TAŞRA BASKISI

İSTANBUL VE TAŞRA BASKILARI AYNI ANDA ÇIKAN BLOG

Onur Saygın l 16 Ekim 2010 0 Yorum




Bugün oynanan Köln Dortmund maçı futbol tarihine geçen efsane ayarlardan birine sahne oldu.

Skor 1-1 yapan gölü atan Podolski Nuri Şahin'e önce nasıl koyduk ama tarzı bir hareket yapıp üstünede eliyle üç yaparken maç sonunu pek düşünemedi. Uzatmalarda Dortmund'a 8 yıl aradan sonra liderlik koltuğunu da getiren golu atan Nuri yaklaşık 60 metrelik bir deparla Podolskiye ulaştı. Sonra mı? Sonrası için aşağıdaki linke bakmanızı tavsiye ederim.

http://www.swfcabin.com/swf-files/1287177573.swf

NOT : Özet geç be diyenler için,

Mustafa Akkaya l 14 Ekim 2010 0 Yorum


Barcelona efsanesinin ilk zincirini oluşturan şampiyon kadro... Zaman ne de çabuk geçmiş. Takımın yıldızı Ronaldinho ancak 17'lik toy Messi yakında ipleri onun elinden alacak. Gabri bile var takımda, tıpkı Iniesta'nın saçları gibi... Tek değişmeyen ise Puyol herhalde.

Onur Saygın l 0 Yorum



Türk futbolunun başına gelmiş en kötü olay ne deseler hiç düşünmeden Erman Toroğlu'nun televizyon ekranlarına çıktığı gün derim. İnsan olmak için gereken azami gereksinimlerin pek çoğuna sahip olmadığını düşündüğüm bu oksijen solumasına rağmen farklı familyaya ait yaşam formu neredeyse haftanın 4 günü canlı yayında futbolcu, teknik direktör, yönetici, taraftar gözetmeksizin amaçsızca eleştirebilmekte.

Emre Aşık-Nobre olayı sonrası canlı yayında yaptıkları, Ümit Karan'a sorduğu soru hala akıllardayken gene yüzsüzce canlı yayına çıkıp düşünmeden konuşmaktan çekinmemesini hala algılayabilmiş değilim. Hoş düşünmeden dedim ama belki düşün(e)meden demek daha doğru olur. Pazar günü istediği olucak 20.000 kişi kendisine, aile bireylerine uzun süre küfredecek gene ilk konu Erman Toroğlu olucak. Hatta büyük ihtimalle yarın Arda hakkında suç duyurusunda da bulunur. Son Kale adlı toplasan 1 adet insan zor çıkacak 3 kişinin olduğu programda saatlerce tartışırlar. Bu sayede Erman Toroğlu gene yeşillenecek, hem de üstünde George Washington resimli yeşillerle.

Kendisi yıllar önce kaleci Şenol'a küfreden Beşiktaşlı taraftarlardan bir ricada bulunmuştu. Aynı ricayı ben de Galatasaraylı taraftarlara yapıyorum. Eğer Erman'ın annesini götüreceksiniz LÜTFEN normal yollardan götürün.

Kemal Mardin l 13 Ekim 2010 0 Yorum


Geçtiğimiz cumadan, dün sabaha kadar, Spor Toto Türkiye Kupası B Grubu maçları için Ordu'daydım. Hem takımlar hem de benim için iyi bir sezon öncesi hazırlığı oldu. Lafı uzatmadan izlenimlere geçeyim. Öncelikle söze, Olin Edirne Basket'ten başlamak lazım. Zira grupta önceden tahmin edilemeyecek tek işe onlar imza attı ve Karşıyaka'yı geçerek çeyrek final vizesini aldılar.

Ordu'ya gider gitmez, ilk röportaj yaptığım kişi Olin'in koçu Gökhan Taştimur'du. Tahmin ettiğimden uzun bir röportaj oldu ama Gökhan hocanın anlatacak o kadar çok şeyi vardı ki. Lige yeni çıkan takımının onda yarattığı heyecan gerçekten görülmeye değerdi. Her ne kadar oyuncularını gazlama gibi bir amacın etkisiyle de olsa, kadrosunu tek tek sayıp onlarla ilgili övgü dolu sözler söylemesi dikkat çekiciydi. Tabii ki Trakya'nın uzun boylu nüfusuna dikkat çektiği ve bu potansiyele eğilmeye başladıklarını söylediği kısımlar da es geçilmemeli.

Gökhan Taştimur, daha ilk basın toplantısından itibaren, her fırsatta iddiasını ortaya koydu ve sonuç olarak takımını grupta ikinciliğe taşımayı başardı. Tebrik etmek ama bir şeyi de eklemek lazım. Olin'in bu sezon yapacaklarına hazırlıklı olun. Ordu'da başardıkları kesinlikle tesadüf değil. Çok dengeli, her rakibe karşı aynı basketbolu oynayan bir takım kurmuşlar. Özellikle Seibutis transferi tam isabet olmuş. Edirne seyircisinin yükselme maçlarındaki performansını da baz alarak, evlerinde çok ama çok zor maç kaybedeceklerini söyleyebilirim.

Gelelim grup lideri Efes Pilsen'e. Efes Pilsen, çok sıkmadan, sakatlara rağmen, grupta liderliği almaya başardı. Hiçbir önemi olmayan Antalya maçı hariç, çok sükseli sonuçlara imza atamadılar ama rakiplerine bir boy büyük geldikleri belliydi. Ne var ki, bu sezon, Efes Pilsen'le ilgili çok büyük beklentiler yaratmamak lazım. Geçen seneye göre daha ileride bir takım yok karşımızda. Tek fark Rakocevic'in bir sene yattıktan sonra, sonunda basketbol oynamaya karar vermiş olması. Gerçekten fark yaratan bir performans sergiledi. Perasovic etkisini ilk yaşayan isim olmuş diyebiliriz. Bu arada Efes Pilsen'in Anadolu'daki etkisini de değinmek gerek. Böyle bir şeyin varlığından açıkçası çok fazla haberim yoktu ama gözlerime inanamadım. Ordu'da futbolun üç büyükleri diye tabir edilen takımların esamesi okunmuyor. Varsa yoksa Orduspor ve Efes Pilsen. Özellikle çocukların, maçlardan sonra Efes Pilsen otobüsünün etrafını sarışları, maç içinde de başta Kerem olmak üzere Efes Pilsen'li oyunculara seslerini duyurabilmek için kendilerini yırtmaları görülmeye değer manzaralardı. Diğer kulüplerin dikkatle incelemesi, Efes Pilsen'in de iyice üzerine eğilmesi gereken bir durum.

Karşıyaka ise, sezon öncesinde erken forma girmenin bedelini ödedi. Tam 13 maç üst üste kazandılar ve hiç kaybetmediler. Avrupa'da eze eze tur atladılar ama bu kadar üst üste ciddi maçlar oynamanın ve kendine aşırı güvenin cezasını Olin karşısında çektiler. Yorgunluğun etkileri, maçın her anında hissedildi. Buna ek olarak takımda, şu an emin olmadığım ama hissedilen bazı başka problemler de var. Şimdilik bir şey demek için erken ama umarım sezon içinde bu problemler, daha ciddi bir şekilde baş göstermez.

Antalya Büyükşehir Belediyesi için ise söylenebilecek fazla bir şey yok. Elde olmayan problemlerden zor bir dönem geçirdiler ve Polat ile Muratcan'ın ağabeyliğinde genç bir kadro kurdular. Yabancıları Christopher kaliteli ama dengesiz bir oyuncu. 25 sayının üstünde attığı çoğu maçı kaybederler dersem ne demek istediğimi daha iyi anlatmış olurum sanırım. Koç Ahmet Kandemir'in hali ve tavrı da büyük ihtimal düşeriz gibilerindendi ama böyle bir şeyi kolay kabullenecek bir isim değil. Beklentileri düşük tutarak, baskıyı azaltma yoluna başvurmuş olabilir diye düşünüyorum iyi niyetle.

Şimdilik böyle bir özet geçmiş olalım. Henüz hiçbir takım, tam olarak hazır değil. Ligin başlamasıyla bir silkelenme yaşayacaklardır. O zaman, kimin neler yapabileceğini daha net kestirebiliriz.

Atilla Nesipoğlu l 12 Ekim 2010 0 Yorum

Bu yazıyı Mesut Özil'in Real Madrid'e transferi sonrası Futbol EXTRA dergisinin eylül sayısı için yazmıştım. Konu herkes tarafından tartışılırken bir de buraya koyayım dedim.


Kimdir Mesut Özil? Almanya Ligi’nde tozu dumana katmasıyla tanıdığımız, Alman Milli Takımı’nı seçmesi ile nefret ettiğimiz, Hristiyan sevgilisini Müslüman yapması ile övündüğümüz, bizim gidemediğimiz Güney Afrika’da yıldızlaşması ile sevdiğimiz, kaçırdığı bir gol sonrası ettiği Türkçe küfür için aşık olduğumuz ve Real Madrid’e transfer olması ile Türk dediğimiz delikanlı. Daha 22 yaşında genç bir adam. Yeşil sahada gösterdiği soğukkanlılığı ile tam bir Alman ama Real Madrid’e imza atarken sportif direktörü Valdano’yu yanaklarından öpmeye yeltenecek kadar da Türk.

İşgücü ihtiyacı duyan Almanya; İtalya, İspanya, Portekiz ve Yunanistan’dan sonra kapılarını 1960’da Türkiye’ye de açtı. O günden bugüne 3 milyondan fazla Türk vatandaşı, Almanya yollarını aşındırdı. Şimdilerde Mesut Özil de Almanya’daki Türk topluluğunun üçüncü neslinin parlayan yıldızı.

Schalke forması ile yükselen ve Werder Bremen’le gündeme oturan futbolcu, Türk Milli Takımı’nın davetini kabul etmediği günden bu yana ülkemizde tartışılıyor. Bir gün okuduğumuz haberle onu yerin dibine sokarken, ertesi gün attığı gol ile göklere çıkartıyoruz. Kendi futbolcumuza yaptığımızı Almanya’yı seçmesine rağmen ondan da esirgemiyoruz aslında.

Fatih Terim “Milli formayı pazarlık konusu yapmam” dediğinde bazıları Mesut’un yanında saf tuttu. Kendisine Alman Hükümeti tarafından verilen haklardan vazgeçmek istememesinin doğal olduğu ve eğer Türkiye için oynayacaksa bu taleplerde bulunmasında yanlış bir yön bulunmadığını dinledik bu gruptan.

Diğer grubu Fatih Terim’in peşinden gidenler oluşturdu ve milli takım formasının pazarlık konusu edilemeyeceğini, bunun görev olduğunu ifade ettiler. Aslında söylemek istedikleri, her Türk evladı gibi Mesut da gelip o formayı tereddüt etmeden giymeliydi. Bundan önce hep vatan sevgisi ağır basmıştı ve Alman Futbol Federasyonu karşısında devamlı kazanan taraf olmanın güveni tüm gücü ile yansıyordu davranışlarına bu grubun.

Mesut Özil, bizim için sadece gelecek vaat eden genç bir futbolcuydu. Almanya’yı seçmesi sonrasında ilk olarak Fatih Terim günah keçisi ilan edildi. Mesut’u ikna etmesi için gönderilen ve onun gibi Gelsenkirchen doğumlu olan Altıntop kardeşlerin sonuç alamaması unutuldu misal. Kendilerini örnek aldığını her fırsatta söyleyen ve formalarını hala özenle sakladığı Altıntoplar ona "Yüreğinin sesini dinle" diye seslendi, fakat yollarını izlediği ağabeylerini de dinlememişti Özil.

Sorun ne Fatih Terim’in tavrı ne de Altıntoplar'ın ricaları ile aşılacak kadar ufaktı çünkü. Dedik ya bizim için sadece yetenekli bir futbolcuydu Mesut. Gelsenkirchen kömür madenlerinde bulunmuş bir Türk elmasıydı. Fakat Almanlar için mesele bundan çok daha fazlaydı. Bir devlet projesiydi Mesut ve benzerleri.

Birçok farklı ülkeden göç alan Almanya, kendisi ile aynı durumdaki devletlerin aksine, gelen göçmenleri hiçbir zaman vatandaşı olarak görmemiştir. Misafir işçi gözüyle baktıkları bu insanlara 1950’lerin ortasında iş gücüne olan ihtiyacı nedeniyle açılan sınır kapıları 1973’deki petrol krizinin etkisi ile kapatılmıştır. Farklı yollardan ülkeye girmeye devam eden göçmenlerin önünü alamayınca yeni göçmen yasakları koymuş, kanunlarında düzenlemeye gitmiş, fakat çaresiz kalmıştır Alman hükümetleri.

Bugün ise karşımızda farklı bir Alman siyaseti var. 2010 Dünya Kupası’nda sahaya göğüslerindeki Alman Kartalı ile çıkan Türk Mesut Özil ve Serdar Taşçı’dan, Faslı Sami Khedira’dan, Nijeryalı Denis Aogo’dan, Polonyalı Lukas Podolski, Miroslav Klose ve Piotr Trachowski’den, Brezilyalı Cacau’dan, Ganalı Boateng’den, Sırp Marko Marin’den, İspanyol Mario Gomez’den oluşan bu takım da uygulanan entegrasyonun devamı ve başarısının kanıtı onlar için. Bu isimler, Alman toplumuna dahil olmanın ve toplumsal yükselişin mümkün olduğunun canlı kanıtı Alman parlamenterleri için.

Geçmişe dönecek olursak, örneğin Mehmet Scholl tek kelime Türkçe bilmemesine rağmen okulda adı Mehmet olduğu için etrafındaki diğer öğrencilerin kendisi ile dalga geçtiğini dile getirmiştir hep. Her şeye rağmen kendisine ne zaman sorulsa Türk olduğunu ve bundan gurur duyduğunu anlatır. Ne Altıntop kardeşler ne de Yıldıray Baştürk için durum farklı değildir rakip takım taraftarlarından “Pis Türk” gibi çirkin sözler duymuşlardır defalarca. Değişen Almanya sosyo-kültürel yaşamında eriyip giden yeni jenerasyonlar ise bu durumlara düşmediği için rahatça kendilerini Alman olarak görebiliyorlar.

Mesut Özil’in Real Madrid’e transferi ile tekrar alevlenen tartışmalara bir açıklama yaparak katılan babası, oğlunun Real Madrid forması giyecek olan ilk Türk olduğunun altını çiziyor. Hemen peşinden “Mesut'un Alman milli formasını giymesi başka bir şey, kökeninin Türk olması çok ayrı bir şey” diyerek ekliyor. Ne ailesinin ne de Mesut’un hiçbir zaman kökenini inkar etmediğini ifade ediyor. Milli takım formasını da sadece Mesut’un kariyerindeki basamaklardan biri olarak algılıyor sadece.

İlyas Tüfekçi ile ilk meyvesini yediğimiz gurbetçi futbolcu ağacı, bizi senelerce besledi. Onu sulamadık, aşılamadık ama tüketmeye devam ettik. Diğer ülkelerin milli takımlarında oynayan Türk oyuncu sayısı artarken bizim milli takımımızda yer alan gurbetçi futbolcular azalıyorsa, bu ne Fatih Terim’in ne de Mesut Özil’in suçudur. Sorun görünenden daha büyük ve acı olan bu eksikliği gidermek için ortada hâlâ bir plan olmaması. Madenin tepesini kuruttuktan sonra yeni damarlar bulmak için daha derinleri kazacak mıyız, yoksa dükkânı kapatıp gidecek miyiz? Daha kendi ülke sınırlarımız içerisindeki gençleri organize edemezken uzaklardaki bu insanlar için bir sistem kuracağımızı düşünmek hayal olur. Sanırım dükkanı kapatıp gideceğiz!

Serhat Gürcan Gündüz l 0 Yorum



Almanya maçından sonra sol bekte "neden Sabri'yi oynattın?" demiştim. Haklı çıktı Hiddink. Bu sefer bir sol bek ile başladı ama, bunda da oyuncu tercihi yanlıştı. Şu Hakan Balta'nın performansını gördükten sonra özür diliyorum sayın Hiddink'ten. Şimdi bakıyorum milli takım kadrosuna, düzenli olarak oynamayan Özer, Hakan Balta, Semih Şentürk, Stoke City'de kadroya giremeyen Tuncay 11'de başlıyor.

Nuri son haftalarda Almanya'yı kasıp kavuruyor, sen etkisiz kalacağı Almanya maçında 11'de başlatıyorsun, en etkili olacağı maçta oynatmıyorsun. Mevlüt denen bir adam var Fransa'yı sallıyor, onun yerine pili bitmiş Nihat'ı oynatıyorsun. Özer Fenerbahçe'de kadroya girmekte zorluk çekiyor, Volkan Şen gibi bir adamı kadroya dahi almıyorsun. İbrahim Üzülmez ve İsmail gibi 2 oyuncu var kullanabileceğin sol bekte, sen önce Sabri'yi sonra Hakan Balta'yı kullanıyorsun o kanatta.

Hiddink gibi bir hoca bu oyuncuları nasıl kullanmaz hayretler içerisindeyim. Hadi Tuncay'ı aldın kadroya, çocuk bir şeyler yapmaya çalışıyor oyundan alıyorsun. Sercan, Nihat ve Halil'i alıyorsun oyuna. Selçuk İnan ve Tuncay çıkıyor oyundan. Yahu Hakan Balta'yı çıkarıp alsan oyuna Halil'i ne fark edecek? Özer çıkıyor yerine Nihat giriyor. Nuri'yi alsana oyuna. Kapanmış bir savunma var önünde, sen açmak için Nihat ve Sercan'ı alıyorsun. Tamam Sercan biraz daha anlaşılabilir bir değişiklik ama Nihat ne alaka yani?

Ondan sonra bizim insanlarımız Mesut'a kızıyor. Kızmayın arkadaşım. Adam sonuna kadar haklı Alman milli takımını seçmekte. Bir zamanlar Yıldıray'ı bu şekilde bitirdik, şimdi Nuri'ye yapıyoruz aynı şeyi. Emin olun Mesut'ta bizim kadromuzda olsa, bu maç yedek otururdu. Bu çocukların ne günahı var? Milli takımımızı seçmeyenlere kızıyoruz, Mesut'a, Gökhan İnler'e. Neden oynamak varken, yedek otursunlar ki? Bu saatten sonra kim seçer Türk Milli Takımını. Nuri istememiş midir sanıyorsunuz bu geceden sonra "Alman Milli Takımını" seçmiş olmayı.

Tuncay büyük bir yetenekti, halen öyle. Fakat Tuncay kadroya giremiyor. Özer'in geleceği çok parlak ama maç eksiği olduğu yüzünden okunuyor. Nihat'ın Çek Cumhuriyeti maçındaki performansı halen aklımda ama, yararlı olamıyor artık takıma.

Biz Nuri'yi, Mevlüt'ü, Yıldıray'ı oynatmıyorken bu takımda Gökhan, Mesut, Serdar Taşçı neden bizi seçsin? Avrupa'nın önemli takımlarında kaç tane oyuncu sayabilirsiniz kendi takımlarında yedek bekleyip milli takımda 11 başlayan?

Fatih Terim'in takıntısı var diyorlardı, peki dünyanın en önemli teknik adamlarından Hiddink'in de takıntısı mı var bu oyunculara karşı? Yada futboldan anlamayan Fransız ve Almanlar bu çocukları abartıyor da, biz gerçekleri mi görüyoruz? Şu işi bir çözün arkadaşım artık. Neden oynamıyor bu çocuklar? Biri anlatsın bana...

Mustafa Akkaya l 1 Yorum


‘Bizden’ olmayanı veya bizim gibi düşünmeyeni istememe, onu dışlama ve sorguya çekme güdüsü hakim maalesef bu topraklarda. Önce Mesut Özil yerlere vuruldu, hem de posası çıkana kadar. Ardından Emir Kusturica Antalya’dan resmen kovuldu. Arkasına iple boş teneke bağlanmışçasına hem de… Şimdi de muhterem basınımız işi gücü bıraktı, damarlarında ‘Türk’ kanı dolaşıp başka ülkelerin milli takımlarını tercih eden futbolcu avına çıktı! En son Ekrem Dağ ile iletişime geçip “gol atarsan sen ne yapacaksın bakalım?” tarzında sorular yöneltmiş Milliyet. Okyanusta sadece küçük bir damla bu üstelik... Nasıl bir gereksiz milliyetçilik anlayışıdır ki “bak ona göre haa!” tadında alttan alttan ağalık taslayıp bu insanları galeyana gelmiş milyonların önüne atıyoruz? Nedendir bu kendimizi sürekli yüceltme, üstün görme içgüdüsü? En vahimi, halen neden diğer ülkeleri “biz ve onlar” şeklinde araya kocaman bir sınır koyarak görüyoruz?

Emir Kusturica Altın Portakal jüri başkanlığından ayrıldı.
Sorulara verecek çok cevap var aslında. Ama bizim bu noktada milletçe asıl sorunumuz; Mesut, Kusturica, Ekrem ve daha nicelerinin asıl icra ettiği işi pas geçip onları politize etmemizden kaynaklanıyor. Kusturica’nın sanat anlayışını kavramak ve ona bir nebze saygı duymak yerine, Bosna katliamı hakkındaki düşünceleri yüzünden onu ülkeden kovmak da bu hastalıklı mantığın ürünü. Halbuki ona malum düşüncelerini savunma ve hatta Bosna ve Türkiye’deki insanların gözünde aklanma fırsatını veremez miydik? Her şeyi ‘çok bilen’ medyamız Kusturica’nın kovulmasına çanak tutmak yerine basın toplantısında ona âkil sorular sorarak yönetmenin düşüncelerini halk gözünde 'iyi veya kötü' netleştiremez miydi? Benim öğrendiğim gazetecilik anlayışı bunu gerektirirdi. Mesut’un müthiş yeteneğini ve daha 22 yaşında bütün Türkiye Milli Takımı’ndan daha yüksek yerleri görmüş kariyerini göz ardı etmemiz de aynı şekilde açıklanabilir. Biz tam da bugün Zaytung’ta “kafamı kaldırsam Real Madrid’te oynarım” diyen futbolcu geyiklerini okurken Mesut bu takımın değişmez oyun kurucusu konumunda halbuki!
Mesut Özil Milli Takım'a golünü atarken
Mesut konusunda merkezde olması gereken olay sportmenliktir. Futbol sonra gelir, politika ise en son… Kusturica meselesinde de elbette politika olmalıydı ancak sanatın önüne geçerek değil. Bizim işimize böylesi geliyor işte… Gürültü patırtıyla beslenen medyamız için bu şekilde daha lezzetli bir yem ortaya çıkıyor. Tabii aşırı milliyetçi olup bu zayıflıktan ötürü anında gaza gelebilmemizi de unutmamak gerek. Zira Aurelio’nun Milli Takıma seçilmesini sindirmeye çalışırken (!) ille de Türkçe konuşması gerektiğini ve İstiklâl Marşı’nı öğrenme zorunluluğunu bile tartıştık zamanında. Bırakalım bu adamlar topunu oynasın, sanatını icra etsin… Dünya üzerinde kimse bizimle bire bir aynı olmak veya düşünmek zorunda değil. Kimsenin aynı duyguları hissetmek gibi bir mecburiyeti de yok. Bir kez olsun dönüp kendimize bakmıyoruz ki bizde kaç tane ‘Kusturica’ var? Mesut’la benzer yeteneğe sahip yüzlerce gençten kaçını geliştirebildik? Biz işin aslına ne kadar önem vermişiz ki onun yetenekli işçilerini hakkıyla yetiştirebilelim? Odak noktası sanat veya futbol olmayınca ne ‘Kusturica’ ne de 'Mesut' çıkaramıyoruz bu topralkardan. Mesut gibi cevherlerimizi de biz değil, doğup büyüdüğü ‘memleketi’ işliyor. Ondan sonra bize de en iyi yaptığımız iş olan çamur atmak kalıyor.

Cengiz Bahadır Özdemir l 11 Ekim 2010 0 Yorum

Japonya GP'sini Sebastian Vettel kazandı. Alman pilot, birinci sırada başladığı yarışı önde götürdü ve çizgiyi ilk geçen isim oldu. Takım arkadaşı Mark Webber ikinci olurken, Alonso üçüncü sırayı aldı. Button'ın dördüncü, Hamilton'ın beşinci olduğu yarışta; BMW-Sauber takımı ilk 10'a iki pilotunu da sokmayı başardı. Red Bull'un bu ikilemesi Japonya'da olunca, aklıma ünlü dövüş oyunu ''Double Dragon'' geldi. İki pilot rakipleriyle olduğu kadar, birbirleriyle de mücadele ediyor.
Aslında yarış çok iyi başlamıştı. Daha ilk metrelerde Petrov'un müthiş çıkışı, kendisi için hazin bir şekilde sona erdi. Hulkenberg'in önüne geçmek isterken rakibine çarpan Rus pilot, pist dışına çıkarak yarışa veda etti. İsmi sallantıda olan ve ''acemiliklerinden'' dolayı eleştirilen Petrov'un bu hatası, önümüzdeki sezon takımdaki durumunu kritik hale getirdi. Tam bu kazayı atlattık derken ilk virajda Massa'nın yol dışına çıktığını gördük. Kötü bir sezon geçiren Brezilyalı pilot, Liuzzi ile çarpışmıştı. Yarışa başlamayan Di Grassi'yi de sayarsak, daha ilk tur bitmeden beş araç yarıştan elenmişti.
Güvenlik aracının piste girdiği sırada Renault için ikinci şok yaşandı. Bu senenin kuşkusuz en iyi çıkışını yakalayan Kubica, mekanik problemler yüzünden yarış dışı kalmıştı. Yarışın ilk turlarında bu aksilikler ortaya çıkınca, biz de daha heyecanlı ve çekişmeli bir mücadele bekliyorduk. Ancak ilerleyen turlarda bu beklentilerimiz suya düşmeye başladı. Ta ki Kobayashi'nin 12. sıradan pitten dönüşüne kadar.
Japon pilot, bir anda yukarılara doğru tırmanmaya başladı. Seyircisi önünde en azından puan almasını bekleyenler, daha fazlasıyla karşılaşmıştı. Alguersuari'yi geçişi, bana vatandaşı Takuma Sato'yu hatırlattı. 2007 Montrael'de Alonso'yu geçişi olay olmuştu Sato'nun. Kobayashi, Sato kadar çılgın ve ondan daha becerikli olunca bu geçişleri üst üste yaptı ve yedinci sıraya kadar yükseldi. BMW-Sauber için Kobayashi'nin bu performansı mutluluk verici oldu. Zaten yarıştan sonra da şampiyonluk mücadelesi kadar, Kobayashi'nin yarışa getirdiği zevk konuşuldu.
Geriye üç yarış kaldı. Red Bull pilotları arasında çekişme epey kızıştı. Alonso son şanslarını kullanıyor. Hamilton, bu yarışta da vites kutusu arızası yaşadı. Böylece üst üste iki yarış bitiremedikten sonra üçüncü yarışı da sorunlu oldu. Button'ın şansı az ama takımda en çok puan almak isteyen sürücü olma peşinde. Renault'un boş geçtiği bu yarışta, Mercedes GP sadece Schumi ile puan alabildi. Pilotlar ve markalar sıralaması şöyle:

Sürücüler:
1- Mark Webber 220 puan
2- Sebastian Vettel 206 puan
3- Fernando Alonso 206 puan
4- Lewis Hamilton 192 puan
5- Jenson Button 189 puan

Takımlar:
1- Red Bull Racing 426 puan
2- McLaren Mercedes 381 puan
3- Ferrari 334 puan
4- Mercedes GP 176 puan
5- Renault 133 puan

Mustafa Akkaya l 10 Ekim 2010 0 Yorum


Yıllardır TV karşısında başımızı ağrıtan şahıs bir zamanlar hal ahalisinin de canını bu kadar sıkmış mıdır acaba?