orta sahasının bu kadar düşeceğini tahmin ediyordum fakat Caner'i ilk 11 de görmeyi hiç beklemiyordum şahsen. Özer Hurmacı yedek soyunurken, Aykut Kocaman Caner ile başladı maça. Bütün maç boyunca yaptığı tek hata buydu Aykut'un. Bilica'nın yerine oynayan İlhan ise açıkça söylemek gerekirse bana Bilica'yı hiç aratmadı. Aynı basit hataları yaptı fakat çokta kritik bir kaç top kesti.

İkinci yarı başladığında Fenerbahçe Niang ile sahadaydı. Senegal'li oyuncu Fenerbahçe adına inanılmaz bir hareket getirdi maça. İlk yarı eksik olan kanatlara topun dağılımını ileride topu alarak kendisi yaptı. O girene kadar yatan Fenerbahçe onun enerjisi sayesinde tekrar hayata döndü. Tek eksik goldü. Buna rağmen yine sakat ve cezalı oyuncuların fazlalığı sebebiyle Selanik'ten boynu bükük döndü Fenerbahçe. Aykut Kocaman maç sonu; "tura yakın taraf biziz" diyordu. Aynı tarz bir konuşmayı Young Boys maçı sonrası da yapmış, fakat Fenerbahçe elenmişti. Bu seferde Fenerbahçe elenirse, camiadan gelecek tepkileri Aziz Yıldırım ne kadar göğüsleyebilir o da ayrı bir yazı konusu.

Rövanş mücadelesinde Fenerbahçe daha şanslı gözüküyor. Fakat şöyle bir tehlike var. Dün akşam izlediğimiz PAOK, Ajax karşısındaki PAOK değildi. Onlarda da bir form düşüklüğü var. Yinede Antalya maçının ilk yarısındaki oyun ve dün geceki ikinci yarı Fenerbahçe'nin doğru yolda olduğunu gösteriyor. Fenerbahçe ikinci maçta turu geçecektir.

Cengiz Bahadır Özdemir l 1 Yorum

Liverpool: 1  Trabzonspor: 0

''Bir umuttur insanı yaşatan'' lafını severim. Genelde ezik edebiyatı ile bağdaştırılır ancak buna katılmam mümkün değil. Dün akşam izlediğim maçın ilk yarısının son dakikasına kadar bu umut içimde oldu. Daha önceki yıllarda görmüşümdür; ufak bir takım çıkıp büyük takıma sürpriz yapar ve maçı kazanır. Ancak uzun zamandır bir Türk takımının bunu başardığını görmemiştim. İşte Trabzonsporlu oyuncular, dün akşam, yaklaşık 35 dakika bu takımlar gibiydiler. Çıktılar, takır takır toplarını oynadılar. Liverpool'u katı savunma yaparak değil, orta sahada pres yaparak durdurmaya çalıştılar. Kazandıkları topları da ayaklarında tuttular. Böylece maçın temposunu ayarlama imkanı buldular.

Ancak ne olduysa 35. dakikadan sonra oldu. Özellikle ileri uç elemanları oyundan düştü. Orta sahadan çıkan toplar, doğrudan rakip savunmaya geçti. Umut-Teofilo-Colman-Burak dörtlüsü top almakta zorlandılar. Aldıkları topları da saniyesinde rakibe verdiler. Böyle olunca da Liverpool baskısı daha da arttı. O ana kadar fazla ileri çıkmayan savunma da orta sahaya gelince Trabzonspor pozisyon bulmakta zorlandı ve kendi yarı alanına çekildi. Tam ilk yarı kazasız belasız atlatılıyor derken savunmanın hatası geldi. Glawocki'nin yükseldiği ve vurduğu top, Ceyhun'un sırtına çarpıp sekti ve bir anda Babel'in önünde kaldı. O ana kadar etkisiz gözüken Babel de bulduğu ilk fırsatı değerlendirdi ve duraklama dakikalarında takımını 1-0 öne geçirdi.
İngiltere deplasmanında, oynaması gerektiği gibi oynayan Trabzonspor'un, ikinci yarıda disiplinden kopmaması gerekiyordu. Ancak korkulan gerçekleşmişti. Liverpool baskıyı arttırmış ve Trabzonspor'u sahaya hapsetmişti Ard arda gelen atakları savuşturmakta zorlanıyorlardı. Egemen'in ceza sahası içinde yaptığı net faulü görmeyen hakem, bir dakika sonra Serkan Balcı'nın benzer hareketini görüp penaltıyı çalıyordu. O ana kadar iki kritik kurtarış yapan Onur, bir kez daha kalede devleşti ve Joe Cole'ün penaltısını kurtardı. Bu noktada Cole'e de değinmek gerek. İlk resmi maçında kırmızı kart görüp, ikinci resmi maçında penaltı kaçırmak kolay olmasa gerek.

Penaltıdan sonra bir pozisyon daha veren (Jovanovic'in karşı karşıya kaldığı pozisyon) Trabzonspor ilerleyen dakikalarda dengeyi tutturdu. Ancak bunun için 25-30 dakika geçmesi gerekiyordu. Bu denge sağlandığı sırada Umut'un kaçırdığı akıl almaz gol pozisyonu ise tüm Trabzonspor destekçilerini yıkıyordu. Umut'un gol kaçırmadaki üstün yeteneklerini biliyorduk. Ancak böylesi bir maçta, böylesi kritik bir pozisyonda topu kaleciye nişanlaması inanılır gibi değildi. O pozisyon dışında başka bir şey olmadı ve maç 1-0 Liverpool üstünlüğü ile sona erdi.
Peki Liverpool zorlandı mı? Kesinlikle. Hodgson, ikinci maçta Kuyt-Gerard-Torres gibi oyuncularını oynatacaktır. Çünkü hafife alınmayacak bir takım olduğunu gösterdi Trabzonspor. Şenol Güneş ise Colman'ın bu kadar kötü oynayacağını tahmin etmiyordu herhalde. Arjantinli oyuncu iki pası bir arada yapamadı. Burak'ın zaten ne oynadığı belli değil. Umut ise bu takımda yedek olarak oturmaya devam etmeli. Hocanın çift forvetli, korkusuz sistemi güzeldi. Ancak ikinci maç daha farklı bir kadro gerekecek. Alanzinho-Yattara ikilisinin olduğu ve Colman-Selçuk-Ceyhun ile desteklenecek bir takıma ihtiyaç var. Ayrıca Gabric konusu açıklığa kavuşmalı. Adam sakat değilse neden kafilede yer almaz? Sakatsa, nasıl bir sakatlığı var ki haftalardır ortalarda görünmüyor? Neticede ikinci maçta ''Umut'' yoksa gruplara kalma umudu vardır.
Not: Trabzonspor taraftarı için ayrı bir yazı yazmak gerekir. Anfiel Road'u, Avni Aker'e çevirdiler. Tebrikler.

Anıl Can Yıldırım l 19 Ağustos 2010 0 Yorum


"Galatasaray'ın adının olduğu her yerde umut vardır" diye buyurmuştu büyüklerden Derwall. Evet, bu söz geçmişte de geçerliydi şu anda da gelecekte de... Problem umudun olmaması değil, Galatasaray'ın adının olmaması.

Bir düşünün, Türk takımlarında başarısızlıkta fatura kendimizi bildik bileli ilk kime kesilir. Aynı isim geldi değil mi aklınıza. Peki bir daha düşünün, bunca hayal kırıklığına, başarısızlığa rağmen Galatasaray'da çıt çıkarılmayan tek kişi kim? Deminki sorunun cevabı, bu soruda da çıkar karşımıza. Bugün takım dağılmış, kendi evinde 2-0 mağlup durumdayken oyuna Barış Özbek'i ve Serkan Kurtuluş'u aldığı için tribünde ve ekran başında kafayı duvarlara sürten yığınla taraftar Rijkaard'a mı kızıyor, tabii ki hayır. Uzun süredir ilk defa bir teknik adam arkasında tribün baskısı olmadan çalışıyor Türkiye'de. Ama ne fayda, takım zor durumdayken ümitsiz bir şekilde sahanın içinden hocasına bakan oyuncu, hocasının da yedek kulübesindekilere bakıp çaresizlikler içinde kıvrandığını görüyor. Bugün PAOK'a yenilen Fenerbahçe'de Semih'in yerine Niang, yanına Gökhan Ünal, arkasına da Özer Hurmacı girebiliyorken, geçen seneyi A2 takımında geçirmiş Serkan Kurtuluş ve 24 yaşına kadar 2. ligden yukarsında hiç oynamamış Mehmet Batdal'ın yerine alternatifi yok Galatasaray'ın...

İşte bu yüzdendir ki Galatasaray'ın yaptığı maçlar hakkında sistem, taktik ve diziliş olarak yazı yazmamaya, eleştiri yapmamaya devam ediyorum. Bir Galatasaray'lı olarak, Galatasaray her gol yediğinde, her puan kaybettiğinde içten içe umutlanıyorum ve kalın kafalıların idrak mekanizmasının faaliyete geçmesini umuyorum.

"Amacımız, İngilizler gibi toplu halde oynamak, bir renge ve isme sahip olmak, Türk olmayan takımları yenmek" ise, laf kalabalığından, reklamdan çok icraate ihtiyacımız olduğunun bilinmesi gereklidir. Yaldızlı, rengarenk formalarla şampiyon olunsa Palermo, büyük statlarla Avrupa Kupası kazanılsa Napoli her sene kafaya oynardı.

Ha bu resmi seçmemin nedeni mi? Özel değil, denk gelmiş...

Mustafa Akkaya l 0 Yorum


Quaresma'nın HJK maçında attığı golden sonra herkesi geçip 'kankası' malzemeci Süreyya'ya koşmasını görmüşsünüzdür. Sempatik olduğu kadar aynı zamanda bazı ayrıntıları açıklayan bir durum bence. Öncelikle çocukluğu ve erken gençliği pek de rahat değildi Q7'nin. Hatta Portekiz'de nispeten fakir ve 'halktan' bir aileden geldiğini de söyleyebiliriz. Hal böyle olunca Sporting'in A takımındaki ilk zamanlarında en çok güvendiği kişiler kulüp hizmetlileri olmuş. Sonrasında Barcelona, Inter ve Chelsea gibi kulüplerde kendini gösterememesi de aslında biraz bununla alakalı. Ülkelerinin genelde elit kesimine hitap eden bu büyük takımların büyük yıldızı olamadı o. Özü onlara uyamadı bir türlü. Bu yüzden memleketinin takımı Porto'dayken - biraz da olgunlaşmasına bağlı olarak - çok daha ön plana çıkabildi.

Bu sezon Türkiye'nin en 'candan' tribünleri ile buluştu Quaresma. Üstelik ona sonsuz bir sevgiyle bağlılar. O da onlara bu sevginin karşılığını daha ilk günden vermeye çabalıyor. Hem de mütevazi kimliğini koruyarak ve HJK'ya attığı golden sonra saha içindeki en 'halktan' adam olan malzemeci Süreyya'ya sarılarak. Beşiktaş'ta tekrar bulduğu şey belki de bu saflık. Delicesine ve naifçe sevilmek... Ve bunun önüne o sonsuz güven duygusunu katmak... Beklentilerin gayet farkındadır Quaresma, eminim. Çünkü dünya devlerinde bulamadığı tüm bileşenleri İnönü'de bulup mükemmel bir alaşıma dönüştürme fırsatı olduğunun farkında. Oralarda yüzü gülmeyen adamın İnönü tribünleri karşısında çocuklar gibi şen olması da bu yüzden.

Hagi'yi hatırlayalım. O da Barcelona ve R. Madrid gibi kulüplerde top koşturmasına rağmen bir türlü basamak atlayamamıştı. 'Büyük kulübün büyük topçusu' olamamıştı çünkü o da Quaresma gibi arafta kalanlardandı. Ancak Galatasaray'a geldiği andan itibaren camiaya sürekli artı değer kattı. Kulübünü yükseltirken kendi de yüceldi. Aynı şekilde van Hoojdonk da Evliya Çelebi misali birçok Avrupa takımını dolaşmış, Fenerbahçe'ye gelip kulübün kabuk değiştirmesine öncülük etmişti. Üçüncü örnek olarak Quaresma'yı görüp göremeyeceğimizi de İnönü'nün büyülü havasına bırakalım...

Kadir Ar l 0 Yorum

Kolay değil 19'u Premier Lig olmak üzere 21 sezon boyunca ard arda gol atmak. Ondan başka da bunu başarabilen birisi yok. 37 yaşında, kulüpler düzeyinde tüm başarıları kazanmış bir futbolcu olmasına rağmen hala her antrenmandan sonra frikik çalışacak kadar profesyonel. Bu kadar senelik United kariyerinde bir kere bile kırmızı kart görmeyecek kadar da adam. United'daki son golünden ilk golüne fotoğraflarından bazıları aşağıda. Bizde gol atan genç oyuncunun önüne toplarla gol yazıp fotoğrafı çekilir. Onlar United kariyerindeki ilk golünü attığı kramponunu kafasının üstüne koyup poz verdirmişler. Alttan ikinci formaya ise hiçbir şey demiyorum. Ayrıca United forması demek Sharp demekti bir zamanlar...




                                


Fotoğrafların tamamına bakmak isteyenler buraya buyursun...

alican demir l 1 Yorum


Adnan Polat'ın bir spor kulübü başkanı olarak, sportif manada başarısız olduğunu düşünüyor olmama rağmen "kulübü batırıyor bu adam, istifa etsin artık yeter çektiğimiz" tarzı bir söyleme sahip değilim bu konuda. Ünlü "Riva Arazisi" nin günlük kazançlar için satılmaması, stat projesinin biraz sancılı da olsa hayata geçirilmesi ve her şeyden önemlisi Futbol A.Ş ile Sportif A.Ş'nin birleştirilmesi konusunda önemli adımlar atılması... Bunlar göz ardı edilmemesi gereken meseleler; ama bu gelişmeler yeterli etkiyi yaratmıyor taraftarın gözünde. Bunu söylerken "taraftar sadece skora endeksli destekliyor takımını, diğer işlerden anlamıyor." demiyorum kesinlikle. Sadece bu konular (tabiri caizse diyeceğim, ama pek de caiz değil ama neyse) kaşarlanmış konular oldu artık. 20 yaşında bir adamım, stat projesi benden eski mesela. Riva'yı satmamak yıllardır "ama bak satmıyoruz, istesek var ya ohhooo bir sürü transfer yapardık, ama kulüp de batardı bu sırada" gibi bir koz olarak kullanılıyor. Futbol A.Ş ve Sportif A.Ş'nin ayrı ayrı varlıkları kulübü her sene daha da zarara sokuyor ve birleştirilmesi lazım. Zaten o dönem bu konularla ilgilenen Refik Arkan bile benim de bulunduğum bir seminerde "o zaman öyle gerekiyordu yahu, hem aslında o kadar da kötü bir şey değil, çok iyi çocuk aslında" dan iyi bir açıklama bulamamıştı, neden böyle bir sistem uygulandı dendiğinde. Bu konular senelerdir konuşuluyor ve artık sürekli konuşulmaktan cümleler anlamını yitirmeye başladı. Anlam yittiği için yönetimin aslında zaruret olan bu projeleri hayata geçirmesi gereken ilgiyi, değeri ve takdiri görmüyor.

Gelelim giriş cümlemdeki rağmenden önceki kısma. Adnan Polat'ın sportif anlamda başarısız olduğunu söyleyebilmek için spordan anlamaya gerek olmadığını biliyorum. Beni bu yazıyı yazmaya iten şey ise Adnan Polat'ın dün GS TV'ye yaptığı açıklamalar. Şöyle diyor sayın başkan: "Önümüzdeki Eylül ayından itibaren Galatasaray çok ciddi araştırma ekibi için çalışmalarını yapıyor. Biz bu iş için 15 kişilik bir ekip oluşturuyoruz. Kuzey Amerika, Güney Amerika, Afrika, Avrupa ve Türkiye'de ciddi araştırmalar yapacaklar. Çünkü bu kadar, yüksek rakamlarla, transferlerle Galatasaray Kulübü'nün arzu edilen bütçe ve nakit akışını sağlamak çok da kolay olmuyor. Muhakkak ki biz yıldız transfer etmek yerine, yıldızları bulup çıkarmayı politika edinmeliyiz. O yönde gidiyoruz." Rocket Science değil ki bu Sayın Adnan Polat. Bunu anlayabilmek için gerçekten bu kadar süre mi geçmesi gerekiyordu. Bu ciddi bir plansızlıktır ve Türkiye'nin en büyük kulüplerinden birinin transferi bu kadar plansız yönetmesi fiyaskodur. (Diğerleri de aynı gerçi) Hiç isim isim girip basitleştirmek istemiyorum konuyu, çünkü o zaman konunun ne kadar büyük olduğu gözden kaçacak yine "cana-elano-........- " bir adam daha lazım ya işte gibi bir yere gelecek konu. Ama olay o değil. O boşluk yeri doldurmak değil. Tamam Rosicky veya Ledesma gelse koşa koşa forma almaya giderdim ama yönetimin plansız hareket ettiği gerçeği değişmezdi. Adnan Polat eğer 40 yıllık scout sistemini Galatasaray'a şimdi kuruyorsa, burada bir amatörlük var demektir.

Sadece merakımdan, "Peter Kenyon gibi bir adam yönetse futbolu ne olur?" merakımdan oyumu Adnan Öztürk'e vermiştim geçen seçimlerde. Doğru mu? Değil aslında. Yazının bütününden kesinlikle propaganda yapmaya çalışmadığımı anlamışsınızdır diye bu kadar açık bir şekilde yazabiliyorum bunu. O zaman şöyle bir soruyla bitireyim yazımı (sözde soru değil gerçekten merak ediyorum neler düşünüldüğünü): "Sizce Türkiye'de herhangi bir kulübün futbol şubesini Peter Kenyon (veya başka bir profesyonel ekip) yönetse neler -farklı- olurdu? 

Kadir Ar l 18 Ağustos 2010 0 Yorum


"Manchester City'le anlaştık ve 1 haftadır da Craig'le konuşuyoruz. Ama evine dönmek isteyen birisi için yapabileceğimiz fazla birşey yok."  Peter Lawwell - Celtic'in CEO'su

"Craig için bir görüşmemiz oldu ancak o Galler'e, ailesinin yanına dönmek istiyor. Cardiff onun doğduğu şehir, bu yüzden de masadaki diğer teklifler onun için bir anlam ifade etmiyor." Tony Pulis - Stoke City Antrenörü

"Bellamy için teklif yaptık ama bize satmayacaklarını söylediler. Rakip olduğumuz için bizden korkuyorlar." Harry Redknapp - Tottenham Antrenörü

"Henüz bize 175000 pound borçlarını ödemediler ve şimdi de Bellamy'i transfer edecekler. Üzgünüm ama biz de parayı almak için gerekli yasal işlemleri başlatacağız." John Boyle - Motherwell Başkanı


Bir Bellamy hikayesidir gidiyor birkaç gündür Ada basınında. Her yerden ard arda açıklamalar yapılıyor. Adama git dediler, o da doğduğu şehrin takımı Cardiff'e gitmek istedi ve gitti. Premier Lig'de herkes tarafından isteniyorken verdi bu kararı. Peki kariyeri boyunca ismi hep sorunlarla anılmış bir adam, 31 yaşında ve kapı önüne koyulmuşken nasıl oluyor da birçok kulübü peşinden koşturuyor? 

Manevi babası Mark Hughes kovulduğunda Bellamy ayrılmayı kafasına koymuştu. O dönemki iyi form durumu, Robinho'nun yeni ayrılmış olması gibi etmenler sayesinde sezon sonunu gördü City'de. Ama uslu da durmadı. Mancini'nin yaptırdığı idmanlara itiraz etti, Hughes'u gönderen yönetime hafiften dokundurmalar yaptı. Sonuç olarak da lig bitimiyle beraber takımla bağları koparıldı... 

Coventry ligden düşünce, ayrılmak isteyip Newcastle'ın yolunu tuttu. Bobby Robson'lı Newcastle'ın Premier Lig'de ilk 4'e oynadığı ve ŞL'de 2. tur, Uefa'da yarı final gördüğü dönemde takımın en önemli oyuncularından birisiydi. İlk sezonunda 14 gol atarak, Steven Gerrard'ın önünde yılın genç oyuncusu seçildi. Ama ŞL 2. tur gruplarının ilk maçında Materazzi'ye attığı tekme(haklıdır kesin ama) sonucunda 3 maç ceza alması ve belki de Newcastle'ın çeyrek finaline engel olması hatırda kalan ilk vukuatlarından birisiydi. 2 sezon sonra yardımcı antrenör John Carver'a sandalyeyle daldı. Robson'ın kovulmasıyla göreve gelen Souness'la sağ kanatta oynamama kavgasına girişince Celtic'in yolunu tuttu. Yarım sezon gittiği Celtic'de 9 gol attı. Sonra Galler milli takımından hocası Hughes'la buluştu ve Blackburn'de geçirdiği tek sezonda 17 gol attı. ŞL potasının 4 puan gerisinde 6. bitirilen sezonla beraber Bellamy de 8 milyon pound karşılığı Merseyside semalarına uçtu. Herkesin onu psikopat futbolcu olarak tanımasına yol açan olayı da burada yaşadı. ŞL 2. turu öncesi Riise'yi golf sopasıyla dövdü, sonra da çıkıp Camp Nou'da 1 gol 1 asistle Liverpool'a maçı kazandırdı. Ve attığı golden sonra da o meşhur gol sevincini gerçekleştirdi.



Her ne kadar Bellamy böyle bir olay yaşanmadı dese de sene sonunda West Ham'dan gelen 7,5 milyon poundluk teklif anında kabul edildi ve Bellamy'nin 1,5 yıl sürecek Londra macerası başladı. Kabus gibi geçen ilk sezon sakatlanınca sadece 9 maçta forma giyebildi. İkinci sezona fırtına gibi girdi ve devre arasında transferi için Tottenham ve Manchester City birbirine girdi. Hem daha çok parası olan hem de manevi baba Mark Hughes'a sahip olan City, Zola'nın direncini kırarak 14 milyon pounda transfer etti onu. Hughes'la yeniden buluşunca, onun kovuluşuna kadar, bir yıl boyunca takımının en iyi oyuncularından birisiydi. Tevez, Adebayor, Santa Cruz, Robinho gibi hücum oyuncularının arasında ilk 11'e adı yazılan hep Bellamy oldu. Tüm bunlara rağmen, Manchester derbisinde 96. dakikada yedikleri golden sonra, bir United taraftarını yumruklamasıyla akıllara kazındı. Hughes'un gidişiyle o da yeni macerasına açılmak için fırsat kollamaya başladı.



Kariyeri boyunca takım arkadaşı, rakip, antrenör, hakem demeden kafasına bozan herkese giderini yaptı, sayısız kırmızı kart gördü. Kendisine mutlu hissettiren her antrenörü de mutlu etmeyi bildi. Onun için ödenen toplam bonservis 47 milyon pound. Şimdi Cardiff'e imzayı attı. Belki de İngiltere'nin her tarafını dolaştıktan sonra, kafasının daha rahat olacağı kendi evinde, geçen yıl play-off finalinde Blackpool'a kaybeden şehrini Premier Lig'e çıkartmak istiyor. Newcastle'da kısa bir süre de olsa beraber oynadığı Chopra yeni partneri olacak. City yönetimi de kontratının büyük kısmını ödemeyi kabul etti. Stoke, Celtic, Tottenham onu isteyen diğer kulüplerdi. Bir de Fulham. Düştüğü her zor durumda onu yeniden parlatan Mark Hughes'un yeni takımı. Küçük bir ihtimal de olsa umarım oraya gider ve onu birkaç sene daha Premier Lig'de izleyebiliriz diyordum. Ama o City başkanı al-Mubaraak'e Cardiff'e transferinde gösterdiği kolaylık için minnettarlığını sunarak imzasını attı. Ailesinin yanında, doğduğu şehirde mutlu bir şekilde futbola veda da edebilir, seneye yeni bir sıçramayla büyük bir transfer daha da yapabilir. Ama kesin olan birşey varsa o da, nereye giderse gitsin, onun yine rahat durmayacak olmasıdır.

Yazarın Dileği: Beşiktaş saçma sapan Robinho, Adebayor transferleri peşinde koşturacağına şu adamı kiralasaydı City'den. Pascal Nouma'yı bağrına basan Çarşı, Bellamy'le kendinden geçerdi. Schuster'in istediği hızlı forvet tipine de uygundu. Galatasaraylıyım ama ligimizin kalitesi ve tribünlerle arasında oluşacak güzel hikayeler için Bellamy'nin bu topraklara gelmesini isterdim. Ama keşke bile diyemeyecek kadar gerçekleşmesi zor bir hayal olarak içimde kaldı...          

Atilla Nesipoğlu l 0 Yorum

Her haftasonu karşısından saatlerimizi geçirdiğimiz ama bir türlü beğenmediğimiz "annemizin ligi" sonunda başladı. Yeni de bir ismi var artık: Spor Toto Süper Lig. İlk haftanın ardından bütün karşılaşmaların canlı yayınlanması şerefine maçlardan aklımda kalanları özet geçmek istedim.

Sivasspor 2 : 1     Galatasaray  
Goller: Dk. 7 Mustafa Sarp (Galatasaray), Dk. 43 Bruno Zita, Dk. 60 Cihan Yılmaz (Sivasspor)


Üzerine çok yazı okuduğunuz için maçla alakalı fazla söze gerek yok. Sadece Ceyhun beni çok etkiledi ondan bahsetmek istiyorum. Yeni transfer olduğu takımlarda hep benzer performanslarla başlıyor. Daha dün gibi, yurt dışına gitiğinde attığı gol ve takımı haber oluyordu. Ama ya sonrası... Bence psikolojik destek almalı. Sıkılıyor mu, bunalıyor mu, doyuyor mu? Birileri çözebilse şu sorunu da kariyerinin sonunda biraz daha keyifle izlesek Ceyhun'u. (Çok mu geç kaldım yoksa.)

Gaziantepspor  0 : 0   Kasımpaşa

Haftanın sıcaktan en çok etkilenen maçını oynadı bu iki ekip. Ligi 5-10 arasında tamamlamak olan hedefleri onları başka bir rekabete de sokmuş gibiydi. Kaybetmek istemediklerini gösterdi iki antrenör de. Tolunay Kafkas kendi sahasında bile beraberlik üzerine takım kurmuş gibiydi. Şimdi İsmael Sosa, Julio Cesar var elinde ikisini bir arada sahaya sürmüyorsun. Orta sahada Xavi-İnista var da mı tek forvet oynuyor G.Antepspor bilemedim. Kasımpaşa ise klasik Yılmaz Vural sistemi ile devam ediyor. Orta sahalarına biraz daha yetenek eklemişler ama hücumda hala bitiremiyorlar. Özellikle ilk yarı öne geçmeleri gerekiyordu. 86. dakikada Sosa golü yapsa Yılmaz Vural ve Kasımpaşa bildiğimiz gibi tadında yazıları görürdük. İlk haftadan bu sıcak altında daha fazla gaddar olmayalım, bekleyelim.



Bucaspor 0 : 1 Beşiktaş
Gol: Dk. 46 Bobo (Beşiktaş)

Futbol oynamanın çok zor olduğu bir zeminde sakatlık vermeden kapatılması müsabakanın büyük bir şanstı. Futbol sert bir oyun evet ama çim de oynanması gerekli. Devamlı kayan, sahanın dibine batan kramponlar. Bu şartlarda futbolu yorumlamak bile gereksiz. Adına "süper" ekleyince sorunlar çözülmüyor. İlla dünya çapında bir organizasyon mu lazım bize dertlerimizi çözmek için. Sivil anayasa için AB üyeliği, güzel statlar için Avrupa Şampiyonası mı gerekli illâ!





Eskişehirspor 0 : 0 Gençlerbirliği


Haftanın golsüz geçen bir diğer maçı. Öncelikli neden yine sıcak, sonrasında iki takımında organizasyon eksikliği. Maça orta sahada başladılar hakemin düdüğü ile orada da bitirdiler. Ara sıra ceza sahasına girdiler yalan yok. 90. dakikada Zec müsait pozisyonda golü yapsa havadan bir 3 puan alabilirdi Gençlerbirliği. Futbolun dışında stad ışıklarının gitmesi ve Batuhan'ın mahalle maçındaymış gibi takım arkadaşını hocasına "pas vermiyor" diye şikayeti dışında aklımda yer kaplamayacak bir maç oldu açıkcası. Birde Tello'yu E.Şehir forması ile görmeyi garipsedim.

MKE Ankaragücü 0 : 2 Trabzonspor 
Goller: Dk. 70 ve 82 Teofilo (Trabzonspor)
Maçı izlemeyenler çok şey kaçırdılar. İlk 15 dakikadan sonra bir başladı Trabzonspor pir başladı. Maç sonuna kadar forse etti oyunu. Karşılaşmanın detaylı yazısını Efe yazdığı için sadece ne maç oldu ve acaba bu Trabzonspor, Liverpool'u eler mi sorularını soruyorum kendime ve sizlere. Bunlara ek olarak Teofilo gitmek istiyordu son bıraktığımda. Ne fısıldadı Şenol Güneş kulağına da böyle bir evrim geçirdi adam. Trabzon'a gidip nasıl gerçekleştirdin bu değişimi Şenol Hocam demek isterdim. Şu an için imkansız gibi ama belki bir gün öğrenir ve burada sizlere de anlatırım.
     
Kardemir Karabükspor 2 : 1 Manisaspor
Goller: Dk. 46 Emenike, Dk. 82 Angelov (K.Karabükspor), Dk. 90 Kahe (Manisaspor)

Fatih Ceylan, Cernat, Emenike ile üst üste pozisyonlar bularak başladıkları maçta devreyi gol atamadan kapattıklarında ne olacak şimdi dedim. Acemi takım gelir gelir kaçırır, bizim kaşarlanmış bir kere gider golü atar eve döner. Tekrarlanmadı bu klişe senaryom. Emenike'nin harika golü ile başladılar ikinci yarıya sonra "Bulgar Tarkan'ı" Angelov ile devam ettiler. Manisaspor 90. dakikada attığı şans golünün tek güzelliği ise özlediğimiz takım halinde topu alıp santraya koşma tribiydi. İlk haftadan küme düşme adayım ise Manisaspor, belirtmeden geçmeyeyim.

       
Fenerbahçe 4 : 0 Medical Park Antalyaspor 
Goller: Dk. 8 ve 13 Semih, Dk. 24 Alex, Dk. 28 Gökhan Gönül (Fenerbahçe)

Ligde farklı kazanılan maçlar nedense ölçü olmuyor ilerleyen haftalar için. Hem okuyup hem de izliyorsunuzdur bolca bu geyikleri. Asıl sınavı F.Bahçe PAOK ve Trabzonspor deplasmanlarında verecekmiş. Neydi şimdi hafrasonu oynanan maç sözlü mü quiz mi. Allah aşkına formunun zirvesinde olsa F.Bahçe yine de kaybedemez mi bu iki deplasmanı? Neyse geçelim...

Bursaspor 1 : 0 Konyaspor
Gol: Dk.41 Sercan (Bursaspor)

Bu ülkenin en beğenilen teknik direktörü kuşkusuz Ertuğrul Sağlam. Buna karşın benim en çok eleştirdiğim de. İçinde bulunduğu şartlarda gerçekten iyi iş çıkartıyor, kâbul. Fakat daha fazlasını verebilir Türk futboluna. Sinirleniyorum sadece. Kenardan devamlı bağırıp, el kol hareketleri ile hakeme yükleniyor, sonrasında benzerini yapan Volkan Şen'i kolundan tutup silkeliyor. Ufaktan tarafımı belli ettiğim Ertuğrul Sağlam konusunda Insua takıma girince kimi yanına çekeceğini görüp, uzun bir yazı yazmak için beklemeye geçiyorum. Konyaspor mu? Ziya Doğan'ın takımı göbekten ayağa paslarla arada sırada iyi çıkışlar yaptı. Yeterli olmadı ama ışık verdiler ligde kalma adına bana.



İstanbul BŞB   0 : 2 Kayserispor 
Goller: Dk. 66 Cangele, Dk. 82 Santana (Kayserispor)

Ligin açılışını beş büyük takımdan biri ile yapamadığına üzülen tek antrenör Abdullah Avcı olabilir. Eğer rakip şampiyonluk peşindekilerden biri olsa maçın başında İbrahim Akın yakaladığı pozisyondan gol çıkartırdı büyük olasılıkla. Tolunay Kafkas ile savunma yapmayı iyice öğrenen(!) Kayserispor Şota ile hücumunu da geliştirmiş gibi. Moritz, Cangele, Troisi, Santana ile korku salan bir takım olmuşlar. Bir önemli değişim de kulübede yüzü gülen biri var artık. Santana'nın ikinci gölü sonrası Şota'yı izleyen herkes Süleyman Hurma'ya rağmen sevecektir Kayserispor'u, bundan eminim.

alican demir l 1 Yorum


Türk asıllı Alman Mesut Özil alman basınına göre 20 milyon euro, İngiliz ve Fransız basınına göre 15 milyon euro'ya Real Madrid'e transfer oldu. 21 yaşında, dünya kupası'nda rüşdünü ispatlamış, modern futbolun en önemli mevkisinde oynayan bir futbolcuyu 15-20 milyon euro gibi bir parayla kadroya katmak Real Madrid'den beklenmeyecek bir başarı aslında; ama Mourinho'nun gelişiyle birlikte (veya para suyunu çekti) daha akıllı transferler yapan R.Madrid zaten Khedira hamlesiyle değişen transfer politikasının sinyallerini vermişti. 

Şimdi mesele şu: "Mourinho Khedira'dan Cambiasso, Mesut'tan Sneijder yaratabilir mi?" Her iki oyuncu da bu kapasiteye sahip gözüküyor. Mesut, İspanya'dan daha sert geçen bir ligde 16 asist yapmayı başarabilmiş, fiziki açıdan da kuvvetli biri. Sneijder'in Inter'de kendisini bulmasının sebebi bence Mourinho idi. Aynı Mourinho Mesut'un sınıf atlaması için en uygun teknik direktör. Mesut zaten kötü olmayan defansif özelliklerini ve çift yönlülüğünü Mourinho ile birkaç adım ileri taşıyacaktır. Gerçi göz ardı edilmemesi gereken bir Kaka gerçeği var, duygusallığımdan mıdır nedir bilmem ama ben Mourinho'nun Mesut'a ilk 11'de yer vereceğini düşünüyorum. Dünya Kupası'ndaki Mesut-Müller uyumunu Mesut-Kaka'da tüm yıl boyunca izleyebiliriz. Mesela ileri altılı Khedira(Lass)-Xabi Alonso-Mesut-Kaka-Ronaldo-Higuain olabilir. Bu yüzden Real Madrid; Milan (Milan'da oynar da R.Madrid'de oynamak varken niye bu Milan'da oynasın) ve Barcelona'ya göre (Xavi-Iniesta ikilisinin bozulma ihtimali olmaması) daha doğru bir tercihti Mesut için.

Konu Mesut olunca, Türk halkında ortaya çıkan hassasiyet konusunda da birkaç şey söylemek istiyorum. Ben bir Türk olarak, Mesut'un R.Madrid'e transfer olmasından gurur duyuyorum. Evet her seferinde içim cız ediyor "ah Mesut bizim milli takımda oynasaydı, hele Hiddink'in elinde neler yapardı acaba?" diye ama artık yapacak bir şey olmadığından bize düşen onunla gurur duymak. Bağış Erten'in bu konuda söyledikleriyle yazımı bitireyim. Mesut'la gurur duymaya en çok hakkı olan Almanya'daki Türkler, daha sonra Almanlar, daha sonra biziz.

Serhat Gürcan Gündüz l 20 Yorum




Robinho ve Adebayor için Beşiktaş'ın görüşmeler yaptığı son günlerin en büyük bombası. İki oyuncu içinde "transfer pazarlıkları sürüyor" diye yazılıyor gazetelerde. Bir kesim Adebayor diyor, diğer kesim Robinho diyor. Bir diğer kesim ise (ne kadar imkansız gözükse de) hem Adebayor, hemde Robinho aynı anda gelecek diyor. Kim istemez ki gelmelerini? Yabancı kalitesi olarak lig tarihinin en iyi sezonu yaşanırken, Adebayor yada Robinho'nun hatta ikisininde geldiğini düşünün... Hemde Guti ve Quaresma'nın yanına. Bundan büyük bir zevk olamaz sanırım futbol severler için. Fakat birde madalyonun öbür yüzü var.

Uefa yeni bir uygulama başlattı. 3 yıl boyunca zarar eden kulüpler Avrupa Kupalarına katılamayacak bundan böyle. İlk kurban İspanya La Liga ekiplerinden Mallorca oldu. Bizim kulüplerimizi de aynı tehlike bekliyor. En az borcu olan Fenerbahçe için henüz büyük bir tehlike yok. Galatasaray başkanı Adnan Polat "borç yüzünden yıldız transferi yapamayacağız, satılan oyuncular ile borçlarımızı kapatacağız" demişti. Peki ya Beşiktaş? Beşiktaş'ta durumlar biraz farklı. Son mali kurulda açıklanan rakam 285 milyon 233 bin Türk Lirası. Alacaklar düşüldüğünde 222 milyon 869 bin Türk Lirası (Beşiktaş A.Ş'nin borçları eklendiğinde 350 milyon Türk Lirası gibi bir rakama yaklaşıyor). Bunun 70 milyon TL'si başkan Yıldırım Demirören'e olan borç. Yönetim Kurulu üyesi Serdar Adalı'ya olan borç ise 10 milyon TL'ye yakın.

Geçen sezon ödenen yüksek bonservis harcamalarının borcun bu kadar büyümesinde önemli bir etkisi var tabi ki. Bu sezon bonservise geçen sezon ki kadar para vermeseler de Beşiktaş'ın harcamaları çok fazla. Üç büyükler arasında en fazla borcu olan 2. kulüp Beşiktaş. Gelir olarak da 3. sırada. Yani Beşiktaş'ın gelirleri, borçlarını kapatmıyor. Geçtiğimiz sezon Tabata ve İsmail'e toplamda 16 milyon bonservis ücreti ödenmesinin sebebi de buydu. "Ne alaka?" derseniz cevabı bu; "özkaynak değerlerini yükselterek iflastan kurtuldu Beşiktaş". Bunun içinde başkan Yıldırım Demirören'in iş ortağı İbrahim Kızıl kullanıldı. Kulüp değeri yükselince de Beşiktaş iflastan kurtuldu. Aynı yöntemin Delgado, Zapo ve Sivok transferlerinde de kullanıldığı söylentiler arasında. Ayrıca bunları ben değil Hüsnü Güreli ve İbrahim Altınsay söylüyor. (30.01.2010 kongresi esnasında İbrahim Altınsay'ın konuşmalarından alınmıştır. Ayrıca Hüsnü Güreli Kadir Has Üniversitesinde ki bir konferansta anlatmıştır bunları.)

Peki giderler? Geçen sezon Şampiyonlar Ligi gelirinin büyük bir bölümünü Del Bosque'ye kaptırdı Beşiktaş. Ardından bir söylenti çıktı "Beşiktaş Fulya'dan 4 yıl boyunca gelecek parayı zaten kullandı" şeklinde (İbrahim Altınsay'ın aynı konuşmasında geçiyor bu). Bu gelirini de kullanamadı sayalım Beşiktaş'ın. Gelirinin büyük bir bölümü de 37 milyon Euro'luk bonservis ücretlerine gidiyor. Hatırladığım kadarıyla yüksek bir bonservis ücreti ile oyuncu satmadı Beşiktaş. Hatta Tello'yu bedelsiz olarak Eskişehir'e gönderdiler. Peki bu gelir gider tablosu ile nasıl bu çark dönüyor? Bakın bu sezon Beşiktaş'ın oyunculara ve Schuster'e ödeyeceği para şu şekilde;

Schuster: 2.6 milyon Euro
Guti: 2.7 milyon Euro
Quaresma: 3.750 milyon Euro
Ferrari: 2.5 milyon Euro
Nobre: 2.250 milyon Euro
Ernst: 1.8 milyon Euro
Delgado: 2.1 milyon Euro
Fink: 1.2 milyon Euro
Bobo: 1.2 milyon Euro
Holosko: 1.8 milyon Euro
Sivok: 800 bin Euro
Zapo: 750 bin Euro
Nihat: 3 milyon Euro
Rüştü: 1.5 milyon Euro
İbrahim Toraman: 3 milyon TL (30 Mart 2010 tarihli gazete haberleri)
Yusuf: 700 bin TL
İbrahim Üzülmez: 700 bin TL
İsmail: 500 bin TL
Hakan: 450 bin TL
Uğur: 400 bin TL
Cenk: 600 bin TL
Ekrem: 350 bin TL
Rıdvan: 300 bin TL
Erhan: 300 bin TL
Necip: 300 bin TL

Toplamda 28 milyon Euro'ya denk geliyor. Geçen sezon gelen para giden parayı karşıladı diyelim. Beşiktaş bu yıl Quaresma'nın bonservis ücreti de üzerine eklendiğinde minimum 35 milyon Euro harcayacak. Peki bütün bunların Adebayor ve Robinho ile ne alakası var?

Adebayor Manchester City kulübünden vergileri çıkarıldığında yıllık 6.5 milyon Euro kazanıyor. Diyelim ki Serdar Adalı, Quaresma ve Guti'de olduğu gibi 2 milyon Euro indirim kopardı Adebayor'dan. Transfer gerçekleşirse 4,5 milyon Euro civarı bir para alır Adebayor. Robinho ise vergileri çıktığında 5 milyon Euro kazanıyor. Peki burada Serdar Adalı devreye girebilir mi? İşte bu çok zor. Real Madrid'den sadece para için ayrılan Robinho'da, yıllık ücretinde indirime gitmek gerçekten zor. Uzun lafın kısası, Beşiktaş bu iki oyuncudan birini alırsa yıllık 5 milyon Euro'ya yakın bir para ödemek zorunda. Tabi birde bonservis ücretleri var. Robinho ve Adebayor'un bonservisleri ise en az 20 milyon Euro. Yıllık ücretlerine karşılık kiralandı oyuncu diyelim. Yıllık harcaması Beşiktaş'ın 40 milyon Euro'ya çıkacak. Tabi ki bu sadece Quaresma'nın bonservisi ve Adebayor veya Robinho'dan biri kiralık olarak gelirse oluşacak tablo. Diğer giderler (sağlık ekibi, ulaşım, kamp vs.) bu hesaba eklenmiş değil.

İbrahim Altınsay'ın söylediği gibi, gelecekte Beşiktaş'ın reklam ve Fulya'nın kira gelirleri kırdırılmışsa büyük bir tehlike bekliyor Beşiktaş'ı. Şampiyonlar Ligi'ne katılamayacak olan Beşiktaş, buradan gelecek parayı da kaybetti. Avrupa Ligi maçlarından en fazla yarısını kazanabilirler. Yani Beşiktaş'ın gelirleri çok az, harcadığı para çok fazla. 3 sene boyunca bu harcamalar ile giderler ise Uefa kriterlerine göre zarara uğradıkları için Avrupa Kupalarına katılamama ihtimali var Beşiktaş'ın.

İşte burada Robinho veya Adebayor'un transferi Beşiktaş için zarar oluyor. Biz futbol severler ise Adebayor, Guti, Quaresma gibi oyuncuları Beşiktaş'ta izlemek istiyorsak, Beşiktaş taraftarları "bizim Robinho'muz var!" demek istiyorsa bazı şeylere alışmak zorundayız. Ya Beşiktaş'ı Avrupa Kupalarında izlemeyeceğiz, yada Medical Park Antalyaspor gibi "Yıldırım Demirören Beşiktaş Jimnastik Kulübü" adı altında izleyeceğiz. "O nereden çıktı şimdi?" demeyin. Bu borçlanma ve zarar devam ederse, Beşiktaş Avrupa Kupalarına katılmak için Yıldırım Demirören'e borçlarını hibe etmesi karşılığında isim hakkını uzunca bir süre kiralamak zorunda kalır. Paf takımının adı da "Serdar Adalı Beşiktaş A takımı" olur, problem çözülür. Tabi birde alternatif bir yol var. Beşiktaş taraftarları lisanslı ürün haricinde hiçbir şekilde ürün almayacak. Artacak bilet fiyatlarına rağmen sonuna kadar mabetlerini dolduracak. Yeni gelen transferlerin formalarını almış olsalar bile eşine, dostuna, çocuğuna, annesine, babasına tekrar alacak. Seçim sizin...


Bu arada gelen yorumlara da cevap vermek zorunda hissettim kendimi. Fenerbahçe'nin Yıllık Olağan Mali Genel Kurul toplantısından hemen bir gün sonra (30 Mayıs 2010) Star gazetesinin ve Milliyet Gazetesinin kulüplerin borçlarına istinaden yaptığı haberlerinden alınmıştır rakamlar. Ayrıca Beşiktaş'ın Mali Kongresini tekrar okursanız rakamların gerçek olduğunu anlayacaksınız. Anlatmak istenen transfer yapılması değil zaten. Yıllık giden masraf ile gelirin birbirini tutmaması. Bu bağlamda tekrar okursanız sevinirim.


Beşiktaş'ın batmayacağını mantıklı düşünen herkes bilebilir. Sanırım kendimi net olarak anlatamamışım. Arkadaşlar, Uefa kriterlerine göre zararda olan kulüpler Avrupa Kupalarında oynayamayacak. Bu yazıda dikkat çekilmek istenen ilk unsur budur. Diğer dikkat çekmek istediğim nokta ise Beşiktaş'ın şahıslara olan borcu. Diğer ekiplerin finansal durumu inanın beni pek ilgilendirmiyor. Beşiktaş yavaş yavaş Yıldırım Demirören'in oluyor. Sorarım size bugün Robinho 20 milyon Euro'ya transfer edilse bu parayı ilk verecek isim kim? Bu kadar para da hibe edilemeyeceğine göre? Sizin kadar çok istedim Robinho'nun yada bir başka oyuncunun gelmesini. Sadece dikkat çekmek istediğim konu farklıydı. Beşiktaş'taki büyük borçlanmanın Avrupa Kupalarında oynayamamasına sebep olabilir. Sorarım size kaç büyük kulübün şahıslara bu kadar borcu var? Taraftar kimliğinizde sıyrılıp dışarıdan bakmayı başarabilirseniz, kulübün geleceğinin Yıldırım Demirören'e olan borca göre şekillenmek durumunda kalacağını göreceksiniz. Teşekkürler.

Son olarak eklemek zorundayım, kusura bakmayın. Sayın Yasin Arıcı, Fenerbahçe'nin Aziz Yıldırım'a 150 milyon Euro borçlu olduğunu yazmışsınız. Bunun kaynağını gösterip, bizi de bilgilendirirseniz bir sonraki yazımı da bunun üzerine yazarım.

Anıl Can Yıldırım l 0 Yorum


Herşey yayıncı kuruluşun, naklen yayın ihalesini 321 milyon dolar gibi uçuk bir fiyatla kazanmasıyla başladı. Yapılan bütün yatırımlar, değişimi ve yenilikleri de yanında getirir. Bugün Türkiye'deki evlerin büyük çoğunluğuda Digiturk kutusu mevcutsa, bunun nedeni geçmişte CINE5 ve Teleon'da da olduğu gibi naklen futbol ligi yayınıdır. Elindeki kozu kaptırmak istemeyen ve evlerdeki dekoder sayısının yavaş yavaş azalmasını yeni açtığı film ve dizi kanallarıyla engelleyemeyeceğini bilen Digiturk de sınırlarını zorlayıp ihaleyi kazandı. Buraya kadarki hikaye bildiğimiz yakın geçmiş. Peki nedir yukarda bahsettiğmiz yenilik ve değişim. İlk olarak bu devrim yine önce kendi evladını yedi ve Erman Toroğlu ile yollar ayrıldı. Nedeniyle ilgili yapılan spekülasyonlar ilgi alanımda değil. Maç sonrası programı ile ilgili nasıl bir gelişme olacak diye düşünürken geçen sezonu stüdyoda Sabri Sarıoğlu ile bitiren Lig Tv, bünyeme korku salmadı desem yalan olur. Yeni sezona, Şansal Büyüka ve BJK macerası öncesi yorumculuk da yapan Mustafa Denizli ile girip, klişelere devam izlenimini verse de son bombasıyla kafalarda merak uyandırmayı başardı. Bildiğimiz Markus Merk, her pazartesi, stüdyoda oturup Türkiye Ligi maçlarını yorumlayacak bundan böyle.

Markus Merk kimdir konusu da boşuna vaktinizi çalmasın, wikipedia elinizin altında. Fakat esas konu Digiturk'un bu yeniliğinin getirebilecekleri. Futbol yorumculuğunu alışılagelmiş bayağılığından kurtarabilecek bir hamle olabilir mi bu? Sonuçta Marcus Merk doğuştan Kartal, diyen de çıkar mı? Ya da arar mıyız acaba program esnasında verilen sucuklu yumurta tariflerini? Erman Toroğlu'nun jargonuyla ekrandan uzaklaştırdığı kadın ve çocukları, kulağa mütemadiyen bir küfür gibi gelen Almanca ile çekebilecekler mi ekran başına? Erman Toroğlu'na veya Ahmet Çakar'a oynattırdıkları tiyatroyu oynamasını isteyebilecekler mi Merk'ten?

Biliyorum arada saçma sorular da var, ama benim aklıma bunlar geldi ilk etapta. Zamanla cevap bulacak hepsi, iyi veya kötü. Verdiği röportaja göre sadece pozisyonları değerlendirmekle de kalmayacak ve sahada oynanan futbola da yorum getirecek Herr Merk. Peki ya o derse "Alex koşmuyor" diye, o zaman onu da bizdenleştirmeyecek miyiz? 3 kere dünyanın en iyi hakemi seçilmiş Markus Merk, Merthan Mert olmasın yakın gelecekte? NTVSpor'a bu gelişme sonucu tarafsızlığı uzun süredir tarafının aldığı skorlara göre in çık yapan Rıdvan Dilmen, frikik atmayanı adam saymayan Sergen Yalçın, ve kişisel olarak mute tuşumu aşındıran Mustafa Doğan yetecek mi? Bir bomba da onlar patlatıp Collina'yı da onlar çıkarır mı dersiniz.

Aldığı ücret olarak Erman Toroğlu'nun çok altına tatmin olduğu aşikar olan Markus Merk'in yorumlarını ve ülke futbol yorumculuğu içinde kaydedeceği, muhtemel negatif değişimi, bir ilk olduğundan dolayı şiddetle merak ediyorum. Kısa vadeli de olsa izleyiciyi 90'lardaki gibi, maç sonrası kanal değiştirmemeye sevk edebilecek bu transferin göstereceği performansı takip edelim diyorum.

Efe Yılmaz l 17 Ağustos 2010 0 Yorum


Ligimizle aynı gün başlayan Premier Lig'in ilk haftası geride kaldı. Annemizin liginin eh idare eder tadına karşılık, daha ilk hafta tadından yenmez işler oldu İngiltere'de. Sanki lige ara verilmemiş gibi takımlar ilk hafta sendromu yaşamadılar.

Perdeyi Tottenham ile Manchester City açtı. Geçen sezon Şampiyonlar Ligi bileti için kıyasıya rekabet içinde olan iki takımın maçı golsüz bitti ama oynanan oyun fazlasıyla tatmin ediciydi. Londra ekibi Premier Lig’in transfer şampiyonu City’e oldukça zor anlar yaşattı. Joe Hart özellikle ilk yarıda Tottenham ataklarına tek başına dur dedi.  Maçın iyi oynayan tarafı Londra ekibiyken, Harry Redknapp’ın 62. Dakikada yaptığı forvet değişikliği takım üzerinde ufak bir el freni etkisi yaptı. Özellik Pavlyuchenko’nun narinliğine şaşırmamak elde değil. 76’da oyuna giren ise yolu geçen sezon ligimize düşen Dos Santos’tu. Bütün kozlarını oyuna sürmesine rağmen gol gelmedi.  Mancini ise, İtalya günlerinden kalma takıntılarına kurban oldu. Maç boyu tek forvet ve beşli orta sahadan vazgeçmedi. Zaten Yaya Toure orta alanın defansif yükünü sırtlamışken, De Jong’un saha içinde boş gezinmesine gerek yoktu sanırım.

İlk golü görmek içinse Aston Villa maçını beklememiz gerekti. Dünya Kupası’ndakilere benzer bir ofsayt golü ile perdeyi Downing açtı. West Ham geçen sezondan yadigar dertlerini çözememiş olacak ki çok dağınıktılar maç boyu. Buna Villa’nın teknik direktörsüz ama akıl dolu oyunu eklenince maçı 3-0’a bağladılar. Adı City ile anılmaktan öte durumda olan Milner ise profesyonelliğin doruklarına çıkarak iyi oynadığı maçta bir de gol attı.
Dowing’in perdeyi açmasından sadece saniyeler sonra Edwood Park’da 22 yaşındaki forvet Nicola Kanilic de, Everton filelerini havalandırdı. Merseyside’ın mavilileri maç boyu o kadar etkisizdiler ki, David Moyes “Maçın genelinde baskı kuramadık diyerek iğneyi kendine batırmaktan çekinmiyordu.

Bolton-Fulham maçı ise haftanın ülkemizde yayınlanmayan maçlarındandı. Büyük ahkâmlara girmeden izlediğim kısa özete dayanarak güzel maç olmuş diyorum. Owen Coyle ve Mark Hughes maç sonu açıklamalarından takımlarının oyunlarından memnun olduklarını söylemişler.  Hughes umarım geçen sene kendisine haksızlık yapan City yönetimine inat güzel işlere imza adar bu sezon.

Sunderland taraftarı herhalde Bent’in gole çevirdiği penaltının mutluluğuyla girecekti maçın devre arasına ama 44’de Cattermole sezonun ilk kırmızısını görüp takımını bir kişi eksik bırakınca keyifler çaktı. 10 kişi Sunderland farkı ikiye çıkarırken, Stephen Carr kendi kalesine attı golü. Ama Birmingham çabuk pes etmedi ve 2-0’dan maçı 2-2’ye bağlamayı bildi. Birminghamlı taraftarlar belki bu geri dönüşe sevindi, ama forumlarda yeni kalecileri Foster’ın arkasından çekinmeden homurdandılar.

İzlemeyen varsa bir baksın David Jones'un golüne
Tuncaylı Stoke, Wolverhampton deplasmanda kaybederken, benim için duygusal anlar yaşandı. Önce David Jones mahalle maçlarını anımsatan bir gol attı. Ardından İskoçya’nın bence en güzel kepçesi Steven Flechter, yeni takımındaki ilk golünü attı. Kendisini Burnley formasıyla sevmiştim, güzel işler yapması tek dileğim. Stoke, Faye ile skoru 2-1’e getirse bile gülen taraf Wolverhampton oldu. Tuncay ise yedeklik çilesi ne zaman bitecek merak ediyorum. Ben Premier Lig’de oynama kararına sonsuz destek verirken, Stoke yerine keşke ofansı daha fazla düşünen bir takıma gitseydi diyorum.

Geçen sezonun şampiyonu gaddar Chelsea ise kaldığı yerden devam edip, yeniden lige dönen West Bromwich Albion’ı 6-0 ile geçti. Londra’nın bana en antipatik takımı olsa bile, haklarını vermek lazım. Özellikle Drogba’nın sezona üçleme ile başlamasına ise olmayan şapkamı çıkartıyorum. Geçmiş sezonların ilk haftasına üç gol sığdıran diğer gol sanatçıları ise Gabby Agbonlahor, Mickey Quinn, Matt Le Tissier, Kevin Campbell, Fabrizio Ravanelli ve Dion Dublin’e buradan selam olsun.

Reina çaresizce kıvranıyor
Pazar gününün tek maçı ise Liverpool-Arsenal’di. Bizim fikstür sapıklığımız yüzünden asla böyle bir heyecan yaşayamayacağız ilk haftalarımızda. Joe Cole’un kırmızısı beni üzerken, yüreğim Oscar’ın en kuvvetli adayı Koscielny’in de maç sonu atılmasıyla soğudu biraz. N’gog’un golü kıyamet alameti olabilecek türdendi. Çünkü kendisinin ince işçiliğine pek kimse şahit olmadı bugüne kadar. Garip gollerin insanı Reina ise inatla kendi kalesine attı golü. Ömer Üründül olsa golden sonra en az 4 kez “Futbol enteresan” derdi. Bu arada Jack Wilshire’in baldırları gözümden kaçmadı.

 Bıyığına kurban Joey Barton
Pazartesi ise gönlümü verdiğim Newcastle (evet ben de artık yabancı takım sevdalısı oldum) Kırmızı Şeytanlar’ın karşısına çıktı. Maç boyu hiç varlık gösteremedik zaten, bunun üzerine zincirleme savunma hataları da eklenince ManU çok çok rahat bir galibiyete ulaştı. James Perch başta olmak üzere bütün savunmaya buradan selam olsun diyorum.  United’da ise Giggs’in attığı gol beni izlerken mest etti. Onsuz bir Premier Lig oynanmadı ve o hiçbirini boş geçmedi. Bu seferki gol ise tarihe kendisinin olgunluk dönemi eseri olarak geçecek türdendi.

Gelelim haftanın assolistine. Geçen sezon farklı bir gözle izlediğim takım Burnley küme düşünce üzülmüştüm cidden. Ama sanırım Blackpool onların eksikliğini hissettirmeyecek bana. En son 1971’de bu sahnede oynayan Mandalinalar, Wigan karşısında 4-0’lık bir galibiyete imza atıp, kağıt üzerindeki görüntülerine aldanıp kendilerine gülenlere ilk haftadan en güzel cevabı verdiler. Sonları ne olur bilmiyorum, belki Burnley gibi düşerler ama ne olursa olsun bu sene çok eğlenecekleri belli.

Atilla Nesipoğlu l 1 Yorum


Beşiktaş hazırlık maçlarına devam ediyormuş gibi geliyor. Bir türlü kurtulamadım bu havadan. Schuster'in geniş kadroyu ve bol yabancılarını değiştire değiştire kullanmasının da bunda payı var. Bugün Ekrem'i, İsmail'i, Cenk'i ve Hilbert'i daha fazla izleme şansı bulduk. Gözümüzü Quaresma'dan ayırabildiğimiz anlarda tabii.

Oyuncuları değerlendirmeden önce takıma bakarsak, Beşiktaş'ın geçen sezonlardan farkı ne Q7 ne Guti. Yepyeni bir takım oldular Schuster'le. Savunmayı orta sahaya kadar çıkartan, kaybettikleri toplara bile ön alanda basan bir takım. Guti ve Quaresma'yı geçen yılın takımına koysanız yine fark yaratırlardı fakat bu kadar etkili olabileceklerini sanmıyorum. Savunmayı devamlı öne çıkartıp, oyunu 40 metrede oynama arzusunu alkışlamamak elde değil. Zaman geçtikçe daha iyi olacaklarını söylemek içinde futbol alimi olmaya gerek yok.


Futbolculara geçecek olursak öncelik Quaresma'nın. Onu tenkit etmenin haddim olmadığını düşünüyorum. Bu topraklara fazlaymış gibi geliyor. (Bu fazlalıktan İsmail faydalanırda milli takımın sol bek sıkıntısı da çözülür.) Attığı golü tekrar tekrar izlemek lazım Q7'nin. Daha fazlasını da izlettirecektir bize. Top hep onun ayağında kalsın istiyor insan izlerken. Attığı muhteşem golü sonrası malzemeci Süreyya'ya koşması da ayrı bir güzellikti.

Guti'nin hazır olmadığı her halinden belli. 3. viteste oynadı bugün. Sadece oyun zekası ile götürdü işi. Bu haliyle bile yeterli olabiliyor. Hilbert golünü attı, çok koştu, aralara kaçtı ama... İşte o "ama"dan beni kurtaramıyor nedense. İsmail günün en çok bindirme yapan ismiydi. Fakat çok fazla faul yaptı. Rakibini çıkartmadan prese başlayan Beşiktaş'a çok zarar verdi bu savruk halleri. Yeteneklerinin çok altında üretken olabildi. Diğer tarafta Ekrem bildiğimiz görüntüsünden uzak. Taktiksel yapıdan da olabilir ama çok fazla çıkmadı ileri. Beşiktaş'ın en zayıf bölgesi burası gibi gözüküyor şu an.


 Bu kadar yabancı ve pahalı transferler yaparken Beşiktaş önce Necip'i şimdi de Cenk'i sundu bizlere. Direğe yaslanıp çekirdek çıklatsa garipsemeyeceğimiz bir maçın 90. dakikasında rakip forvetle karşı karşıya kaldı. Doğru zamanda doğru yerde olmayı başardı. Bir kaleci için en önemli özelliklerden biri olan konsantrasyona sahip olduğunu kanıtladı bizlere.

Güzel bir gece geçirmiştir maçı izleyenler. İnönü Stadı'nın çimleri biraz rahatsız etti bizleri o kadar. Tribünler canlı takım hareketli ve bu sıcakta bile arzulu. Taraftarlarına keyif verdiği boyutta rakiplerine de korku saldı Beşiktaş. Biz keyfini çıkartacağız, gerisini onlara karşı sahaya çıkacak antrenörler düşünsün

Efe Yılmaz l 0 Yorum




Hayalleri deep freeze’e  kaldırıp  hayatın gerçekleriyle yüzleşince insan, o harala gürele içinde bir çok şeyi ıskalıyor. Aslolarak hayatın kendisini tabii ki… Ama neyse iç dökme seansını bir tarafa bırakıp yazı konusuna doğru şandellenelim…

90’ların ikinci yarısında  futbol alanında yerel sınırların dışını keşfetme arzusundaki genç futbol tutkunları için  Trt’de Perşembe günleri yayınlanan Avrupa’dan Futbol programı çölde serap görme etkisi yaratıyordu. Futbolseverler bu program sayesinde ülke futbollarının klişe, arabesk, primitif düzeyinden bambaşka ufuklara yelken açarken onlara gezegenler kadar uzak bu dünyanın kapılarını ülkenin en elit futbol spikerlerinden Okay Karacan açıyordu… Bir süre sonra  Avrupa’dan Futbol programıyla bambaşka bir kanalda boy gösterdi Okay Karacan… Yayın hayatına yeni başlayan Nergis Tv’de… Havalı adıyla Ntv’de… Yeni açılan Ntv kanalı Eurosport/Cnn kırması bir kanal görünümdeydi. Bu Türk işi tuhaf tematik tv yaratıklandırıcılığının yere çakılmasını önleyen ekip ise kanalın spor servisiydi… Aslolarak da bu servisin ve dolayısıyla kanalın ekran yüzleriydi. Kenan Onuk, Okay Karacan ve Murat Kosova…  Bu üçlü aracılığıyla kanal, hafta sonu spor kuşağında  Premier Lig, La liga, Nba, F1, Avrupa ve Dünya basketbol şampiyonaları gibi organizasyonları yayımlayarak hem sporseverlerin gönlünü çalarken hem de kanalı  kuruluş aşaması planlarından  bambaşka bir yerde taşıdılar. En iyimser tahminle tematik yayıncılığa Türk usulü yaklaşım olarak değerlendirilebilecek Ntv projesi bu üç ekran yüzünün ülke sınırlarının çok üzerine çıkan kaliteleri nedeniyle başarıya ulaştı… Hayat akmaya devam etti. Ntv’de büyümeye. Bugün bir çok kişi için Ntv bir referans kanal. Spor servisleri de bağımsızlıklarını ilan edip kendi kanalını kurdu. Kurmaz olaydı… Popülerleşmemiş olaydı yada büyümemiş olay dı mı demeliyim… En iyi temenni sanırım  kanalın sivri zekalıların yönetimine bırakılmamasını dilemek olurdu ama sanırım artık çok geç…

Kanalın daha doğrusu servisin akibetini belirleyen şey Kenan Onuk’un  2005 yılındaki vefatı oldu. Servisin patronajına Onuk ile yıllarca mesai arkadaşlığı yapmış olmasına rağmen bulunduğu pozisyonda kendisinin ne aradığını kendisinin de bildiğini tahmin etmediğim sporla olan ilgisi benim nükleer fizikle ilgim kadar olan biri geçti. Fuat Akdağ… Hafta sonu spor kuşağıyla ülkenin tüm spor medyasından kendini izole edip gerçek sporseverler için saklı bir cennet yaratan bu kanal Akdağ’ın patronajında kalitenin değil bayalığın, ucuzluğun,sakilliğin yolunu tuttu. Ülke spor yayıncılığı tarihinin en rezil programı olan Telegol programının sunucuları ve yorumcularıyla kanalı dolduran Akdağ 2007’de Okay Karacan’ı kanaldan şutlamayı başardı. Günümüze gelindiğinde kanal Avrupa maçlarının yayınını hala radyo spikerliğinden kurtulamamış Ercan Taner’e , eski televoleci/telegolcüler(dileyen Ahmet Çakar’ın şamaroğlanı da diyebilir) Ersin Düzen'e, spor bültenlerini ise bir erkek çocuğunun ses rengine sahip Burcu Hanım’a (İlker Yasin’e selam olsun) emanet etmiş durumda…

Kanalın bu günlere gelmesinde en büyük pay sahibi Murat Kosova’nın sesini duymak için gece 04’ü beklemek gerekiyordu uzun zamandır… Ve o da gitti… Benim uzaktan izleyip sinir olduğum bu tabloya o da içerden biri olarak daha fazla dayanamamış belli ki. Murat Kosova’nın gidişi ile birlikte benim kalbimden ve tv ayarlarından silinip gitti Ntv… Toprağı bol olsun…


Not: Yazıyı Övünç Tüzün isimli bir arkadaş yazdı. Kendisi inatla bloga yazmak istemediğinden ben koydum. Yazının sivri tarafları olabilir, ama bu adam hep yazsın gibi yorumlar yaparsanız egosu okşanır da gelir belki Övünç aramıza.

Aslı Arslan l 0 Yorum

Joe Cole, haftasonu Premier Lig'in açılış mücadelesinde Arsenalli Laurent Koscielny ile girdiği ikili mücadele sonucu direk kırmızı kartla oyun dışı kalmıştı. Hakem Martin Atkinson, Liverpool taraftarının yoğun eleştrilerine maruz kalırken maç sonunda Roy Hodgson karara itiraz edeceklerini belirtmişti.

Ancak son açıklamalara göre kulüp, itirazdan vazgeçti. Tecrübeli oyuncu West Bromwich Albion, Birmingham City ve Manchester City karşılaşmalarında forma giyemecek ancak, olası itirazın haksız bulunması sonucu dört maça çıkacak cezasından dolayı Manchester United deplasmanında da cezalı duruma düşecek olması Roy Hodgson'ın almak istemeyeceği türden bir risk.

Öte yandan kulübün bugün öğleden sonraya kadar itiraz hakkı sürüyor.

Atilla Nesipoğlu l 0 Yorum


Alex de Souza maçın adeta özetini geçmiş. 100 gol, 100 asist hedefine biraz daha yaklaştı Brezilyalı. Başka hangi takım onu bu kadar rahat bırakır bilinmez ama amacına ulaşmak için bir yol bulacaktır kaptan.

Aslı Arslan l 1 Yorum



Thierry Henry ile yakın arkadaşı Tony Parker, Fransa-ABD Global Community Cup mücadelesi öncesinde, Madison Square Garden'da.

(15.08.2010)