10 mayıs 1960'da Jamaika'da dünyaya gelen Merlene Ottey, üniversiteye kadar eğitimine ülkesinde devam etti. 76 Montreal Olimpiyat'ında 200 metrede altın madalya kazanan Jamaikalı sprinter Donald O'Riley Quarrie'den esinlenen Ottey atlet, o gün olmaya karar verir.
Eğitimi için Amerika Birleşik Devletleri'ne giden Merlene, Nebraska Üniversitesi'ne gider ve aynı zamanda atletizm takımına girdi. Özellikle 100 ve 200 metrede yarışan sprinter altet, ilk madalyasını 1979 Pan Amerikan Oyunları'nda 200 metrede 2. olarak kazandı. Ottey daha sonra ülkesini 80 Moskova Olimpiyatları'nda temsil etti. 200 metrede bronz madalya kazanan Merlene Ottey efsanesi böylece başlamış oldu. Spordaki bu başarısından sonra ülkesi ona 82 ve 90 yıllarında İngiliz Milletler Topluluğu Oyunları'nda kazandığı üç altın ve bir gümüş madalyadan sonraysa 'Jamaika Büyükelçisi' olarak anılmaya başlandı.
Açık ve Salon Dünya Atletizm Şampiyonaları'nda toplam altı altın madalyası bulunan Ottey, 1980-2004 arası katıldığı Olimpiyat Oyunları'nda ise hiç altın madalya kazanamadı. Üç gümüş ile altı bronze madalyası bulunan Merlene Olimpiyatlar'da altına en çok 1996 yılında yaklaştı. Atlanta'da kadınlar 100 metre finalini Gail Devers'ın saniyenin 500'de 1 kadar geride bitirdi ve çok arzuladığı altını kazanamadı.
Merlene Ottey 2000 Olimpiyatları öncesi dopingli çıkmış ama daha sonra temyize giderek kararı değiştirmişti. Yaşadığı bu zor günlerde Jamaikalı diğer sporcular ve federasyonla yaşadığı sorunlardan sonra Jamaika adına yarışmayı bırakan Ottey, 2002 yılından beri Slovenya adına yarışıyor.
Tarafsızlık gibi son derece göreceli bir kavram üstünden Ntvspor'u suçlamak ve bunu Rıdvan Dilmen'in ekseni etrafında yapmakla hiçbir şey elde edilmeyecek, edilse de tatmin edici olmayacaktır. Keza aynı kanalın bünyesine, işi gücü Fenerbahçe'ye sallamak olan Sergen Yalçın ile Galatasaray'a laf çakıyormuş süsü vererek Galatasaray haricinde her şeyi - bu her şeye sadece futbol takımları değil, spora dair ne varsa dahil - aşağılayan Hıncal Uluç da dahildir. Bu ikisine diğer, Fenerbahçe'ye toz kondurmayanları da ekleyip çeşitlendirmek mümkün.
İyi de arkadaşım, diğer takımlar hakkında da taraflı konuşanların olması, Fener lehine taraflı olanları mazur gösterir mi diyecekseniz tabii. Evet, göstermez ama bu Ntvspor'un taraflı olduğu anlamına da gelmez. Burada zikredilmesi gereken kelime kalitesizliktir.
Ntvspor'un öncelikle, acil çözmesi gereken bir problemi varsa o da hızla, hem de muazzam bir hızla düşen kalitesidir. Bir zamanlar parmakla gösterilen, adının sözlük anlamı kaliteyle neredeyse eş anlamlı hale gelen Ntvspor'un uzunca bir süredir içi kurumakta. Kadroya yeni eklenen veya eskiye göre ön plana çıkartılan isimler buram buram popülizm kokuyor, program içerikleri giderek sıradanlaşıyor ve baştan savmalık ilk bakışta belli oluyor.
Peki ne oldu da bu kadar kısa sürede, böylesi bir değişim yaşandı. Çoğu bu değişimi Kenan Onuk sonrası sendromla açıklamaya çalışıyor ama kadroda hala en az onun kadar kaliteli isimlerin olduğunu gözden kaçırıyorlar. Bildiğiniz gibi, bir süre önce Ntvspor karasal yayına geçti ve reyting ölçümlerine dahil oldu. İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Kısaca işin içine para ve rakamlar girdikten sonra eski misyon ve vizyondan eser kalmadı. Üstüne Doğuş Grubu'nun genel olarak hükümetle yakınlaşması sonucu gelen ticari yükselişi ve bundan doğan daha fazlasını isteme iştahının sonucu olarak reklam kuşaklarını boruculara emanet etmek gibi safi maddi hareketler eklenince sonuç kaçınılmaz oldu ve seviye yerlere indi. AB grubunun göz bebeği Ntvspor'un programları, sıkıntılarla, alıp veren oyuncularla dolarken aralardaki bilgilendirme amaçlı reklamlarla da hepimiz boru sektörü hakkında azımsanmayacak birikime sahip olmaya başladık.
Yani aslında öncelikli hikaye, tarafsızlıktan falan çok fazlası. Bugüne kadar YesNtvspor diyerek sonuna kadar desteklediğimiz, Türkiye'nin tek spor kanalı bu haldeyken, hala benim takımım senin takımın kavgası komik kalıyor. Kaldı ki bu vaziyet, kurum olarak bir takımın tarafını tutmaktan ziyade, kantarın topuzunu ayarlamaktan aciz yorumcuların isimleri ile kitleleri ekran başına toplama potansiyeline sahip oldukları için o programlara çıkartılmalarından kaynaklanıyor. Yani reyting kaygısından. Eğer çakraları açıp tepki gösterilmesi gereken esas konunun farkına varırsak gerisi kendiliğinden gelecektir zaten. Zihniyet değişikliğine yol açamadığımız sürece bu saçmalıklar ancak "standart" sapma olarak kalacaktır.
Sahaya çıkan 11'i gördükten sonra ilk aklıma gelen, geçen sezonki F.Bahçe mağlubiyeti sonrasındaki Sivasspor deplasmanı oldu. Mustafa Sarp, Ayhan Akman ve Barış Özbek'i en son bir arada o maçta izlemiştim. O günden farklı olarak Mehmet Topal yerine Serdar özkan görev aldı. Barış kanat yerine orta saha oynadı.
O günle bugün arasındaki ortak nokta ise G.Saray'ın iki maçı da mutlak kazanması gerekiyordu. Galibiyete ihtiyacı olan G.Saray iki zayıf rakibinin karşısına da üç defansif orta saha ile çıktı. Sivas'da 1-0 dan yakalanmışlardı. bugün 2-0'dan yakalandılar. 6 Nisan 2010'dan, 29 Temmuz 2010'a kadar geçen 114 günde yaşanan değişim geriye doğruysa durup bir kenar yönetime sormak lazım ne iş diye.
Rakip Serdar Özkan'ı bile durdurmakta zorlanıyor. Bu takıma karşı Rijkaard'ın tercihi, rakip kale sahasına girmeyen 3 orta saha. Dörtlü defans ve kaleciyi de eklersek toplam sekiz futbolcu golden uzak. G.Saray'a geldiği günden beri sistemi oturtması beklenen Hollandalılar'dan istenen bu değildi sanırım. İki kötü golü yemese G.Saray maçı 2-0, biraz da şansı olsa daha farklı da kazanabilirdi. Sıkıntı tabelada değil, tribünde. Rijkaard'a ilk günden bu yana destek olan, en kötü günde bile sırtını dönmeyen tribünlerde. Hücum futbolu izlemeye gelen G.Saraylılar memnun değiller. Cana'yı, Kewell'i, Pino'yu izlemek istiyorlar Ayhan'ı, Mustafa Sarp'ı, Barış'ı değil! Yönetimin önüne koyduğu malzemeyi kalitesiz bulablir ama bundan daha keyifli bir futbol ortaya çıkartmalı Hollandalı.
G.Saray Spor Kulübü'nü neresinden tutsanız elinizde kalıyor bu aralar. Bu kaosun ortasında tek bir ışık parlıyor o da Arda. Kaptan belli ki geçen sezonun sonunda yaşananları arkasında bırakmış. Attığı iki gol ile takımını öne geçirdi. Sadece attığı gollerle değil driblingleri ve pasları ile takımını ileriye taşıdı. Statta ve ekran başındakilere futbol izletti. En tepeden en alta akdar kötü yönetilen G.Saray'da bir onu karartamadılar. Umarım parlamaya devam eder genç yıldız.
Not: G.Saray'ın, Ali Sami Yen'in ölümünü mezarı başında andığı bir günde sahaya parçalı Sarı-Kırmızı ile çıkmak yerine, reklam yapmak adına "mercan" renkli forma ile çıkması da ayrı bir tartışma konusu.
Sanki lig biteli iki buçuk ay olmamış. Transfer dönemi yaşanmamış, futbolcular antrenman yapmamış. Bu maç uzun bir aradan sonra oynanan ilk resmi maç değil sanki, ligde 35. hafta maçı. Nereden tutsak elimizde kalacak bir yapı var ortada. Aslında sezon öncesi takım analizlerine bırakmak istiyordum bazı konuları ama zamanı geldi sanırım.
Galatasaray yönetimi sanırım geçen sene hiçbir maçı izlemedi. 3 tane Galatasaray maçı izleyen normal bir insan Sarp, Ayhan ve Barış'dan oluşan orta sahanın istenilen düzeyde performans alınamayacağını anlar. Ucuz hesaplarla, bakkal zihniyetiyle transfer yapılmaktan vazgeçilsin artık. Rijkaard geçen sene çok net bir şekilde oyuncu kalitesinin yetersizliğinden bahsetmişti. Bu kaliteyi arttıran bir hamle hala yok. Cana'nın yanına en az onun kalitesinde ve bireysel yetenek olarak biraz ilerisinde bir adam alınsın. Polak ve benzeri alternatiflerden bir tanesi gelecekse, Galatasaray yönetimi gidip "Yeni Rakı" ile anlaşsın çünkü bu sezon başka türlü gitmez.
Geçen sezon Baros'un sakatlanmasından hiç ders almamış yönetim, şu anda 2 forvet var kadromuzda. Hani Galatasaray her kulvarda kupalara adaydır ya yıllardır, 3 kulvar için 2 forvetimiz ve bir Kewell'ımız var. Ayrıca yönetimden bir isteğim daha var, Neill'ın yanına ona köstek olacak değil, destek olacak bir oyuncu getirsinler. Zaman zaman rakibin zaman zaman Servet'in kademesine giriyor Neill işi çok zor.
Gelelim olayın teknik direktör ve saha içi boyutuna. Frank Rijkaard geçen sene tecrübe ettiğimiz gibi yeni transferleri takıma biraz geç koyan birisi. Normaldir, kondisyon ve uyum süreci gibi bilimsel birikim gerektiren konularda bilgisi bu blogun bütün yazarlarının bildiğinden fazladır. Ama eğer bu takım bu maça bu üç orta saha ile çıkıyorsa onunda bir düşünmesi lazım. Benim Frank Rijkaard sevgim gereğinden fazla sanırım o yüzden bu yaptığı harekete kendimce bir açıklama getirdim. Takımın kadrosunun kalitesizliğini, yönetimin gözüne sokmak istedi sanırım. Umarım bu maçtan sonra Adnanlar bu işin dandik adamlarla olmayacağını anlamışlardır. Frank Rijkaard'ı eleştirdiğim nokta ise 11 kişiye 1 senedir skoru korumayı öğretememesi ve hala Aykut'un kaleci olduğunu düşünmesi. İlk gol kısmetsizliktir, futbolda böyle goller olur. Ama eğer bir takım kornerden öyle gol yiyorsa, ortada savunma kurgusunun ve bir kalecinin varlığından bahsetmek mümkün değil. Ve geçen sene bu günden takım özellikle bir konuda çok geride. Tobol maçı ve diğer çerez maçlarda duran toplardan gol buluyorduk. Belli ki sevgili kıvırcık bu sene bu konuya eğilmemiş. Son eleştirim ise o tribünü sadece laf olsun diye dolduran taraftara. Bir takım taraftarı yenilen gollerden sonra uzatmalarla birlikte 6 7 dakika daha varken, susuyorsa gelip taraftar edebiyatı yapmasın. 5 şampiyon takım içinde taraftarıyla en az maç kazanan takım Galatasaray.
Olayların güzel yönüne bakacak olursak, Neill bıraktığı yerden devam ediyor. Arda hırslı, Serdar istekli, Mehmet'de gelecek var, Kewell'ı bu formayla görmek güzel. Ama Mayıs 2010'dan Temmuz 2010'a, hatta Temmuz 2009'dan günümüze çözülen bir sorun yok. Futbolcular tatil yaptı, demek ki yönetimde bu tatile uyum sağlamış. Sonuçta Frank Rijkaard bir aşçı ve eline ne malzeme verirseniz ortaya ona göre bir sonuç çıkar. Evet aşçımızın da bazı hataları var ama önüne konana malzemenin kilit noktalarında sorunlar var.
Turun geçilip geçilmemesi mesele değil. Ama özellikle son üç sezondur Galatasaray'a hakim olan yapboz düzeninin değişmesi lazım. Önümüzde daha çok maç var, umudu kaybetmemek lazım.
İkinci yarıda oyuna Necip girdi. Nihat bu maçta fazla varlık gösterememişti. Böylece oyunun dengesi değişti. Plezen yine birkaç tehlike yaratmak istedi. Bunun dışında hızlı çıkışlar yapamadıkları gibi, orta sahada daha fazla boğuşmak zorunda kaldılar. Ernst-Delgado merkezli pas trafiğine Necip de eklendi. Belirtmeden edemeyeceğim; Necip'in bu yükselen performansı beni heyecanlandırıyor. Topu ayağına alışı bile taraftara güven veriyor. Savruk değil. Pas atmayı biliyor. İleri çıkıp alternatif yaratabiliyor. Savunmadaki zamanlama ve pozisyon hatalarını en aza indirgerse büyük bir oyuncu olabilir. Oyunun ileri aşamalarında Beşiktaş daha hakim ve rahat oynadı. 75. dakikadan sonra yine kontrolü Plezen'e verseler de bu sefer fazla dağılmadılar. Oyuna sonradan giren Bobo iki önemli pozisyonu harcadı. İlkinde oyuna ısınamadığı için gelen topa net bir şekilde vuramadı. İkincisinde ise top az farkla dışarı çıktı. Bobo, özellikle arkası bu kadar sağlamken coşmalı.
Peki neden siyah-beyaz bir maç diyorum? İlk yarı kapkara bir oyun izledik. İçimiz sıkıldı. Takımın bu haline inanamadık. Ancak ikinci yarı daha dengeli ve olması gerektiği gibi oynadık. Çok mu iyi? Hayır. Ama deplasmanda, ilk maçta, henüz sezon başıyken bu oyun yeterliydi. İlk kez bu sezon Beşiktaş'ı 90 dakika izledim. Çok daha fazla çalışmaları gerekecek. Özellikle Delgado ve Tabata ile ne yapılacağı belli olmalı. Hilbert gerekirse bek oynatılmalı. Nobre'ye kibarca yedek kulübesi gösterilmeli ve Necip-Ernst ortaklığı işletilmeli. Daha bu takıma Guti'nin geleceğini de unutmamak gerek. Bu takım, bir seviye üste çıkmalı. Guti, bunu tek başına yapacak güçte. Yeter ki diğerleri de ona ayak uydursun.
Takımların iyi yönlerini görmek kolaydır, ama kötü yönleri genelde gözden kaçar. İlk yarı Beşiktaş’ın kötü yönleri gözden kaçamayacak kadar belirgindi. Schuster maçtan önce yaptığı açıklamada bu maçın takımın görüntüsü açısından önemli olduğunu söylemişti. Gerçekten de öyle; ama hazır olmayan bir tek takım değil, aynı zamanda işlenmeye çalışılan sistemdi.
Sadece geçen sene değil, 4-5 senedir Beşiktaş hücum futbolu oynamıyor. Üstelik geçen sene oynadığı defansif oyun takımın genetiğine iyice işlemiş durumda. Bernd Schuster’in takımın başına gelmesi bu sebeple çok önemli. Hücum futbolu! Takımda (özellikle uzun zamandır oynayan bazı yerli oyuncular) hücum futboluna hiç alışık olmayan oyuncular var. Bu durumu düzeltmenin iki yolu var. Ya alışık olmayanları ve alışamayacakları takımdan bıçak gibi keseceksiniz, ya da bu oyunculara, sisteme alışması için gerekli zamanı vereceksiniz. İşte burada Guti ve Quaresma transferleri devreye giriyor, çünkü bu oyuncular hücum futboluna yatkınlar. Peki yeterli mi? Plzen maçı bu soruların cevabı için yeterli değil. Ama genel soruları cevaplayacak anahtarlar var.
Defansın yaptığı hatalarda Ferrari sesleri yükseliyor ama Ferrari aranan adam değil. Ferrari çok iyi bir defans oyuncusu ve kademe hataları çok az olan bir oyuncu olabilir, ama iyi bir defansif oyuncu değil. Çünkü topu önde karşılayamadığı gibi topu oyuna hızlı da sokamıyor. Defansın arkasına yaslanarak oynadığından kademe hatalarını çok hızlı kapatıyor, ama önde olduğunda bu hataları bu kadar çabuk kapatamıyor. İbrahim Toraman ise motivasyonu yüksek olduğu maçlarda hatasız ama biraz kırıldığında kademe hataları yapan bir oyuncu. Bunu da hırsı ve mücadelesi ile kapatmaya çalışıyor. Sivok ise bu mevkide başarılı olabilcek bir oyuncu çünkü risk almayı ve oyunu önde kurmayı biliyor ama top kayıplarında ağır kalıyor.
Defansta bu tür problemler olunca Ernst orta sahada yalnız kalıyor. Aslında beklenen Delgado’nun ona yardıma gelmesi ama Schuster’in istediği defansın öne çıkıp ona yardım etmesi. İkinci yarıda oyuna giren Necip her ne kadar tempoyu düşürüp orta sahayı rahatlatsa da inatçı Schuster’in bu sistemi bozmayacağını düşünüyorum.
Guti transferi bu konuda yine kilit bir önem taşıyor, çünkü orta saha açığını kapatacak ve pas trafiğini düzenleyecek kişi. Delgado’nun orta sahanın önüne bile gelmediğini düşünürsek, Guti Ernst’i en azından orta dilimde rahatlatacak biri.
İlk yarı sonundaki penaltıda, önemli olan o pozisyonda Quaresma’nın baskı yapmasıydı. Disiplinsiz ve taktik düzene uygun olmayan bir oyuncu damgası yiyen biri için o baskı ve isteği göstermesi önemli.
Kanatlarda Beşiktaş’ın sorun yaşaması yine defansın öne çıkmasındaki ince ayara bağlı. Eğer Beşiktaş, Schuster’in istediği gibi saldıran bir takım hüviyeti kazanmak istiyorsa bu defansif nüansı iyi ayarlaması lazım. Çünkü sağ ve sol uçta oynayan oyuncular defansif yönleri iyi olmayan oyuncular. Kanat aralarındaki mesafe uzarsa ortada yalnız kalan Ernst güçsüz kalır ve rakip takım bu kademe açıklarını lehine kullanır.
Beşiktaş’ın en kusursuz gözüken yeri, bu maçın da adamı olan Hakan’ın mevkisi; Kaleci. Denizlispor’dan Cenk’i de alarak doğru bir iş yapan Beşiktaş’ın canını yakabilecek goller ya şanssızlıktan ya da mucizevi bir şekilde gelir.
Kanatlarda Nihat-Quaresma ve ortada Guti varken herkes Nobre’den gol kralı olmasını bekler ama Schuster’in tercihi o olur mu? Zor gibi. Golcü tercihi Bobo ya da yeni alınacak biri olacaktır.
Bu maç için dikkat çekici başka bir olay, rakip takımın önceden hiç izlenmemiş olması. Schuster her ne kadar bu maçta takımını görmek istediğini söylese de rakibin izlenmemesi Turkcell Super Lig’de başa bela açabilir. Kapalı kutu Anadolu takımları her zaman büyüklere sürpriz yapmıştır. Tayfur Hoca’nın deneyimlerini Schuster ile paylaşacağından eminim.
2008-2009 sezonu öncesi yöneltilen ''Galatasaray'ın kaleci transferine ihtiyacı var mı?'' sorusuna dalga geçerek ''Buffon falan gelmeyecekse gerek yok'' cevap vermişti Aykut. 4,5 sene oldu Alex 85. dakikada frikikten Aykut'a gol atarken. İlk maçı demiştik, o yüzden tedirgin yan toplarda ama sağolsun kendisi bizi haksız çıkarmak için 4,5 senedir inatla çabalıyor. Kendisi her korner olduğunda rakip takım penaltı kullanırmış hissi oluşturdu sağolsun.
Leo Franco kötü bir kaleciydi ama ıslıklanmayı hak etmemişti. En azından maç devam ederken. Bugün son dakikalarda bu seferde Aykut ıslıklandı. Yediği hatalı golden dolayı mı ıslıklandı? Yoksa 4,5 sezondur her yan topta şaşkın ördek misali çıkayım, dur çıkmayayım, tam ortada durayım en iyisi o diye diye sebep olduğu bir Şampiyonlar Ligi sezonu ve muhtemel bir Avrupa Ligi sezonu mudur?. Eğer ikinci sebepse sonuna kadar destekliyorum. Yaş itibariyle çok fazla kaleci seyretmedim Galatasary formasıyla. Ama kendisi Volkan Kilimci'den sonra en az güven veren kalecidir bana. 2 gün içinde 3 maç seyrettik, hatta ben bu yazıyı yazarken Beşiktaş maçı devam etmekte 3 takımda Türk kalecilerle oynadı. Volkan ve Hakan takımlarının avantajlı skorla dönmelerini sağlarken Aykut olan avantajı yok etti. Hep söylenir ''alt yapıdan bi çocuk yok mu Barış'tan daha kötü mü oynayacak'' diye sanırım yakın zamanda Aykut Erçetin de buna benzer bir cümlenin parçası olucak.
Bu golü Pazartesi günü ofistan çıkmaya yakın bir zamanda izledim maç oynanırken. Şimdi tekrar konusu açıldı ve ben de paylaşma isteği yeniden uyandı. 2008 ve 2010'da iki kupayı birden kaldıran Bazılarına göre İspanya iyi bir jenerasyon yakalamıştı ve bu jenarasyonun en önemli parçası Xavi ve İniesta 2014'de yaşlanacaktı (!). Geriden kimse gelmeyecekti sanki. U 19 milli takımı böyle gol atan ülkede sanırım uzun seneler gelen gideni aratmayacak, çünkü onlar jenerasyon yakalamıyor, kendi jenerasyonlarını yaratıyor.
BMW yönetim kurulu üyesi Ian Robertson yaptığı açıklamada; Mini'nin otomobil sporlarında olmasından dolayı heyecan duyduğunu ve ralli yarışlarında da başarı elde edebileceklerini belirtti. Prodrive ile iyi bir işbirliği içinde olduklarını ve bunun da başarı getireceğini ayrıca ekledi. 2010 Sonbaharında testlerin yapılacağı söyleniyor. İlk testi kimin yapacağı ise henüz belli değil. 2011 yılında bazı yarışlarda mücadele edecek olan Mini, 2012 yılında ise sürekli olarak yarışacak. BMW yetkilileri ayrıca, bu yarışlarda uzun süre kalacaklarını da ekledi. Bu da Citroen ve Ford'un kısır çekişmesini daha da zevkli hale getirecektir.
Mini, Mini Cooper S adıyla 1960'larda ilk olarak yarışmaya başlamıştı. 1964, 1965 ve 1967 yıllarında Monte Carlo Ralli'sini kazanan Mini Cooper; 1966 yılında Monte Carlo'da üçleme yapmıştı. Timo Makinen, Rauno Aaltonen ve Paddy Hopkirk ilk üç sırayı almış, ancak yapılan inceleme sonunda tepe lambası ile ilgili bir konuda yapılan itiraz sonunda diskalifiye edilmişlerdi. İtirazı yapan taraf Citroen'di. Şimdi yıllar sonra tekrar karşılaşacaklar. Neticede Mini markası, Monte Carlo yarışlarıyla bir efsane haline gelmişti. İşte efsane yıllar sonra tekrar yerini alıyor.
İlk gün 20 km erkekler yürüyüş finali vardı. 10 km'de Avrupa ve Dünya Gençler Şampiyonluğu bulunan Rus Stanislav Emelyanov 1:20:10'luk derecesiyle altın madalyaya uzandı. Olimpiyat şampiyonu Alex Schwazer ikinci olurken, Portekizli tecrübeli atlet Joao Vieira ise üçüncü olarak sezonun en iyi yarışını çıkardı. Günün ikinci finali kadınlar gülle atma yarışlarıydı. Bu sene Dünya Salon Atletizm Şampiyonası'nda rekor kıran Belaruslu Nadzeya Ostapchuk 20.48'lik atışıyla altın madalyanın sahibi oldu. İkinciliği ise bu seneki en büyük rakibi ve vatandaşı Natalia Mikhnevich 19.53'lük atışıyla kazandı. Rus Anna Avdeyeva ise üçüncü olarak kariyerinin en iyi sonucunu aldı. Bu kulvarda, Olimpiyat ve Dünya ikincisi Alman Nadine Kleinert yedinci olarak hayal kırıklığı yarattı. Günün son finali 10000 metre erkeklerde yaşandı. Bu alanda Büyük Britanyalı atletlerin üstünlüğü vardı. 3000 ve 5000 metrelerde altın madalyası bulunan Mohammed Farah, burada 28:24:99 koşarak birinci oldu. Vatandaşı Chris Thompson ikinci olurken, İtalyan Daniele Meucci ise üçüncü oldu. Türk sporcu Kemal Koyuncu ise yarışı sonuncu sırada tamamladı.
İkinci günün ilk finali 20 km kadınlar yürüyüşünde yaşandı. İlk üçte Rus atletler yer aldılar. Olimpiyat ve Dünya şampiyonu Rus Olga Kaniskina eksik olan Avrupa şampiyonluğunu bu müsabakada tamamladı. 1:27:44'lük derecesiyle sezonun en iyi yarışını çıkardı. Bu sezonun en iyisi Anisya Kirdyapkina ikinci sırayı alırken, Vera Sokolova ise üçüncü oldu. Kadınlar disk atma finalinde de madalyalar sahiplerini buldu. Hırvat Sandra Perkovic son hakkında 64.67'lik atışıyla birinci oldu. Roman Niculeta Grasu 63.48 ile ikinci olurken, Polonyalı Joanna Wisniewska 62.37'lik atışıyla sezonun en iyi derecesini elde etti. Olimpiyat şampiyonu Rus Natalya Sadova 61.20'de kaldı. Uzun atlama kadınlar finalinde Letonyalı Ineta Radevica 6.92 ile birinci olup ülkesinin rekorunu da kırmış oldu. Dünya ve Avrupa Salon Atletizm şampiyonu Portekizli Naide Gomes de 6.92 atlayıp sezonun en iyi derecesini elde etti. Ancak bir önceki derecesi Radevica'dan daha kötü olduğu için ikinci sırada kaldı. Rus Olga Kucherenko 6.84 ile üçüncü sırayı aldı. İddialı isimlerden Lyudmila Kolchanova beşinci sırada kaldı. Erkekler çekiç atma finalinde heyecan son ana kadar sürdü. Slovak Libor Charfreitag ikinci hakkında attığı 80.02 ile birinci oldu. Tecrübeli İtalyan Nicola Vizzoni son hakkında 79.12 atarak hem sezonun en iyi atışı yapmış hem de ikinciliği kazanmış oldu. Olimpiyat ikincisi Macar Krizstian Pars ise üçüncü sırayı aldı.
Gecenin beklenen yarışı ise erkekler 100 metredeydi. Fransız Christophe Lemaitre ile Britanyalı Dwain Chambers arasında büyük bir yarışın geçeceği bekleniyordu. Yarış başladığında bir başka iddialı isim olan Portekizli Obikwelu çok iyi çıkış yaptı ve 3-4 metrelik bir fark yarattı. Ancak Fransız atlet Lemaitre bir anda gerilerden kopup geldi ve birinciliği 10.11 ile kazandı. 10 saniyenin altına bu kez inemedi ancak birincilik alarak 2012 Olimpiyatları'na göz kırpmaya devam etti. Arkasındaki dört atletin de 10.18 ile yarışı tamamlaması ilginçti. Yapılan incelemeler sonucunda hakemler dört sporcuya da bu süreyi verdiler. Ancak madalyaları, sırasıyla Britanyalı Mark Lewis-Francis ve Fransız Martial Mbandjock kazandı. Böylece Chambers 100 metrede hayal kırıklığına uğramış oldu.
Şimdi gelelim başlığımızın konusuna. Elvan Abeylegesse 10000 metrede 31:10:23 ile birinci olarak Avrupa şampiyonu oldu. Böylesine önemli bir şampiyonada altın madalyayı kazanması büyük bir başarı. 2002'de aynı başarıyı Süreyya Ayhan da yaşamıştı. Dilerim sonu benzemez. Elvan o kadar rahattı ki, arkasından gelen ilk atlet 12 saniye sonra yarışı bitirebildi. Daha önceden Avrupa şampiyonluğu yaşamış olan Rus Inga Abitova ikinci, Portekizli Jessica Augusto ise üçüncü oldu. Bir başka temsilcimiz Meryem Erdoğan da 31:44:86 ile sezonun en iyi derecesini yaptı ve beşinci oldu. Ülkemiz açısından önemli bir başarı. Türkiye böylece ilk altın madalyasını kazanmış oldu. Bundan sonra madalyalar gelir mi, şüpheli. Ancak ilgiyi arttırmadığımız müddetçe sporcularımızın başarılı olmasının çok fazla anlamı olmayacaktır.
Young Boyslu futbolcular yakaladıkları fırsatları beceriksizce harcarken Stouch, ileriye Gökhan Ünal'a gönderdiği topu geri aldıktan sonra harika bir vuruşla imdada yetişti. Devre sonuna doğru hakettiğini alamamış Young Boys oyundan düşmeye başlamıştı. Tam oyun dengeye oturuyor, ipler F.Bahçe'nin eline geçiyordu ki geldiği günden bu yana dengeleri alt üst etmekte rakip tanımayan Kazım bir kere daha çıktı sahneye. Anlatmaya gerek bile yok hakem ilk yarıyı bitirirken rakip takıma umut aşılamayı başardı.
İlk yarı bütün eforunu harcadığında mıdır bilinmez Young Boys bir kişi eksik F.Bahçe karşısında bir türlü istediği tempoyu yakalayamadı. 75. dakikaya kadar süt liman geçti karşılaşma. Fakat Emre'nin temposunun düşmesi ile beraber az olan pas alışverişi durunca tekrar hareketlendi Young Boys. Son vuruş eksikliğinin zirve yapması, direkler ve Volkan'ın performansı ile skoru tutabildi F.Bahçe.
Maçın en etkili oyuncusu Degen'in cezasahası slalomunda basit bir penaltı ile skor 2-2'ye gelse de Rus ruletinden kazançlı çıkan F.Bahçe oldu. 90 dakika sonunda bu kadar kötü bir oyunla deplasmandan gollü beraberlikle dönebilmek gerçekten büyük şans. Gecenin sonunda söylenecek tek güzel şey Stouch olabilir. Maç boyunca yerinde durmadı. Boşa çıktı top aldı, verdi. Eksik ve sakat oyuncuların dönmesi ile F.Bahçe'nin ve Stouch'un da performansı artacaktır. Kötü yanlara ise ayrı bir yazı konusu...
Bu şemsiye Kazım'ı yağmurdan koruyabilir ama esas korunması gereken eleştiriler olacak. |
Potansiyelli, isimsiz takımın, tecrübeli ve isimli takımı ağırladığı maçta, Fenerbahçe psikolojik üstünlüğünü skor üstünlüğüne çabuk ve kolay dönüştürdü. İsminin hakkını vererek titrek başlayan Young Boys daha ne olduğunu anlamadan kalesinde golü görüverdi. Sonrasında ise gelişim sürecindeki Türk futbolunun biricik hastalığı baş gösterdi: Avrupa maçında öne geçtiğinde ne yapacağını bilememe. Hele ki deplasmandaysan. Young Boys da bu ince hastalığı çabuk keşfetti ve sağdan, soldan ve tabii ki ortadan yaldır yaldır gidip gelmeye başladılar. Özellikle Bienvenu ve Doubai, Fenerbahçe defansını yıprattı da yıprattı. Nihayetinde de maçın başından beri kafa toplarına vurmakta yaşanan büyük acz meyvesini verdi ve skor eşitlendi. Golden sonra Young Boys'un kendine gelen güvenine Fenerbahçe, uzun ve anlamsız toplar ve yükselen sinirle karşılık verdi! Sinir demişken Emre'nin gol atmasına rağmen engelleyemediği giderli bakışları ile Alex'in ince bir çelmeyle Young Boys'un kontra atağını kestiği ama sakin halleri ve rakibini yerden kaldırması ile net bir sarı karttan yırttığı pozisyon arasındaki farka dikkat çekmek isterim.
Neyse ki rakip Young Boys'tu ve hücumda Fenerbahçe'yi bu kadar zorlamanın bedelini bir şekilde ödeyeceklerdi. Bu bedel de defansta verilen açıklar oldu ama Fener'in bu açıkları değerlendirmesi için 25 dakika geçmesi gerekti. Buluştuğu topların tehlikeye dönüşeceğini daha maçın başında belli eden Gökhan Ünal ilk golden sonraki ikinci topla buluşmasında ikinci asistini yaptı ve maç boyu ışıldayan tek Fenerbahçeli Stoch'un müthiş füzesi ile Sarı Lacivertliler bir kez daha öne geçti.
Tam devre biterken gelen gole seviniyorduk ki Kazım kendine yakışanı yaptı ve kalbine ikinci hançeri yiyen İsviçre ekibini ayağa kaldırabilecek yegane hamleyi yaptı. Ona özel, sadece onun göreceği cinsten bir kırmızı kartla bir adım öne geçen takımını on adım geriye götürdü. Görünen o ki sürgün hayatında hiçbir şey öğrenmemiş. Bu sene de böyle olacaksa bir sene daha veya temelli sürgüne gitmesinde bir sakınca yok bence.
İkinci yarı Fenerbahçe mecbur daha defansif bir anlayışla başladı. Aslında ilk şoku atlatmak için iyi de oldu. Young Boys yine pozisyon bulmaya devam etti ama daha az saçma olanlarından, daha olağan cinslerinden. Tabii bu pozisyonların, gelen golün habercisi olma ihtimali bir hayli yüksekti. O yüzden Fenerbahçe'nin biraz daha ileride, biraz daha fazla ayağında top tutmaya başlaması gerekiyordu. Bunun için de takımı dirileştirmek, oyuncu değiştirmek akla ilk gelen çözüm olmasına rağmen bunu yapan Young Boys oldu. Aykut Kocaman'ın buna gelen geç cevabı ise biraz garip! oldu. Gökhan'ı çıkartarak takımı forvetsiz bırakıp, 40 metreye çekmeyi ve topları savura savura oyunun hakimiyetini tamamen rakibe vermeyi tercih etti. O saatten sonra maçın sonucunu tayin edecek yegane şey vardı. O da Volkan'ın performansı. Neyse ki hayatını uçlarda yaşamayı seven Volkan'ın iyi günlerinden birine denk geldik ve direğin de yardımıyla Fenerbahçe skoru tutmayı başardı. Ta ki 89. dakikaya kadar. Young Boys yirmiden ziyade atakla yapamadığını penaltıyla yaptı ve bir kez daha skoru eşitleyip maçın sonucunu tayin etti.
Her ne kadar Kazım'ın şapkadan çıkardığı kırmızının etkisi olsa da Fenerbahçe, silik ve bitik gözüktü zayıf rakibi karşısında. Aykut da ilk önemli sınavında zayıf not aldı bana göre. Sonuçta Fenerbahçe bu turu geçecektir ama bir sonraki tura dev bir soru işareti taşıyarak.
ATA ATAY
Başlık “Yoldaşlar ve Arkadaşlık” anlamına geliyor. Kraftwerk’in Tour de France Soundtracks albümündeki Tour de France şarkısından bir dize. Bisiklet sporunu ve ruhunu çok güzel özetler. 21 günlük Tour de France boyunca takımlar Paris’te finişi görebilmek için yoldaştılar. Bu seneki Tour de France da tamamlandığına göre bir göz atmakta yarar var.
Fabian Cancellara tüm bisikletçileri protesto için bir arada tutmayı başarıyor |
Mark Cavendish etap galibiyeti sonrasında podyumun ağlamaktan kendini alamıyor. |
Sakatlığından dolayı sarı mayosundan olan Cadel Evans'ın gözyaşları Mouro Santambrogio'nun omzuna akıyor. |
Alexander Vinokourov çok yaklaşıp kaybettiği 12. etabın acısını bir gün sonraki etabı kazanarak çıkarttı |
Ardından Tourmalet geçiliyordu ve üstüne de Tourmalet zirve finişi vardı. Andy Schleck’in 31 saniye geride olmasından ötürü atak yapması gerekiyordu. Zamana karşıda dikkate alındığında 1 dakika gibi bir fark yaratması gerekiyordu Andy’nin Pireneler’de. Zirve tırmanılırken Andy bir çok atak yaptı; ama nafileydi. Alberto’yu silkeleyemedi Tourmalet’ye çıkarken. Tüm pelotonu bu iki isim silkeledi ama.
Tourmalet zirvesine çıkarken Andy Schleck, Alberto Contador'a uzun yıllar unutulmayacak bir bakış atıyor. |
Sarı Mayoyu; Alberto Contador, Beyaz Mayoyu; Andy Schleck, Yeşil Mayoyu: Alessadnro Petacchi, Kırmızı Benekli Mayonun sahibi ise Anthony Charteau oldu. |
Salies-de-Bearn Bordeaux arsındaki etapda bisikletçilere bir hayranları atıyla eşlik etti |
Lance Armstrong'la hayal kırıklığı yaşayan Team RadioShack takımlar sıralamasında zirveye çıkarak teselli buldu. |
Beyaz mayonun kazananı Andy Schleck sarı mayo için Tourmalet'de Contador'u silkelemeye çalışıyor ama faydasız. |
Lance Armstrong, podyumda bisikletseverleri son kez selamlarken |
2 senedir Galatasaray ülkemizde ağırlıklı olarak kız rengi(!) diye adlandırılan mor ve pembe (mercan!) renklerinde formalar yapıyor. Hemen burda ilk eleştirimi Galatasaray yönetimine yapmak istiyorumö. Lafı dolandırmaya gerek yok. Galatlar, mercan forma gibi hikayelerle, az gelişmiş zihinlerin renklere yüklediği cinsel kimlikleri ortadan kaldırmaya çalışmak abes bence. Arkadaşlar bu sene içimizden mor forma yapmak geldi, seneye kısmetse pembe, sonrasında fuyşa yapacağız deseler daha iyi olacak. Ha ben endüstriyel futbol adına böyle alakasız renklerin kullanılmasına karşıyım o ayrı. Ama kabul etmek istemesek de oyunun kuralları değişiyor.
Karı gibi saç uzatmak, karı gibi ağlamak, karı gibi kırıtmak, derken kadın olmayı nedense aşalıyoruz. Yetmiyor renklere cinsel kimlik yüklüyoruz. Bazı renkler kadın rengi, bunu giyen erkeklerde yumuşacayak falan diyoruz. Belki bir çoğunuz bunu yaparken farkında değil gizli "homofobik" olduğundan. Şaka yaptığını, komik olduğunu düşünüyor.
Sizi daha fazla bayıltmadan, futbol ve homofobi üzerine yapılan bir anketle neticelendirmek istiyorum yazıyı. Ellis Casmore ve Jamie Cleland bir anket yapmışlar burada. Anketin konusu futbol ve homofobi. Şu ana kadar 2000'e yakın insanın oyladığı ankette, katılımcıların yüzde 90'ı yeşil sahalarda yeri yok diyor homofobinin. İşi ileri götürüp, oyuncuların cinsel kimlikleri bizi hiç ilgilendirmez, önemli olan saha iyi performansı diyen geniş ufuklu arkadaşlar bile var. Ama hem anketi düzenleyen Casmore'un hem de taraftarın ortak bir kaygısı var. Eğer bir futbolcu eşcinsel olduğunu söylerse, rakip takım taraftarlarının ve oyuncularının bu durumu moral bozmak için kullanmasından çekiniyorlar. Yani saha içinde başarı için farkında olmadan homofobik söylemlerin destekleneceğinden korkuyorlar.
Yıllardır renklere siyasi anlamlar yüklediler. Tam bitti renkler artık özgür diye sevinirken, şimdi gereksiz erkeklik geyikleri yapılıyor renkler üzerinden. Umarım ibne(!) morun, delikanlı(!) mor olduğu günleri yaşarız
2010 Tour de France'a veda ederken, Ata Atay'ın kaleminden I.Dünya Savaşında hayatını kaybeden Tour de France efsaneleri...
12. Tour de France’ın başlamasına saatler kala Gavrilo Princip farkında olmadan I. Dünya Savaşı’nın ateşini yakmıştı. 28 Haziran 1914’de son şampiyon Philippe Thys ve 144 bisikletçi Paris’ten Le Havre’a yarıştılar. Sırp milliyetçi Princip, Saraybosna’da Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand’ı öldürmüştü.
Takip eden bir ay içinde Avrupa’nın büyük güçleri diplomatik manevralar ile meşgul olurken, Belçikalı Thys ve Fransız Henri Péllissier epik bir savaş veriyorlardı genel klasman zaferi için. Belçikalı 1 dakika 50 saniye fark ile kazandı. Thys’in üst üste ikinci Tour de France zaferinden günler sonra bir başka türlü savaş başladı. 28 Temmuz’da Avusturya-Macaristan Sırbistan’a savaş ilan etti. Almanya, Fransa, Britanya ve Rusya hemen parçası oldular ve çatışma tüm dünyaya yayıldı. 15 milyon insanın öldüğü dört yılda aralarında grand tour kazanan, klasik yıldızı olan ve olimpiyat şampiyonu ünlü bisikletçi hayatını kaybetti.
Savaş öncesi dönemde yol bisikletinde Fransa üstün güçtü. I. Dünya Savaşı’nda da elliden fazla bisikletçi hayatını kaybetti. François Faber, Octave Lapize ve Lucien Petit-Breton da bu isimlerin arasındaydı.
FRANÇOIS FABER zamanının Miguel Induráin’i idi. Babasından gelen Lüksemburg pasaportuna rağmen Fransa’da doğmuş, yaşamış ve kendini Fransız olarak görmüştür. Tour de France’ı ilk kez 1906’da koşmuştur; ama bitirememiştir. 1907’de beşinci olmuş ve 1908’de takım arkadaşı Lucien Petit-Breton’un ardından ikinci olmuştur. 1909’da Alcyon takımına geçmiş ve genel klasman liderliğini kar ve dondurucu soğukların etkilediği bir yarışta kazanmıştır. İkinci etapla birlikte peş peşe beş etap kazanmıştır ve bu rekor hâlâ Faber’in elindedir. Resmi olarak Lüksemburglu olan François Faber, Tour de France’ı kazanan ilk yabancı bisikletçidir.
1910’da takım arkadaşı Octave Lapize’e geçilirken Pireneler’de köpeğe çarpmış ve çok kötü sakatlanmış, yine de Lapize’e son etapta zorluklar çıkarmış, kendisini son patlayıcı sprintler bitirmiştir. Kariyeri boyunca Faber klasik yarışlarda da zaferler elde etmiştir. Bu klasikler Paris-Roubaix, Giro di Lombardia, Paris-Tours, Paris-Brüksel ve Bordeaux-Paris’dir.
Savaş çıktığı zaman, 1914 Tour de France’dan bir kaç gün sonra, Fransız Ordusu’na yazılmıştır François Faber. Frana Yabancı Alay’ına katılmış ve onbaşılığa yükselmiştir. 4 Mayıs 1915’de Faber’in karısı ilk çocuklarını doğurmuştur. Güzel haberi veren mektup 9 Mayıs’da güzel haberi taşıyan mektup Carency’deki siperlerde François Faber’in eline geçmiştir. Bir hikayeye göre François Faber’in mektubu okurken mutluluktan zıpladığı ve Alman sniper tarafından öldürüldüğünü söyler. Daha çok kabul edilen hikayeye göre Fransız hatlarına bir askeri taşırken vurulduğu anlatılır.
François Faber anısına Notre Dame de Lorette ulusal mezarlığı’nda, öldüğü yere yakın, bir plaket vardır. Ayrıca Lüksemburg’da anısına The Grand Prix François Faber koşulur her yılın Mart ayında.
OCTAVE LAPIZE, François Faber’in Alcyon takım arkadaşı ve 1910 Tour de France’daki en büyük rakibi, Pirenelerin ilk tırmanıldığı 1910’da yarış komiserlerine “Katiller! Siz katilsiniz!” diye bağıran bisikletçi olarak bilinir. 1910 ikinci Tour de France koştuğu senedir. İlki de bir sene önce, bir çok bisikletçi gibi bıraktığı 1909 Tour de France’dır. Lapize, bisiklette ilk zaferi 1908 Londra Olimpiyatları’nda, 100 kilometre yarışında bronz madalyayı aldığında tatmıştır. İki yıl sonra Tour de France kazanan olimpiyat madalyası sahibi ilk isim olmuştur. 1909’da üç sene üst üste zafere ulaştığı Paris-Roubaix’de ilk zaferini elde etmiştir. Üst üste üç kez Paris-Roubaix kazanan tek isimdir. 1911’de zaferlerine Paris-Brüksel ve Fransa Ulusal Şampiyonluk mayosunu eklemiştir. Ancak Tour’da bir daha zirve için yarışmamıştır.
Savaş çıktıktan sonra Octave Lapize Fransa Ordusu Hava Kuvvetleri’ne katılmış ve uçuş eğitmeni olmadan önce pilot olarak eğitim almıştır. 1917 Şubat’ında Bar-le-Duc’da cephe önüne gönderilmiştir ve 28 Haziran’da Alman topçuları için keşif uçuşu yapan Alman uçağına saldırması emredilmiştir. 1910 Tour de France’daki mayo numarası olan 4, uçağının da taşıdığı numaraydı ve Nieuport XXIII uçağıyla havalandı. Uçakların birbirlerini üçüncü kez gördükten sonra Lapize’in uçağı vurulmuştur ve Fransız hatlarının 8 kilometre gerisine düşmüştür. Lapize yaralarından dolayı bir kaç hafta sonra hastanede hayatını kaybetmiştir. Paris’in doğu banliyölerinden Villiers-sur-Marne’e gömülmüştür. Burada adı bir stadyuma verilmiştir.
LUCIEN PETIT-BRETON, babasının korkutmalarına rağmen abisi ve küçük erkek kardeşi ile göç ettikleri Arjantin’de bisiklet yarışlarının hayranı olur. Buenos Aires’te pist yarışlarına katıldığında Breton adını kullanır ailesinin Breton köklerinden ötürü.
Arjantin pist şampiyonluğunu kazandığında ünü yayılır ve 1899’da da Ulusal Yol Şampiyonası’nı kazanır. Üç yıl sonra Fransa’ya geri döner ve Paris’te açılan Buffalo pistinde yarışmaya başlar. Ünü arttıkça Luicen Breton ile karıştırılmamak için Petit-Breton olarak kullanmaya başlar ismini. 1905 yılında Petit-Breton olarak 41.11 kilometre ile Buffalo’da saat rekorunu kırar. Bu rekordan sonra yol yarışlarında yarışmaya karar verir pist yarışları yerine.
1906’da Paris-Tours’u kazanan Petit-Breton, günümüzde monumental olarak bilinen beş klasik yarıştan Milan-San Remo’nun ilkini 1907’de kazanır. Düzenli ve zarif stilinden dolayı ‘The Metronome’ olarak bilinen Petit-Breton 1907’de Tour de France’ı takım arkadaşı Emile Georget’nin son etapta yasak bisiklet değişimi yapmasından ötürü kazanır. 1908’de bir kez daha Tour de France’ı kazanır ve Tour’u iki kez kazanan ilk isim olur.
Savaş ile birlikte Petit-Breton’da orduya dahil olur ve ön hatlarda ve ön hatlara yakın bölgelerde önemli döküman teslimiyle ve subaylara şoförlük yapmakla yükümlüdür. Karısıyla buluşmak için üsse dönerken bir at arabasıyla kazası sonrası direksiyon göğsünü sıkıştırır ve kafasını ön konsola çarpar. Olay yerinde ölür Petit-Breton.
Pénestin, Brittany’e gömülmüştür Petit-Breton. Nantes’da adı bir caddeye verilmiştir. Kardeşi Anselme de 1918’de hayatını kaybetmiştir.
Pist bisikletinde ise yol bisikletine göre daha fazla kayıp olmuştur I. Dünya Savaşı’nda. Yol bisikletçilerinin hemen hemen iki katı kadar pist bisikletçisi hayatını kaybetmiştir.
Léon Comès ve Léon Hourlier evlilikleri dolayısıyla akrabadırlar ve Paris Six Days’in 1914’deki kazanan isimleridirler. 1915 yılında mekanik bir arızadan dolayı uçak kazasında ölmüşlerdir.
Léon Flameng 1896’da modern olimpiyatların açılışında Atina’da 100 kilometre şampiyonu olmuştur ve 1917’de bir uçak kazasında hayatını kaybetmiştir.
CARLA ORIANI, bir duvarcıdır ve Giro d’Italia’ya bireysel olarak 1909’da katılmıştır ve genel klasmanda beşinci olmuştur. Giro di Lombardia’yı 1912’de kazandıktan sonra 1913’de de Giro’da Apennine Dağları’ndaki sert etap sonrası genel klasman liderliğini almış ve sonunda pembe mayoyu giymiştir. 100.000'den fazla hayranı zaferini kutlamak için Milano’daki Parco Trotter’da toplanmıştır.
1915’de orduya dahil olmuş ve zatüreeden ölmüştür. Zatüreeye yakalanması konusunda farklı hikayeler vardır. Bir tanesine göre bir arkadaşını kurtarmak için donmuş Tagliamento Nehri’ne atladıktan sonra kapmıştır. Bir başkasına göre ise; İtalyan Birlikleri Caperotto Savaşı’nı kaybettikten sonra geri çekilirken bu nehri yüzerek geçerken kaptığı yönündedir.
Raul ve Guti'nin Real Madrid'ten ayrılış şekillerini izlemişsinizdir. Duygusal, huzurlu ve başı dik... 15 yılda Real Madrid'ten kimler geldi geçti, yine de bu iki bayrak adam değişmedi. Çünkü ortaya koydukları bir bağlılık ve özveri vardı. Bunun karşılığını da neredeyse her yönetim kurulundan ve tabii ki taraftardan aldılar. Vefalı bir biçimde uğurlanmayı hak ettiler yani. O görüntüleri izlerken "acaba bir gün biz de futbolcularımıza böyle veda edebilecek miyiz?" sorusunu sadece ben sormamışımdır kendi kendime.
Bizim futbolcularımızı ne kadarı kulübüne gerçekten bağlı peki? Veya soruyu değiştirerek soracak olursak, kaç futbolcu kulübüne bağlanabilecek kadar uzun süre takımında kalabiliyor? 'Çok gezen çok bilir (!)' mantığıyla bir sürü oyuncu, en fazla 2-3 yılda bir kapağı başka yere atma derdine giriyor. Zaten bu özelliği, 35'inden sonra nedense (!) aceleyle teknik direktörlüğe soyununca da devam ediyor. Özellikle Anadolu kulüplerine bunu çok görüyoruz. Zira kendi futbolcularını yetiştirmekten ziyade büyük takımların artıklarıyla idare etmeye çalışıyor çoğu. Hal böyle olunca oradan nasıl bir bayrak adam çıkmasını beklersiniz ki? Bir de o kulübün taraftarı olduğunuzu düşünün. Kulüple özdeşleşmiş böyle bir 'kahramanınızın' olması sizi oraya daha da sıkı bağlamaz mı? Bu durum sadece bir ayrıntı sayılabilir ama Anadolu nüfusunun büyük bölümü, kendi takımından önce Üç Büyükler'den birini tutuyorsa da sorun var demektir.
Hadi bayrak adam olamamayı anlıyoruz. Olanları nasıl uğurladık ki? İstisnalar olabilir ama Bülent Korkmaz, Hagi, Sergen, Tuncay, Oscar Cordoba ve daha bir sürü oyuncuyu boynu bükük gönderdi kulüplerimiz. İşte bu isimleri o şekilde yolcu edenler, daha az 'kıdemli' olanlara zaten köle Isaura gibi yaklaşıyor. Biz de şaşırmıyoruz tabi. Sonuçta başka bir takıma transfer olduğunu, cep telefonuna gelen bilgi mesajından öğrenenleri de gördük. Adamı zorla kulübünden koparmışsın, sormadan etmeden takasta kullanmışsın. Nesi var ki, değil mi?
Benzema, Ben Arfa ve Nasri, 2004 U17 Avrupa Şampiyonası şampiyonluğunu kutlarken. |
U21 Avrupa Şampiyonası: Bu seviyede ilk ve son şampiyonluklarını 1988'de. Yakın tarihte, 2002'nin finalinde Çek Cumhuriyeti'ne penaltılarla boyun eğdiler. Sonraki şampiyonaya katılamadılar. 2006'da ise yarı finaldeydiler ama Huntelaar'lı Hollanda'ya 3-2 yenildiler. Ardından gelen iki şampiyonaya da katılamadılar. 2011 elemelerinde ise şu an maç eksiği ile 2. sıradalar. Son 7 şampiyonanın yalnızca ikisine, kupayı kaldırdıklarından beri düzenlenen 11 şampiyonanın ise dördüne katılmışlar. Katılım konusunda istikrarsızlar ama katıldıklarında da en az yarı final yapıyorlar.
U19 Avrupa Şampiyonası: 2002'den beri her sene düzenlenen ve şu sıralarda da oynanmakta olan şampiyonaya ilk defa üst üste iki yıl katılmayı başardılar. Daha önceki dört katılımlarında iki üçüncülükleri ve Lloris'li, Diaby'li, Gourcuff'lu kadroyla bir şampiyonlukları var. Yani U21'deki manzara burada da benzer. Katılırlarsa can yakıyorlar. Şu an kendi evlerinde oynanan şampiyonada da gruplarda iki galibiyet ve bir beraberlik alarak yarı finale kaldılar. Yarın Hırvatistan'la final mücadelesi verecekler.
U17 Avrupa Şampiyonası: Katılım ve madalya kazanma sıklığı olarak en başarılı oldukları organizasyon bu. Aslında, 2002'ye kadar U16 olarak düzenlenen şampiyonada, hiç şampiyonluk yaşayamamışlar. İki kere ikincilikleri, biri kendi evlerinde olmak üzere iki de üçüncülükleri var. U17'ye geçildikten sonra ise işler biraz değişiyor. İlk yıl ikinci olmalarına rağmen ertesi yıl finallere gidemiyorlar ama üçüncü senede bu yaş grubundaki ilk şampiyonluk geliyor. Kadrodan göze çarpan isimler, Ben Arfa, Nasri ve Benzema. Diğer yaş gruplarından alışık olduğumuz Fransa geleneği burada da görülüyor ve sonraki iki yıl finallere gidemiyorlar. Ardından ise bir üçüncülük ve son dişe dokunur başarı olarak 2008'de Türkiye'deki ikincilik geliyor.
U20 Dünya Kupası: 1977'den beri her iki yılda bir düzenlenen turnuva, açık ara Fransa'nın en başarısız olduğu altyapı organizasyonu. Bugüne kadar sadece üç defa katılabildiler ve çıkabildikleri en yüksek tur çeyrek final. Bunu 1997 ve 2001'de iki kez başarıp ikisinde de elendiler. 2001'den beri de katılamıyorlardı. Şimdi önlerinde, halen oynanmakta olan evlerindeki U19 Avrupa Şampiyonası'nda gruplardan çıkarak katılım hakkı elde ettikleri 2011 Kolombiya var. Bakalım Kolombiya'da makus talihlerini yenebilecekler mi?
U17 Dünya Kupası: Bu organizasyonda da epey başarısızlar. 11 kupanın sadece ikisine katılabildiler. Ancak bu ikisinden birinde şampiyonlukları var. 2001'de Iniesta, Fernando Torres, Mascherano, Tevez, Maxi Lopez gibi isimleri sahip olan İspanya ve Arjantin'in arasından şampiyon olabilmeleri oldukça büyük bir başarı aslında ama şampiyon kadrodan şu an dünya futbol sahnesinde adından söz edilen hiçbir futbolcu olmaması ilginç bir nokta.
Genel tablo şöyle oluşuyor. Son 2006 Dünya Kupası finalinden beri geçen 4 yıllık dönemde katılmak için mücadele ettikleri 13 organizasyonun 7'sinde boy gösterebilmişler ama hiçbirinde şampiyonlukları yok. Hatta finale bile sadece Türkiye'deki 2008 U17 Avrupa Şampiyonası'nda çıkabilmişler. Zaten U17 karnelerini diğerlerinden ayırırsak ortaya vahim bir tablo çıkıyor. Geriye kalan yaş gruplarında katılım oranı sadece yedide iki.
Görünen o ki, Fransa'nın A takımdaki sıkıntısı sadece baba ve ağabey figürlerini kaybetmeleri değil. Altyapılarda da kanayan bir yara var gibi. İsyankar tayfaya neşteri vurduktan sonra, bu konuya da bir el atmak lazım sanki.
U-19 Avrupa Şampiyonası'nda oynanan İspanya-İtalya maçına 1991 doğumlu Real Betis B takım oyuncusu Ezequiel Calvente kullandığı penaltı vuruşuyla damga vurdu. Buna benzer bir vuruşu yıllar önce Thierry Henry Arsenal forması giyerken maç öncesi ısınırken denemişti. Gerçi Henry sadece eğlenmek için kullanırken Ezequiel'in uluslararası bir turnuvada kullanması işin önemli kısmı. Penaltı kullanılırken İspanya 2-0 önde de olsa denediği penaltı kolay kolay cesaret edilebilecek bir vuruş değil.
76 Avrupa Şampiyonası'ndan beri topun dibine girerek yapılan her penaltı vuruşuna Panenka penaltısı denildiği gibi belki de bundan sonra bu tip kullanılan penaltılar için de Ezequiel penaltısı kalıbı kullanılmaya başlanır.
Vettel-Alonso-Massa ilk üçte başlayacaklardı. Işıklar sönüp de yarış başladığında Vettel, sağındaki Alonso'nun önünü kapatmak için var gücüyle çalıştı. Ancak arkasındaki Massa'nın bu kadar cesurca bir hamle yapacağını tahmin edemedi. Üstelik Alonso'ya da geçilen Vettel yarışta üçüncü sıraya düştü. Schumi çok iyi bir çıkışla sekizinci sıraya yükselirken Barrichello ise yarışın kaybedenleri arasındaydı ve 11. sıraya geriledi. Yarışın en sert virajında ise Hamilton, Webber'i geçti. Bundan sonra fazla bir değişiklik olmadı. Arka taraflarda çekişme ve ufak tefek kazalar olsa da yarışın kaderini etkileyecek bir durum yoktu ortada. Massa-Alonso çekişmesi 20. turda başladı. Alonso, son derece iyi bir atakla Massa'nın yanına kadar geldi. Ancak Brezilyalı pilot iyi bir savunma yaparak İspanyol'un kendisini geçmesine izin vermedi. Spiker Serhan Acar'ın dediğine göre Alonso telsizle ''Bu saçmalık'' demiş. Ancak daha büyük saçmalık 49. turda oluşacaktı.
TRT'nin reklamdan sonra bir türlü yayına bağlanamaması yüzünden olaylara konsantre olamamıştım. Massa'ya telsizle bir şeyler söyleniyordu ancak bağlantı kurulamadığı için televizyondan izleyen insanlar mesajı duyamıyordu. Ardından Alonso'nun yaklaştığını ve Massa'nın yavaşladığını gördüm. Tam bir şeylerin kötüye gittiğini düşünürken Alonso, Massa'yı geçti. Ardından Serhan Acar'ın sözleri duyuldu: ''Alonso'nun daha hızlı olduğu Massa'ya söylendi'' diyordu. Yarıştan sonra öğrendiğim kadarıyla Massa'nın yarış mühendisi Rob Smedley ''Alonso senden daha hızlı, umarım mesajı almışsındır'' diyordu. Massa'yla birlikte bütün izleyenler ve bu telsiz anonsunu duyanlar mesajı çok iyi almışlardı. Bu mesaj sonrasında Massa geç hızlandı ve Alonso'ya yol verdi.
2002'deki Barrichello-Schumi olayından sonra takım emirleri yasaklanmıştı. Ancak Ferrari yine rahat duramadı. Takım emirlerinin olup olmaması ayrı bir konu. İki görüşe de (olmalı-olmamalı) saygım var ve iki görüşü de anlayabiliyorum. Ancak şimdi ortada büyük bir sorun var. Christian Horner yarış sonrasında çok net bir şekilde belirtti ''Hayatımda gördüğüm en net takım emirlerinden biriydi''. Buna bir yaptırımın gelmesi gerekir. Çünkü olayı sadece Alonso'nun daha hızlı oluşuna bağlayamazsınız. Ardından edilen özürler ve yarış sonrasındaki yalakalıklar bazı şeylerin göstergesi. Eğer Formula 1'de koyulan kurallara uyulacaksa Ferrari'ye ceza gelmesi gerekir. Yoksa bu tip olayların önü alınamaz. Bu yazıyı sıcağı sıcağına yazdığım için akşama kadar veya bu hafta daha çok haber göreceğiz. Macaristan Yarışı'na kadar bir haftalık zaman var. Eğer bu zaman diliminde yeni bir şeyler olursa buradan yazmaya devam ederim.
Yarışı Alonso çok net kazanabilirdi. Çünkü gerçekten çok hızlıydı. Ancak işin içine parmak sokulursa böyle büyük tartışmalar çıkar. Alonso'yu zaten sevmezdim, bu olay da üstüne tüy dikti. Bu arada sonuçlar da aşağıda yer alıyor:
1- Fernando Alonso Ferrari 1:27:38.864
2- Felipe Massa Ferrari +0:0:04.196
3- Sebastian Vettel Red Bull Racing +0:0:05.121
4- Lewis Hamilton McLaren Mercedes +0:0:26.896
5- Jenson Button McLaren Mercedes +0:0:29.482
6- Mark Webber Red Bull Racing +0:0:43.606
7- Robert Kubica Renault 1 tur
8- Nico Rosberg Mercedes GP 1 tur
9- Michael Schumacher Mercedes GP 1 tur
10- Vitaly Petrov Renault 1 tur