TAŞRA BASKISI

İSTANBUL VE TAŞRA BASKILARI AYNI ANDA ÇIKAN BLOG

Efe Yılmaz l 3 Temmuz 2010 2 Yorum


Alman generalleri 2 Dünya Savaşı'nı kazanmak için Blitzkrieg'i buldular. Cephe savaşı yerine ani saldırılara dayalı bu düzen ile kısa sürede bütün düşmanlarını yenmeyi düşünüyorlardı. Planlar istedikleri gibi gitmedi. Löw ve Alman teknik heyeti bugün 2010 model Blitzkrieg'i futbol sahalarına uyarladılar bugün.


Maçın hemen başında gelen gol ile öne geçen Almanya, Arjantin'e nefes alma imkanı tanımadan yüklenmeye devam etti. Mascherano, Di Maria ve Maxi Rodrigez'den oluşan Arjantin orta üçlüsü ilk 20 dakika sanki sahada yoktu. Ne zaman Maxi ile Di Maria yer değiştirdi, Tangocular Almanya'nın hızını biraz kesebildi. Ama ilk 28 dakika içinde kaleye doğru giden bir Arjantin şutu olmayışı takımın ne kadar kötü organize olduğunun göstergesi.

Almanya ise 1-0 verdiği rahatlıkla biraz daha sakin başladı ikinci devreye. Tangocular ise bireysel çabalar dışında oyunlarını Almanya'ya kabul ettirememeye devam ettiler. Sağ kanatta Otamendi, ilk yarına E 5'e çevirdiği kanadı, ikinci yarıda otobana döndürünce işin tadı kaçtı. Almanya, 2. Dünya Savaşı'nda sonunu getiremediği taktiğini bu kez başarı ile uyguladı ve her zaman ki acımasızlığı ile maçı 4-0 kazandı.

Gollerin hepsi Arjantin'in takım savunmasının ne kadar vasat olduğunu ispatladı. Podolski, Müller, Özil ve Klose'den oluşan hucüm hattı, ne zaman yüklense rahatlıkla Arjantin kalesine ulaştı. İşin garip olan kısmı ise, maçın Arjantin adına kırılma anı olmamasıydı. Belki 1-0'ken maç bireysel çabalardan birisi gol olabilirdi. Ama kabul etmek lazım, bugün maç sabaha kadar oynansa, Almanya bu maçı farklı kazanırdı. Arjantin'in maçı niye kaybettiği ve Maradona ile Messi hakkında daha geniş yazıları ilerleyen günlerde blogumuzda bulabilirsiniz.

Not: Maç sonrası ise Maradona balonu patladı, Messi küçük maçların büyük adamı ve Arjantin zaten takım değil gibi söylemler bulunanlardan bu yazıyı okuyan olursa benimle iletişime geçebilirler. Beyin nakli konusunda uzmanlaşmış tanıdığım çok iyi doktorlar var.

Ahmet Bozada l 0 Yorum

Serena Williams 4. Wimbledon şampiyonluğunu finalde Zvonavera'yı hiç te zorlanmadan yenerek aldı. 6. Wimbledon finalinde kazanılan 4. şampiyonluk. Zaten Serena'nın Grand Slam istatistiklerine bakarsak; toplam oynadığı 16 finalde sadece 3 kez kaybetmiş. Skor: 13-3 anlayacağınız. Bunların ikisini zaten ablası Venus'ten almış. 2001 Amerika Açık ve 2008 Wimbledon finali. Bir de dün değindiğimiz 2004 Wimbledon finalinde Sharapova'ya kaybettiği final var.


Tüm bu verilerin ışığında aslında final maçı için söylenecek pek fazla bir şey yok. Yeni bir şey yok... Finale dek set kaybetmemiş Serena'yı tek zorlayan yarı finalde karşılaştığı Kvitova idi. O da sadece ilk sette direnç gösterebildi, tie-break ile ellerinin arasından kaçan sadece set değil maç oluyordu.. Zvonareva'yı kortun bir ucundan diğer ucuna koşturup durdu Serena. Koşmaktan oynamaya enerjisi kalmadı anlayacağınız Zvonavera'nın. Zaten "oyununun en iyisi" de değildi; vasattı. Tüm bunların üstüne kaymak olarak 29-9 gibi bir "winner"üstünlüğü olduğunu görürsek Serena'nın... Power tenis ile başedebilecek teknik ve zekası ile belki Henin olabilirdi ama o da geri dönüşünden beri eski istikrarını gösteremiyor.. Serena tenisi bırakana kadar Wimbledon semalarına nimbus bulutu gibi çökecek görünüyor.

Son tahlilde... Başlık üzerinden eklemek istediklerim.. Biliyorsunuz Wimbledon turnuvası "All England Club" ismindeki asırlık tenis kulübü tesislerinde organize ediliyor. 1968 sonrası (open era dönemi) 42 turnuva şampiyonunun 26'sı Amerikan tenisçiler. Bu 26'nın 9'u efsanevi Navratilova'ya ait. 1980'li yılları Chris Evert ve Navratilova ile birlikte domine eden Amerikan'ların bayrağını 2000'li yıllar itibariyle Williams'lar taşıyor. Son bir istatistik. 99'dan bu yana son 12 turnuva şampiyonunun 10'u Amerikan. (Serena & Venus Williams, Lindsay Davenport)

Bakalım bu "Amerikan" hakimiyetine son verebilecek genç, yetenekli, taze bir yıldız çıkabilecek mi? Unutmadan... Gözümüzü hemen erkekler finaline çeviriyoruz.. Show must go on!

Efe Yılmaz l 2 Yorum


Bir tarafta Afrika'nın tek temsilcisi, diğer tarafta 1970'den beri son dört takım içine giremeyen Uruguay. 120 dakika sonunda penaltılara giden bir maç. Maçın sonunda saha içinde sevinen Uruguaylılar ve yıkılan Ganalılar. Kalbimiz ikiye bölünmüştü maçtan önce. Romantik bir gerçek üstücülükle Gana'yı tutuyorduk. Kıtanın dertlerinin bitmeyeceğini, modern sömürge düzeninin kıtaya hakim olmaya devam edeceğini de biliyorduk ama sokaktaki fakir Afrikalı sokağa dökülsün istiyorduk belki de.

Ama olmadı, garip bir şekilde Uruguay'ın iyi oynadığını görsekte üzüldük sonuca. Turnuvanın en değişik maçı oldu, çünkü sahada oynanan futbolun yanına bir hikaye geldi bize anlatacak. Maçın son dakikasında Suarez, büyük bir risk aldı üzerine. Eğer o topu elle kesmese turu geçen taraf Gana olacaktı. Ama o golü engelledi ve penaltıya sebebiyet verdi. Kimiler garip bir şekilde Gana'nın ekmeklerini çaldı diyor. Ben bu görüşe katılmıyorum, oyun kuralları dışında bir hareket yaptı ve cezasını gördü. Eğer hakem kırmızı kart ve penaltı kararı vermeseydi Suarez bir futbol hırsızı olacaktı, ama adalet saha içinde yerini buldu. Suarez yarı final maçında oynamayacak ve bu zaten 40 sene sonra bu başarıyı yakalamış bir takımın oyuncu olarak, o maçta sahada olamamak en büyük ceza olacak Suarez için.

Bir kaç satırda Forlan için ayırmak lazım. Bazıları onun abartıldığını düşünüyor. Bu turnuvaya kadar ne yapmış diyor, hatta küçük takımın büyük golcüsü diyor. Çünkü malesef bazıları onu UEFA Avrupa Ligi'nde kendisini insanların gözüne sokunca gördü. Evet Manchester United'da kötü bir deneyimi oldu, ama Avrupa'da oynadığı ilk takımdı. Kendisi İspanya'ya gittikten sonra farklı kulvarlarda oynadığı toplam 208 maçta 110 gol atmış bir golcü. Ve şimdi liderliğini ve becerisini Uruguay için kullanıyor.

Gelelim Gyan'a. Bu turnuvada attığı üç golün iki tanesi penaltıdandı. 2006 Dünya Kupası'nda da bir golü vardı penaltıdan. Yani kendisi Gana'nın penaltıcısı. 120'de penaltıyı kaçırdı. Hangi yıldızlar kaçırmadıki böyle kritik penaltıları. Ama mesele kaçırdığı penaltıdan çok, seri penaltı vuruşlarının ilk penaltısını kullanacak cesaretini göstermesi bence. Gyan ne kadar cesur bir adam olduğu dün bütün futbol tutkunlarına gösterdi. Seri penaltılarda maçı kazanan Uruguay oldu.

Rakipleri Hollanda, sakatları ve cezalı oyuncuları var. Ama onlar iki Dünya Kupası kaldırmış bir ülkenin torunları, ve karşılarında kupaların şanssız takımı Hollanda'nın olduğu düşünülünce, ilginç bir maç bizi bekliyor.

Cengiz Bahadır Özdemir l 0 Yorum

Aslında Ahmet Abi'nin yazısı üstüne yazacak fazla bir şey yok. Benden çok daha tecrübeli ve benden çok daha bilgili birisi. Keyifli bir yazı da yazmış. Ancak ben de bugünkü maçlar hakkında iki kelam etmek istedim. Malum, Wimbledon gibi önemli bir turnuvanın yarı finalleri oynandı. Maçlara şöyle bir bakalım:
Günün ilk maçı Berdych ve Djokovic arasındaydı. İlk set 6-3 Berdych üstünlüğü ile geçilmişti. Bu sette Berdych'in ilk servislerinden sayı çıkarma oranı çok yüksekti. Buna, Djokovic'in yedi basit hatası da eklenince seti Çek sporcunun kazanması zor olmadı. İkinci set çok sıkıcı başladı. İki taraf da servis kıramazken, oyunlar 0'a ya da 15'e karşı kazanılıyordu. ''Al gülüm, ver gülüm'' şeklinde geçen set 5-5'ten sonra bir anda tersine döndü. Set tie-breake gittiğinde ESPN kanalı hemen bir istatistik getirdi ekranlara. Bu sene, tie-breake giden setlerde Djokovic 5 galibiyet 7 mağlubiyet, Berdych ise 10 galibiyet 10 mağlubiyet almıştı. İkisi için de çok müthiş sonuçlar olmasa da Berdych'in bir adım önde olduğunu söyleyebilirdik. Nitekim öyle de oldu ve zorlu seti 7-6 Berdych kazandı. Ama bu sette gerçekten çok iyi ralliler izledik. Her ne kadar Berdych'in yerdeyken topa vurduğu videoyu bulamasam da bu video da set hakkında ufak bir bilgi verebilir. Çekişmeli geçen bu sette, Berdych'in winnerlardaki üstünlüğüne karşılık (15-8) Djokovic'in file önündeki etkinliğini izledik. Ancak tie-breakin sonunda çift hata yapıp seti veren Sırp tenisçinin bu setteki dört çift hatası da maçın kırılma anlarındandı. Son seti izleme fırsatı bulamadım ancak son seti de 6-3 kazanan Berdych finale çıkmış oldu. Kendisinin ilk Grand Slam finali olacak.
Diğer maçta Nadal, Murray karşısındaydı. Seyirci desteğini epey bir hisseden Murray maça çok iyi başlamadı. İlk sette çok fazla basit hata yapan tenisçi, kullandığı etkili servislerle durumu düzeltmeye çalıştı (5 ace). Ancak Nadal'ın da servisleri isabetli olunca Murray bu sette fazla bir farklılık yaratamadı. 6-3 ilk seti alan Nadal moralli başladı. İkinci sete servis kırarak başlayan Murray yine servislerde iyi bir performans göstermişti. Ancak file önünde Nadal'ın etkinliğine karşı koyamadı. Nadal 11 basit hata yapsa da maç tie-breake gitti. Tie-breakte de çekişmeli bir mücadele izledik ve Nadal bu seti 7-6 kazanmayı bildi. Üçüncü sette Murray, etkili olduğu bölüm olan servislerde çok kötü bir performans göstermeye başladı. Bunun üstüne yedi basit hata yaparak yenilgiye davetiye çıkardı. Nadal temposunu hiç bozmadan oyununu oynadı ve seti 6-3, maçı da 3-0 kazanarak finale çıktı. Bu sene Nadal-Berdych ikilisi Paribas Open Masters'ta karşılaşmışlardı. Çeyrek final maçını Nadal 2-0 kazanmıştı. Bakalım bu ikilinin, ikinci buluşmasında kazanan taraf kim olacak?..

Ahmet Bozada l 2 Temmuz 2010 0 Yorum

Wimbledon 2010 Erkekler yari final mücadelelerin sonunda finale yükselen isimler, Andy Murray'i 3 sette zorlanmadan geçen Rafael Nadal ve Novak Djokovic'i aynı skorla geçen 2010'un parlayan raketi Tomas Berdych oldu. Geçen seneyi bir kenara bırakırsak (sakatlığının etkisiyle verimsiz bir yıl geçirdi) Rafa son 5 yıl içinde 4. Wimbledon finalini oynayacak. Bu, toprak kortların efendisi olarak bildiğimiz İspanyol tenisçiler için bir milat olsa gerek. Keza, Rafa'nın 2006'da oynadığı ilk Wimbledon finalinden tam 40 sene önce 1966'da bir İspanyol tenisçi (Manuel Santana) final oynamış ve şampiyon olmuş. Bahsettiğimiz dönem open era (profesyonel tenisçilerin de amatörlerle birlikte büyük turnuvalara kabul edildiği dönem) öncesine tekabul ediyor. Kısacası modern teniste bir İspanyol'u çim kortta buralarda görmek göz yaşartıcı. Berdych'e gelirsek... 2010 onun yılı diyebiliriz rahatlıkla. Önce Roland Garros'ta oynadığı yarı final ve şimdi de Wimbledon finali. Kariyeri için bundan iyisini düşünemezdi herhalde.


Günün ilk maçı 3 numaralı seribaşı Djokovic ile 12 numaralı seribaşı Berdych arasındaydı. Kısaca yarı finale gelene kadar neler yaptılar göz atalım. Djokovic turnuvaya tutuk başladı aslında. İlk turda seribaşı olmayan Rochus'la yaptığı ve 5 set sonunda turu atlayabildiği dişe diş mücadele sonunda yıprandı Sırp raket. Sonrasında 4. turda Hewitt karşısına çıkana dek istikrarlı bir çizgi yakaladı denebilir. 2. turda Taylor Dent, 3. turda Montanes'i 3'er sette yenmeyi başardı. 4. turda 15 numaralı seribaşı eski şampiyonlardan (bknz. 2002) Hewitt karşısında zorlanmadı ve 3-1'le çeyrek finali gördü. Çeyrek finalde süpriz bir isim, dünya sıralamasında 82 numara Tayvan'lı Lu'yu da rahat geçti ve yarı final kapısını araladı. Berdych için de turnuvaya şanslı başladı diyebiliriz. Zira çeyrek finale kadar karşısına hiç bir seribaşı raket çıkmadı. İlk turda Golubev, sonra sırasıyla Becker, (Boris değil :) Istomin ve Brands'ı Roland Garros'tan taşıdığı formuyla rahat geçti. Çeyrek finaldeki rakip ise Federer! Federer seribaşı olarak karşısına bir çıktı pir çıktı! Berdych'in...Dile kolay... 2003'ten bu yana üstüste 7 final oynayıp 6'sını kazanan bir efsane vardı karşısında.. Wimbledon sözüyle yenilmez armada. Berdych'in yükselen formundan mı, Fedex'in hafiften sendeliyor oluşundan mı bilinmez; Çek raket çok sıkıntı yaşamadan ulaşıyordu yarı finale.

Maça gelirsek... 2. set dışında Djokovic pek direnç gösteremedi Berdych karşısında. Maç sonu istatikleri de bunu doğrular şekilde. Toplamda 22 puan fazla kazanan Berdych, az basit hata ile de maçı götürünce Djokovic için veda kaçınılmaz olmuştu.


Yarı finalin diğer yakası... Su götürmez bir gerçek ki Nadal şu an dünyanın en iyisi.. Bunu sadece 1 numara olduğu için söylemek yetersiz kalabilir. Arkasında kısa profesyonel geçmişinde genç yaşında yakaladığı müthiş başarılar ve sakatlıkla geçen 1 yılı hariç bırakırsak istikrar abideliği... Bu bilgiler ışığında hiç te kolay başlamadı aslında Nadal için turnuva. İlk turda Nishikori'yi geçtikten sonra gemisi fırtınaya yakalandı genç İspanyol'un. 2. ve 3. turlarda ecel terleri döktüğü korttan 5 set sonunda çıkmayı başarabildi. Murray karşısına yorgun çıktı demek geliyor insanın içinden ancak motoru hiç soğutmayan Nadal'dan bahsedince duraklıyoruz. 4. turdayız. Rakip Mathieu. Kolayca 3 sette kazanılan bir maç. Çeyrek final. Rakip hiç yabancı değil! Henüz 1 ay önce Roland Garros finalinde bir sene öncenin intikamını aldığı "big bird" Soderling. İlk seti kaybediyor Nadal ancak öldürücü "spin" forehandleriyle alt ediyor İsveç'liyi.
Murray'e bakalım.. Çeyrek finale kadar zorlandığı söylenemez. Sırasıyla Hajek, Nieminen, Simon'u geçiyor ve 4. turda son dönemin dikkat çeken Amerikan'ı Querrey'i karşısında buluyor. Amerikan İskoç'la baş edemiyor ve 3 sete razı geliyor. Çeyrek finalde rakip 10 numaralı seribaşı Fransız'ların umudu Tsonga. İlk seti kaybederek acaba mı dedirtiyor Murray... Sonra toparlanıp evsahipliğini gösteriyor. (3-1)


İşte yarı finaldeyiz... Murray için gerçek sınav başlıyor. Kortta dominasyondan sorumlu devlet bakanı Nadal aynı tarifeyi uygulayabilecek mi? İlk set 9. oyuna kadar başa baş gidiyor ancak tam yeri tam zamanında Nadal servis kırıyor; seti 6-4 alıyor. İkinci sete seyircinin itici gücüyle iyi başlıyor Murray ve hemen setin başında servis kırıyor. Nadalın cevabı gecikmiyor ve set tekrar at başı gidiyor! Sonuç; tie-break. Murray zorlanıyor ama kendisini maçta tutan ace'leri yardımıyla 2 kez set sayısı kullanıyor; değerlendiremiyor. İnatçı Nadal işbaşında. Set tie-break sonunda Rafa'nın. Son sette de durum değişmiyor. Her maçta rakiplerine dert olan bitirici ve olabildiğince derin "baseline" forehandlerine devam ediyor ve maçı da alıp götürüyor. Maç sonu istatistiklerine bakarsak rakamlar denk neredeyse. Bu maçın 3 sette bittiğine inanmak zor. Ancak Rafa'nın rakamları alt edecek oyun için etkinliği, hırsı ve enerjisi var.. Bu da her maç bizleri ekran başına kitleyen sihrin habercisi olsa gerek...

Efe Yılmaz l 2 Yorum


Bu turnuvaya kadar güzel futbol diyince aklımıza gelen ikin, bugün şekil değiştirmiş futbol anlayışları ile karşımıza çıktı. Brezilya son 20 yılda Portakallar'ın önünü iki kez kesti. 1994'de çeyrek finalde , 1998'de yarı finalde Sambacılar gülen taraf olurken, evine dönen Hollanda oluyordu.

Bugün de maça iyi başlayan taraf Brezilya oldu. Felipe Melo 10. dakikada Robinho'ya inanılmaz güzellikle bir ara pası verdiğinde, başına geleceklerden habersiz bir çocuk çoşkusuyla seviniyordu. Artık Brezilya kabuk değiştiriyor ve gol attığı zaman rakibini rahatsız etmeyi bırakıp, oyunu tutma yolunu seçiyordu. Bu golle birlikte Hollanda bu turnuvada ilk kez yenik duruma düşüyordu. Hollanda ataklarını arttırmaya başladı, Brezilya ise kazandığı hızlı toplarla ataklara çıkıyordu. Maçın 31. dakikasında Robinho'nun soldan taşıdığı topla, oyun içindeki en güzel sambalardan biri yapılıyor ve Kaka'nın vuruşunu Hollanda kalecisi Stekelenburg başarılı bir şekilde çeliyordu. İlk yarı biterken Maicon sağdan tren sürati ile getirdiği pozisyonu güzel bir şutla süsledi ama top yan ağlarda kaldı.

İkinci yarıya Hollanda etkili başladı. Zaten Brezilya'nın da gol atmak gibi bir düşünecesi yoktu. Almanlaşan Brezilya, kendi yarı sahasına çekilmiş, rakibinin topla oynamasına izin veriyordu. Belki defans oyuncularına çok güveniyorlardı. Ama hiç beklenmedik bir anda kaleci Cesar ve Melo'nun yaşadığı anlaşmazlık Portakalları maça ortak etti. Melo'nun ters vuruşu Brezilya'nın Dünya Kupası tarihinde kendi kalesine attığı ilk gol oldu. Bu golden sonra ise Brezilyalılar sanki uyuştu. Maça bir türlü geri dönemediler. Hollanda gerideyken top ezmekten başka bir işe yaramayan Robben'in , 68. dakikada ön direğe kullandığı kornerde Kuyt'ın aşırttığı topu Sneijder kafayla ağlara gönderdi.

73'de Melo kırmızı kartla takımını bir kişi eksik bırakınca işler iyice sarpa sardı Brezilya için. 10 kişi risk alıp ileri çıktıkça geride çok boş alan buldu Hollanda. Robin van Persie ve Huntelaar gibi isimlerin golcülük melekeleri körelmemiş olsa maç hakemin düdüğünden on dakika önce biterdi belki. Sonuçta kazanan Hollanda oldu ve 1974'den beri ilk kez Dünya Kupası'nda Brezilya'yı yenmiş oldu.

Mustafa Akkaya l 0 Yorum

Dünya Kupası'ndaki maçları izlemek için neler verirdiniz? Bir sürü Ganalı, bugün Uruguay karşısına çıkacak olan takımlarını izleyemeyecek olabilir mesela. Çünkü ülkede sıklıkla elektrik kesintileri yaşanıyor ve halk resmen isyanlarda! Siyah kıtanın çeyrek finaldeki tek temsilcisinde bunlar yaşanırken, kupadan elenen İngiltere'nin derdi bambaşka. Santander'de yapılan bir araştırmaya göre, dünya kupası boyunca Britanya'daki çiftler arasında yaşanacak tartışmalar sonucu tam 260 milyon £ harcanacak. Malum 64 maçın hepsini olmasa da çoğunu izlemeyi düşünen normal (!) bir adam, bir yerden sonra kız arkadaşıyla tartışmamak adına tabir-i caizse diyet ödemek durumunda. Artık çiçek mi getirir, maç olmayan bir saatte yemeğe mi çıkarır, hediye mi alır, ne jest yapar siz düşünün...

Araştırmada muhtelif biçimde toplam 4.1 milyon tartışma yaşanacağı öngörülmüş. Tabii bunun sadece Britanya sınırları içerisindeki rakam olduğunu hatırlatayım. Ortalamaya vurunca, "kendini affettirme masrafları" ile birlikte tartışma başına ortalama harcama 96 £ oluyormuş. Yani yaklaşık 200 TL!.. Değer mi peki? Herhalde cevap belli...

Ahmet Bozada l 1 Temmuz 2010 0 Yorum

Wimbledon 2010'da artık sonlara doğru geliyoruz. Bugün oynanan kadınlar yarı final mücadelesi sonunda finalin isimleri Serena Williams ve Vera Zvonareva oldu. Bu, 2004 Wimbledon finalinden sonraki ilk Amerika-Rusya eşleşmesi demek. 2004 finalinde Serena Williams, o dönemde fırtına gibi esen Rus'ların gözdesi Sharapova'ya yenilerek 3 kez üst üste şampiyon olma fırsatını kaçırmıştı. Önümüzdeki Cumartesi oynanacak finalde şampiyonluk bayrağını hangi ülke sallayacak göreceğiz.

Günün ilk maçı 21 numaralı seribaşı Rus Zvonareva ile seribaşı olmadan yarı finale gelmeyi
başaran genç Bulgar Tsvetana Pironkova arasındaydı. Yarı finale gelene kadar iki tenisçinin yol haritasının üzerinden biraz geçelim. Zvonareva da Pironkova da ana tablonun alt tarafından geldiler. Zvonareva ilk iki turda seribaşı olmayan zayıf rakiplerini set vermeden geçiyordu. 3. turda ise karşısına ilk ciddi rakip olarak 15 numaralı seribaşı Belçika'lı Wickmayer çıkıyordu. Tecrübeli ama son dönemde düşüşte olan Wickmayer'i de zorlanmadan geçen Rus raketin bir sonraki turda karşısına çetin bir ceviz çıkıyordu. Jelena Jankovic! 4 numaralı seribaşı Jankovic her grand slam'e olduğu gibi Wimbledon'a da iddalı gelmişti. İlk setini Zvonavera'nın aldığı maçın 2. setinde sırt problemi yaşayan Jankovic maçı bırakmak zorunda kaldı ve böylelikle Rus tenisçi için çeyrek final kapısı aralandı. Çeyrek finaldeki rakip ise geçen sene müthiş bir geri dönüş yaşayan ve wild-card ile katıldığı Amerika Açık'ı kazanan Clijsters idi. Zvonavera turnuvadaki ilk setini vermesine rağmen maçı kazanmayı bildi ve yarı finale yükseldi. Pironkova ya gelirsek... En ilginç not kendisi de seribaşı olmayan Pironkova'nın ilk 3 turda seribaşı olmayan Rus raketleri elemesi galiba. 4. turda ise daha önce Wimbledon finali havasını teneffüs etmiş (bknz. 2007 finali) ama son dönemde düşüşte olan Fransız ilginç stil tenisçi Bartoli'yi karşısında buluyordu genç Bulgar. Bartoli'yi de güzel oyun ve net skorla geçti ve çeyrek finalde korkulu rüya Williams'ların Venus'unu karşısında buldu. Ritmini bulmuş bu genç Bulgar karşısında Venus te tutunamadı ve 2 set sonunda elenmekten kurtulamadı.

Gelelim maça. Öncelikle şunu söyleyelim.. Pironkova finale çıkmayı başarsaydı, Wimbledon tarihinde seribaşı olmadan final oynayabilen ilk kadın tenisçi olacaktı. Ama arkasına aldığı rüzgar onu buraya kadar taşıyabildi. 82 numara Pironkova maça hızlı ve atak başladı, ilk sette kırdığı servisin avantağını kullanarak seti 6-3 almayı başardı. Ancak 2. setle birlikte daha tecrübe sahibi olan Zvonavera ( ne de olsa grand slam çeyrek finali görmeyi başarmıştı) ilk servisten sayı kazanma oranını arttırarak oyundaki hakimiyeti ele aldı ve seti 6-3 aldı. Son set, Pironkova'nın direncinin kırılmasıyla ve Rus raketin "winner" farklılığıyla şekillendi ve 6-2 Zvonareva'nın üstünlüğü ile sonuçlandı. Merak etmiyor değiliz.. Zvonavera zoru başarıp şampiyonluk kupasını kaldırabilecek mi?


Yarı finalin diğer yakasına gelirsek.. Bir tarafta 2ooo'li yıllarla birlikte "power tennis" virüsünü tenis dünyasına zerk eden Williams kardeşlerden, bu turnuvada 3 şampiyonluk yaşamış ve 2 kez finalde kaybetmiş (daha artık yapılacak ne varsa) Serena.. Diğer tarafta ise yine Pironkova gibi seribaşı olmayan, dünya sıralamasında 62 numarada olan gencecik bir Çek Kvitova.

Serena ilk 3 turda set vermeden sırasıyla Larcher De Brito, Chakvetadze ve Cibulkova'yı eleyip 4. turu rahatlıkla gördü. Karşısında 16 numaralı seribaşı olan ve eski günlerini büyük bir iştahla arayan Sharapova vardı.. Ki kendisi 2004 finalinde Serena'ya kortu dar eden ve elinden şampiyonluk kupasını almayı başaran kişiydi.. Serena için rövanş maçı denilebilirdi.. İlk sette zorlanmasına rağmen Serena maçı kazandı ve çeyrek finale yükseldi. Bu turda özellikle son 2 yılın "doğudan" yükselen değeri Çin'li Na Li'yi buluyordu karşısında. Daha çekişmeli geçmesi beklenirdi ama yoluna kararlı devam eden Serena yine set vermeden kendisini yarı finalde buldu. Kvitova ise 4. tura kadar hiç te azımsanmayacak bir başarı elde ederek Cirstea ve Azarenka gibi rakipleri elemeyi başardı. 4. tur ise turnuvanın sürprizi denilebilir. 2009 Amerika Açık finalisti 3 numaralı seribaşı Wozniacki'yi süper bir oyunla resmen korttan siliyordu genç Çek. Çeyrek finalde seribaşı olmayan başka bir raket: Kanepi karşısındaydı. Kendisi gibi sessiz sakin buralara kadar gelmiş Estonya'lı Kanepi'yi oldukça çekişmeli geçen setler sonunda 2-1 yenmeyi başardı. Özellikle son setteki oyun biz tenisseverler için ziyafet niteliğini taşıyordu.

Ve işte Kvitova için dev buluşma.. Karşısında artık bir Wimbledon efsanesi olmuş Serena Williams var.. İlk sette direnç gösteren ama tecrübesizliğiyle tie-break sonucu seti Serena'ya kaptıran Kvitova için yolun sonuna gelinmiş gibiydi.. Bu moralsizlikle direnci kırılan, üstelik maç istatistiğinde "winners" larda önde olan Kvitova 2. sette yaptığı basit hataların kurbanı oldu ve Wimbledon macerasına -tenisseverlerin büyük alkışlarını alarak- son vermek durumunda kaldı.

Efe Yılmaz l 3 Yorum


Spor İletişim dergisinin yazarlarından Onur Saygın, derginin Haziran sayısı için futbol ekonomisti Mete İkiz ile bir röportaj yapmıştı. Dergiyi ve bu röportajın orjinalini bu linkte bulabilirsiniz.

Galatasaraya ilk olarak halka açılmayı planlayan futbol kulübü olarak planlaması nasıldı?

1999 yılında Galatasaray ilk şirketini kurdu.Bunun amacı özellikle Galatasaray’ın markalaşma stratejisini yönetmek ve GS store gelirleri, reklam ve sponsorluk gelirleri gibi pek çok farklı gelir kalemini bünyesinde toplayıp daha organize bir şekilde yönetmekti.

2000 yılına geldiğimizde bir değişikliğe gitti Galatasaray. Bunun nedeni neydi?

2000 yılında daha hızlı büyüme isteğiyle bir finansal ortaklık fonu olan Amerika menşeili AIG şirketiyle görüşmeler başlıyor. Bu süreç yaklaşık 7-8 ay sürüyor ve bundaki amaç şirkete ciddi bir nakit akışı sağlamak ve bu nakit para ile şirketleri hızlı bir şekilde büyütmek. 5-6 sene içinde de daha farklı bir yapıya geçiş yapılın ya hisselerin geri alımı ya da AIG hisselerini halka arz edelim şeklinde plan yapılmıştı.

AIG buna sıcak bakmış mıydı?

Yatırım ortaklığı fonu 3 şekilde bu tip bir ortaklıklardan ayrılır. Ya 4-5 sene sonra şirketin yeterince büyüdüğüne ve getirisinin arttığını düşünüp halka arz yoluna gider, ya stratejik bir ortağa devreder ki bu Galatasaray örneğinde mümkün değil çünkü kimin alacağını tahmin edemezsiniz ya da mevcut ortağa geri satabilir. Sportif A.Ş’nin kurulmasında olmasada halka arz sürecinde AIG’nin işi yönlendirdiğini söyleyebiliriz.


Sportif A.Ş yapısına nasıl karar verildi?

Eğer Beşiktaş’ın uyguladığı İngiliz modeli ile bu işe başlansa AIG bu işe girmeyecekti. Çünkü Galatasaray’ın bütün yapısı zarar etmekteydi ve temettü dağıtamayacaktı. Bu yüzden bütün borçlar ve giderler kulüp üzerinde bırakıldı. Tüm gelirler ise Sportif A.Ş üzerinde tutuldu. Bu yapı yatırımcı için çok elverişli, çünkü sürekli temettü dağıtan bir yapı.

Galatasaray bile bile zarar etme kararını neden aldı?

Aslında düzgün çalışsa Galatasaray içinde uygun olabilirdi. İlk plandaki gibi %15 lik oranla halka açık kalsa idi hem şirketlerin büyümesi, hem ana ortak olarak alınan temettüler ile AIG’ye ait hisseler geri alınabilirdi.

Peki bu oran neden %15’te kalmadı?

Özhan Canaydın döneminde AIG ile olan tartışmalar sonucu AIG’nin Sportif A.Ş yönetim kuruluna alınmaması, bunun üzerine Uluslararası Tahkim Kurulunda AIG tarafından bir dava açılması üzerine AIG davayı kazanmaya yakın taraf olmasıyla birlikte Galatasaray’ın 72 milyon dolarlık bir yaptırımla karşı karşıya kalma riski ortaya çıktı. AIG bir kez daha Galatasaray ile masaya oturdu ve hisslerin Galatasaray tarafından alınması için 72 saat süre tanıdı. Fakat Galatasaray bu parayı denkleştiremeyince Galatasaraylı bir iş adamı olan Ünal Aysal’dan son dakikada gerekli olan nakit para alındı. 23,5 milyon dolar AIG’ye ve 9 milyon dolar Sportif A.Ş’den ceza olarak ödenerek %21.05lik hisseler geri alındı.

Aslında Galatasaray istediğini gerçekleştirmiş hisseleri toplamış fakat daha sonra tekrar kaybetmiş. Bunun nedeni neydi?

Galatasaray Spor Kulübü ve Ünal Aysan arasındaki antlaşma gereği bu paranın 2 sene içinde Ünal Aysan’a geri ödenmesi gerekiyordu. Fakat Galatasaray Ünal Aysan’a gerekli ödemeyi yapmayınca Ünal Aysan bu %21.05lik hisseyi ikinci bir halka arz olarak borsada sattı. Bu hisseler içinde Futbol A.Ş’den sonra Galatasaray’ın en büyük ortağı olan QVT dahil 14 farklı yatırımcıya satıldı.


Bu halka arz ile Galatasaray’ın %37.05’i halka açık oldu. Bu Galatasaray’ın sorunlarının başladığı nokta diyebilir miyiz?

Evet Galatasaray’ın temettülerinin %37.05’i daha ilk günden üçüncü parti ortaklara gidiyor. Gelir gider dengesi zaten kritik durumda olan Galatasaray’ın bütün hesapları kontrol edilebilecek seviyeyi aştı.


Fenerbahçenin halka arz oranını %15’te tutmasının nedeni de bu mu o zaman?

Fenerbahçe halka arza ilk olarak girdiğinde bu oranı %15’te tutacağını garantisini vermişti zaten. Bu sayede gelir gider dengesini çok bozmadan devam edebildiler.

Galatasaray’ın bu halka arzdan kazandığı para ne kadardı?

Komisyonları da çıkartırsak 19 milyon dolar.

Bu süreçte Galatasaray’ın dağıttığı temettü miktarı ne kadar?

50 milyon dolar kadar bir temettü dağıttı Galatasaray.

AIG’nin yönetim kurullarına alınmamasının nedeni neydi?

Kulüp tarafından bildiğim kadarıyla AIG bazı projelere müdahale etmiş. Yatırım ortaklığı fonu ile uğraşan biri olarak ben de ortaklığında bulunduğum şirketlerin riskli yatırımlarına karışıyorum ki böyle bir hakkımızda var. O ilişkinin iyi yönetilmediğini düşünüyorum. AIG ile ilişkiler iyi yönetilseydi Galatasaray bu işte karlı çıkabilirdi. Çok amatörce yönetilmiş bir sorundu bu. Kurumsal yönetimin hiç bir ilkesinin gözükmediği bir yapıdan bahsediyoruz.


Galatasaray yönetimsel olarak en kaotik zamanında halka arza gitti. Bunun nedeni neydi?

2000 yılında yapılan antlaşma sonrası 2001 yılında Türkiyede yaşananan kriz üzerine Galatasaray’ın bankalara yaklaşık 16 milyon dolar bir borcu oldu. Hiç bir banka Galatasaray’a kredi vermiyordu, nakit akışı durmuştu. Bu yüzden bir an önce halka arz yapılıp bu borçları kapatmak istediler. Ama gelen nakit parayla borçlarda kapanmadı. O dönem Galatasaray’ın transfere harcadığı para 20 milyon dolar. Kurumsal yönetim açısından kötü örnek olabilecek bir süreçten geçti Galatasaray. Bir sene içinde 3 farklı başkan seçildi, AIG ile ilişkiler kötü yönetildi.


Günümüzde devam eden süreç için neler düşünüyorsunuz?

Bu süreçte aslında yapılması gereken yapılıyor. Galatasaray kötü yönetimle buralara geldi ve bir diyet ödemek zorunda. Bu yanlış yapının artık düzelmesi gerekiyor. Bunun için borsada bir çağrı yapıldı. QVT son anda gelerek çağrıda belirlenmiş fiyattan 290.000 hissesini sattı. Bundan sonra SPK’nın onayı bekleniyor. Bu 15 günlük çağrı süresinde halka açık olan 700.000 hissenin 290.000’i alındığı için onay vermesi bekleniyor. Böylece Galatasaray Sportif A.Ş ‘yi kapatıp Futbol A.Ş üzerinden devam edebilecek.

Efe Yılmaz l 0 Yorum


Futbolun tatminsiz ukalalarına göre en renksiz çeyrek final eşleşmesi bu. Çünkü onlar bu eşleşme yerine, kendi favorilerinin en azından kadrolarında bulunan futbolcuları Dünya Kupası'ndan önce tanıdıkları takımları tercih ederlerdi. Ama iki takımda turnuva başladığından beri iyi mücadele edip buraya kadar geldiler. Gelin maç önesi bu iki takımı değerlendirelim ve yarın ki maçın havasına girmeye başlayalım.

Fransa, Güney Afrika ve Meksika'yla aynı grupta başladı turnuvaya Uruguay. Fransa'nın rezalet futbolunu tahmin etmediğinden olacak ki, ilk maça defansif bir anlayışla başlamıştı Uruguay. Maç'ın son 10 dakikasında bir kişi eksik mücadele ettiler. Gruptaki son iki maçta ise biraz daha dişine göre ekiplerle karşılaştı Uruguay ve kendi futbolunu oynayarak kazandı. 2. turda da Güney Kore'yi usta golcüleri ile geçti. Bu 4 maçta nasıl bir Uruguay vardı peki ?

Birincisi , dürüst bir takım Uruguay. Son maçta Meksika ile berabere kalsa ikiside gruptan çıkardı rahat rahat. Ama o Amerika kıtasının diğer temsilcisine kıyak yapmadı ve Almanya-Avusturya sınıfına girmedi. Saha içindeki oyuna bakınca 4 4 2 - 4 3 3 karışımı bir oyun görüyoruz. 4lü defans hattı özellikle merkezde çok sağlam. Lugano yanındaki partnerleri değişse bile aynı şekilde organize ediyor defansı. Ama önceki 6 oyuncunun yerleşimine göre onların işi bazen kolaylaşıyor, bazen zorlaşıyor. Fransa maçında oyuna 4 4 2 ile başladılar, geri kalan 3 maçta ise 4 3 3 ile. Orta üçlü bu karşılaşmalarda Arevalo Rios, Perez ve Pereira şeklinde kuruldu hep. Bu orta saha özellikle Güney Kore maçında çok zorlandı. Güney Kore'nin pasa dayalı orta sahası, Suarez'in muhteşem golüne kadar, Uruguay orta sahasını çok rahat geçti. İleri üçlü Cavani, Forlan ve Suarez ne kadar etkili hücum oyuncusu olsalarda, onlardan defansif anlamla bir şey beklemek büyük hata. Zaman zaman Cavani karşısında oynayan bekle geriye gelişler yapmsada, bu konuşularda eskortluktan öteye geçemiyor.

Eşleşmenin diğer takımı Gana ise, gruplarda Almanya, Sırbistan ve Avustralya ile mücadele etti. Gana özellikle Sırbistan ve Avustralya maçlarında rakip kaleye gitmekte fazlasıyla zorlandı. Zaten gruplardaki iki golününde penaltılardan bulması bu eksikliklerinin en büyük ispatı. Uruguay karşısında en büyük avantajları, tahmin edilebilir bir taktiklerinin olmaması. 4 maçta farklı defans ve orta saha dizilişleri ile çıktılar sahaya. Gana'nın anlayışındaki değişmeyen iki notka ise, Kevin Prince Boateng'in ataklara şekil verdiği, ve Gyan'ın takımın en önemli forvet oyuncusu oluşu. Defansif kurguları 10 kişilik Avustralya ve ikicni turda Amerika karşısında çok zorlandı.

İki takımın turnuvadaki durumları bu. 1930 - 1950 arası Dünya Kupası tarihinin önemli takımlarından Uruguay, geçmişindeki gibi bir başarı yakalamak istiyor. Gana ise yarı finale kalan ilk Afrika takımı olmanın peşinde. Yazı bitmeden ufak bir komplo teorisine yer vermek lazım. 2002 Dünya Kupası'nda sanırım herkes hatırlıyordur, Güney Kore ile İspanya arasında oynanan maçta yaşanan hakem felaketini. Umarım gene FIFA pis ellerini futbolun içine sokmaz.

Cengiz Bahadır Özdemir l 0 Yorum

İlk iki seti kaçırdığımda kafayı yemek üzereydim. Roger Federer ve Tomas Berdych, Wimbledon çeyrek finalinde karşı karşıya gelmişlerdi. Bu sene Miami Masters'ta karşılaşmış olan bu ikiliden Berdych maçı 2-1 ile kazanmış ve finale kadar gitmişti. Finalde Andy Roddick'e karşı muhteşem bir maç oynamış olsa da yenilmekten kurtulamamıştı. Federer ve Berdych'in bu sezonki ikinci buluşmaları olacaktı. İlk seti 6-4 Berdych kazanmıştı. İstatistiklerde gözüme çarpan, ilk servis sayılarında Berdych'in %89 gibi büyük bir orana sahip olmasıydı. Federer %74'te kalmıştı. Aslında %74 de kabul edilebilir bir yüzdeydi ama Berdych'in başarısının yanında o da sönük kalıyordu. İkinci seti ise Federer 6-3 alarak durumu eşitlemişti. Bu sefer de gözüme ikinci servis sayı oranı çarpmıştı. Berdych'in %36'lık oranı gerçekten çok kötüydü. Federer'e karşı iyi servis atamamasının sonucu olarak da seti kaybetmişti. Yine file önünde Federer'in %67'ye %38'lik üstünlüğü vardı. Anlaşılan ikinci set Çek tenisçi için kabus gibi geçmişti.
Ancak üçüncü setten itibaren izlediğim maçta Berdych'in çok rahat bir oyun sergilediğini söyleyebilirim. Federer'in servislerini kırdıkça morallenen Çek tenisçi, bu sette 12 winner atmayı başardı. İkinci servis sayılarında da büyük bir düzelmeye giden Berdych %80'lik bir oran tutturmayı başardı. Üst üste kaybettiği sayılarla morali bozulan Federer ise bu sette fazla bir varlık gösteremedi ve seti 6-1 kaybetti. Son set çekişmeli geçti. Berdych file önünde çok başarılı bir performans ortaya koyarken Federer servisi kırıldıktan sonra oyundan düştü. İlk servislerde büyük bir başarı yakalayan Berdych seti 6-4, maçı da 3-1 kazanarak yarı finale yükselmeyi başardı. Bu sene ikinci defa Federer'i yenen Çek tenisçinin rakibi, Yen-Hsun Lu'yu 3-0 gibi kolay bir skorla geçen üç numaralı seri başı Novak Djokovic oldu. Federer'se bu turnuva sonunda Dünya sıralamasında üçüncülüğe gerileyecek.
Maç biter bitmez bir başka heyecanı izlemeye koyuldum. Rafael Nadal, İsveçli yıldız Robin Soderling'le oynuyordu. Maçı açtığım anda ilk setin skorunu 5-2 Soderling diye görünce bu maçın da ne kadar çekişmeli olacağını anladım. Birkaç hafta önce, yine bir Grand Slam'de (Fransa Açık) karşılaşmışlardı. Finalde Nadal maçı 3-0 kazanarak şampiyon olmuştu. Bu sefer Soderling aynı şekilde bitmesine engel olacak gibiydi. İlk seti 6-3 kazandığı zaman da kolay kolay pes etmeyeceğini gösterdi. File önünde çok etkili olan İsveçli tenisçi bu sette tam 14 winner atarak rakibini yenmeyi başardı. İlk servis sayılarında %88'lik başarı gösteren Soderling, 6 ace atarak bu setteki etkinliğini arttırdı. İkinci sete Nadal biraz daha sinirli başladı. Bir karar sonrası sayısı silindiği gibi rakibine puan verilince hakeme uzun süre itiraz etti. O andan itibaren üst üste dört oyun kazanan Nadal, rakibinin servisini kırarak seti 6-3 kazanmayı başardı. Özellikle çizgi gerisinden attığı forehandlerle etkili olan İspanyol tenisçi sinirlerine hakim olunca maçı berabere getirdi.

Üçüncü set ise heyecan vericiydi. Soderling çok gergin bir şekilde sete başladı. Aslında siniri kendisineydi. Üst üste yaptığı basit hatalarla rakibinin sete ortak olmasını sağladı. İkinci servis sayılarında %41'lik bir yüzde yakalayan İsveçli acelerdeki 12-5'lik üstünlüğünü bu sette devam ettiremedi. 5 ace atan Nadal rakibinin hatalarından faydalandı. Ancak bu sette, Nadal'ın backhandlerinde sıkıntı olduğunu gözlemledim. Üst üste kaçırdığı sayılarla maç uzadı ve seti 7-6 Nadal aldı. Son seti izleme fırsatı bulamadığım için bir şey söylemem zor. Ancak 6-1 bittiğine göre Soderling'in üçüncü setten sonra maçtan koptuğu fikrini çıkarabilirim. Nadal bir kez daha rakibini yenerek yarı finale kalmayı başardı. Yarı finalde, dört numaralı seri başı Andy Murray ile oynayacak. Bu sene Avustralya Açık'ta karşılaşan iki rakipten Murray rakibini yenerek yarı finale çıkmıştı. Bakalım bu defa kazanan kim olacak?

Eray Kaş l 30 Haziran 2010 1 Yorum


NBA'i takip eden insanlar bilecektir ki bu ligin tek sıkıntısı, hiçbir zaman herhangi bir takım sporunda yaşanan transfer heyecanının yaşanmamasıdır. Bu yüzden en ufak bir takas haberi bile Amerikan basınını hareketlendirmeye yeter. Bir büyük yıldızın takım değiştirmesi ise haftalarca hatta aylarca tartışılır. Ama o Amerikan basını 1 temmuzdan itibaren belki de ne yapacağını bilemez hale gelecek. Zaten 2 yıldır beklenen 2010 yazında LeBron'un hangi takım seçeceği, başkanlık seçimlerinden bile daha önemliydi. O gün artık gelip çattı. Bütün dünya, 2003'teki efsane draft sayesinde ilk defa bu kadar çok süperstar oyuncunun takım değiştirmesini izleyecek. LeBron James, Dwyane Wade, Chris Bosh, Dirk Nowitzki bu oyunculardan sadece bazıları. Ortalık çok karışacağa benziyor.

İşte 1 temmuzdan itibaren serbest kalacak oyuncular:

NBA Doğu Konferansı
Boston Celtics
Ray Allen, Tony Allen, Marquis Daniels, Lester Hudson, Marcus Landry, Paul Pierce (O), Nate Robinson, Brian Scalabrine, Shelden Williams
New Jersey Nets
Josh Boone,Tony Battie, Chris Douglas-Roberts, Trenton Hassel, Jarvis Hayes, Chris Quinn, Bobby Simmons
New York Knicks
Sergio Rodriguez, Eddy Curry (O), Chris Duhon, J.R. Giddens, Eddie House, Tracy McGrady, David Lee, Cuttino Mobley (bıraktı), Toney Douglas
Philadelphia 76ers
Francisco Elson, Allen Iverson, Rodney Carney
Toronto Raptors
Roko Ukic (O) Chris Bosh (O), Quincy Douby, Amir Johnson, Pops Mensah-Bonsu, Rasho Nesterovic, Patrick O'Bryant
Chicago Bulls
Devin Brown, Aaron Gray, Lindsey Hunter, Jerome James, Acie Law, Brad Miller, Jannero Pargo, Ronald Murray, Anthony Roberson, Hakim Warrick
Cleveland Cavaliers
Jawad Williams, LeBron James (O), Tarence Kinsey, Shaquille O'Neal, Leon Powe (T), Sebastian Telfair (T)
Detroit Pistons
Chucky Atkins, Kwame Brown, Fabricio Oberto, Will Bynum, Walter Sharpe, Rodney Stuckey (T), Ben Wallace
Indiana Pacers
Travis Diener, T.J. Ford (O), Luther Head, Josh McRoberts (T), Earl Watson
Milwaukee Bucks
Bruce Bowen (bıraktı), Primoz Brezec, Royal Ivey, Michael Redd (O), Luke Ridnour, Jerry Stackhouse, Kurt Thomas
Atlanta Hawks
Maurice Evans (O), Othello Hunter, Joe Johnson, Randolph Morris, Joe Smith, Mario West, Marvin Williams
Charlotte Bobcats
Tyrus Thomas, Tyson Chandler (O), Raymond Felton, Stephen Graham, Nazr Mohammed (O), Theo Ratliff
Miami Heat
Joel Anthony, Carlos Arroyo, Mario Chalmers (T), Yakhouba Diawara, Udonis Haslem, Jermaine O'Neal, Jamaal Magloire, Quentin Richardson, Dwyane Wade (O), Dorell Wright
Orlando Magic
J.J. Redick, Adonal Foyle, Anthony Johnson, Jason Williams
Washington Wizards
Randy Foye, Earl Boykins, Javaris Crittenton, Mike James, Mike Miller, Fabricio Oberto, James Singleton

NBA Batı Konferansı
Denver Nuggets

Malik Allen, Anthony Carter, Joey Graham, Kenyon Martin (O), Johan Petro
Minnesota Timberwolves
Nathan Jawai, Chucky Atkins, Mark Blount, Antonio Daniels, Darko Milicic, Aleksandar Pavlovic, Oleksiy Pecherov, Alando Tucker, Damien Wilkins
Oklahoma City Thunder
Ryan Bowen, Matt Harpring (bıraktı), Nenad Krstic (O), Kevin Ollie, Etan Thomas
Portland Trail Blazers
Marcus Camby, Juwan Howard, Joel Przybilla (O)
Utah Jazz
Carlos Boozer, Kyrylo Fesenko, Sundiata Gaines, Kyle Korver, Wesley Matthews
Golden State Warriors
Raja Bell, Speedy Claxton, Devean George, Chris Hunter, Cartier Martin, Vladimir Radmanovic (O), Anthony Tolliver, C.J. Watson
Los Angeles Clippers
Steve Blake, Bobby Brown, Rasual Butler, Drew Gooden, Travis Outlaw, Kareem Rush, Brian Skinner, Craig Smith
Los Angeles Lakers
Adam Morrison, Jordan Farmar, Shannon Brown (O), Derek Fisher, D.J. Mbenga, Josh Powell
Phoenix Suns
Louis Amundson, Grant Hill (O), Channing Frye (O), Amar'e Stoudemire (O)
Sacramento Kings
Jon Brockman, Larry Hughes, Carl Landry (T), Sean May, Dominic McGuire, Kenny Thomas, Ime Udoka
Dallas Mavericks
J.J. Barea (T), Greg Buckner, Brendan Haywood, Dirk Nowitzki (O), Tim Thomas
Houston Rockets
Hilton Armstrong, Kyle Lowry, Brian Cook, Chuck Hayes (T), Yao Ming (O), Luis Scola
Memphis Grizzlies
Ronnie Brewer, Rudy Gay, Steven Hunter, Jamaal Tinsley, Marcus Williams
New Orleans Hornets
Ike Diogu, Aaron Gray, Sean Marks, Darius Songaila (O)
San Antonio Spurs
Keith Bogans, Matt Bonner, Michael Finley, Marcus Haislip, Manu Ginobili, Roger Mason, Ian Mahinmi

T: Takım opsiyonu
O: Oyuncu opsiyonu

Kadir Ar l 0 Yorum

Drogba, Cannavaro, Rooney, Ribery, Ronaldinho, Cristiano Ronaldo... Nike'ın turnuva öncesinde çektiği "Write the Future" reklam filminde geleceği yazacakları düşünülerek oynatılan oyuncular. Ronaldinho turnuvaya bile gelemedi. Drogba, Cannavaro ve Ribery gruplarda turnuvaya veda etti. Rooney ve Ronaldo ise 2. turda evlerine döndü. Yani Nike'ın büyük paralar harcayarak çektiği reklamda, altı yıldız oyuncunun yazdıkları gelecek çeyrek finale gelmeden son buldu. Reklamda Rooney'le masa tenisi oynayıp kaybeden Roger Federer bile reklamdan nasibini aldı ve 7 yıl üst üste final oynayıp 6 kez şampiyon olduğu Wimbledon'da yarı finali göremedi. Nike'ın en büyük rakibi Adidas'ın televizyonlarda yayınlanan reklam filminde kullandığı Messi ve David Villa ise yollarına devam ederek Adidas'ı bir adım öne geçirdiler. (Bu arada reklamda yan rollerdeki Howard, Donovan, Walcott, Evra, Pique, Fabregas ve Iniesta arasından da son üçü hariç diğerleri veda etti.)

Bir diğer önemli rekabetin yaşandığı takım formaları konusunda da çeyrek final itibariyle Adidas'ın üstünlüğü mevcut. Formalarını ürettiği Almanya, Arjantin, Paraguay ve İspanya ile çeyrek finalde boy gösterecek olan Adidas, bu dört takımın birbirleriyle eşleşecek olmasından dolayı bir temsilcisiyle finale kalmayı garantiledi. Diğer tarafta ise Nike giyen Brezilya-Hollanda ve Puma giyen Uruguay-Gana birbirleriyle karşılaşarak yarı finallere gelecek. 2006'da yarı finalden yukarıya çıkamayan Nike (Portekiz) ve şampiyon İtalya'yı giydiren Puma'dan birisi finalde Adidas'ın karşısında olacak. Takımların yaşadıkları rekabetin yanında biraz hafif kalmış gibi gözükse de bu büyük giyim markaları için şampiyon takımı giydirmek çok önemli. Çünkü kupa sonrası yapılacak reklam çalışmaları ve bütçeler buna göre belirleniyor. 98 finalinde Nike'ın hasta Ronaldo'yu (gerçek Ronaldo) zorla sahaya çıkarması bu konudaki en güzel örneklerden. En az sahada yaşanan kadar sert geçen bu rekabetin sonucunu 11 Temmuz'da hep beraber göreceğiz...

Cengiz Bahadır Özdemir l 29 Haziran 2010 0 Yorum

Son yılların gözde terimlerinden biri eksen kayması. Mahalle baskısı, X ülke olur muyuz, açılım ve son olarak eksen kayması ile birlikte ülke gündemi işgal edilmekte. Arada yolsuzluk, işsizlik, ahlaki çöküş gibi ''sığ'' meseleler kaynıyor ama kimin umurunda? Böylesine sert bir girişle başlamak belki şık olmadı ama yazının bundan sonraki bölümü daha eğlenceli olacaktır. Çünkü bu seferki eksen kayması, F1'in geleceği açısından umut verici bir durum. Umarım bu kayış (Türkçe'nin esnekliği devreye girmesin) diğer bölgelere de sıçrar ve bizler de farklı tecrübeler edinmeye devam ederiz.

Neden bahsettiğimi şimdi daha net açıklamak istiyorum. Bilindiği gibi Formula 1 daha çok Batı Avrupa merkezli bir spor. Almanya, İtalya, İngiltere, İspanya ve az biraz Fransa gibi ülkelerle ayakta durmuştur. En azından benim ilk izlediğim zamanlar böyleydi. Sonradan işin içine Latin Amerika ülkeleri girdi. Brezilyalı pilotları izlemek farklı bir tat verdi bizlere. Asya'dan sadece Japonya bu heyecana katılırken Hindistan ve Malezya gibi ülkeler de Formula 1 tutkusuna kendilerini kaptırdılar. 2000'den sonraya baktığımızda Formula 1, Afrika dışında bütün kıtalara hitap eden bir spor olmuş durumdaydı. Heyecanın ve tutkunun azaldığı şu dönemlerde Formula 1 yetkilileri de farklı planlar peşindeler. Bu sporu daha zevkli hale getirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Arada hataları da olsa amaçlarının, bu sporu yaygınlaştırmak olduğuna şüphe yok. Neticede çok büyük bir pasta var ortada.
2000'den sonra düşen heyecanı 2010'dan sonra tekrar yükseltecek gibiler. Asya ve Latin Amerika'daki izlenme oranlarını arttıran F1, artık farklı bir bölgeyi fethetmek için uğraş vermekte. Doğu Avrupa! Evet, yıllarca Soğuk Savaş sonrasında farklı gözlerle bakılan bu coğrafya artık daha açık durumda. Demir Perde aralandı ve o aralıktan süzülen güneşi, buradaki insanlar da görmeye başladılar. Özellikle son yıllarda Bulgaristan ve Rusya F1'e hem pilot hem de pist vermek konusunda sıkı bir şekilde çalışıyorlar. Buna en iyi örnek Vitaly Petrov. 26 yaşındaki Rus pilot, GP2'de geçirdiği başarılı sezondan sonra bu sene Formula 1'de yarışmaya başladı. Polonyalı takım arkadaşı Robert Kubica ile birlikte Renault'da fena işler yapmıyorlar. Petrov belki çok iyi bir pilot değil ama Ruslar'ın F1'e verdiği ilk pilot. Bunun bilincinde olduğunu her defasında tekrarlıyor Petrov. Ruslar'ın pilot yollama sevdası Petrov'la kalmayacak gibi duruyor. Mikhail Aleshin, şu sıralar Formula Renault 3.5 yarışlarında mücadele ediyor. Geçen sene Formula 2'yi üçüncü sırada bitiren Rus pilot bu sene Formula Renault 3.5 serisinde lider durumda. Çok genç olmasa bile Petrov'un yaptığını birkaç sene sonra kendisi de yapabilir. Aynı seride yarışan diğer Rus pilotlar Daniil Move ve Anton Nebilitskiy, çok parlak pilotlar olmasalar bile bu yarışlarda Rusya adına mücadele ediyorlar. Ayrıca Rus takımı KMP Racing de bu serinin takımları arasında. Henüz başarısı bulunmayan ancak 19 yaşında olan GP3 pilotu Ivan Lukashevic de ileride daha iyi yerlere geleceği düşünülen Rus pilotlardan. Tabi Rusya ve Formula 1 demişken Midland'ı da es geçmek olmaz. 2006 yılında Rusya bayrağı ile yarışan bu takım, puan alamadan sezonu bitirip kepenkleri kapatmıştı. Gerçi yeni puan sistemi olsa 3 puan alabileceklerdi ama o da ne değiştirebilirdi ki?

Bulgaristan'ın pistlere yollayabildiği ancak henüz başarısını göremedikleri pilot ise Vladimir Arabadzhiev. Formula 1'in paf takımı olarak görülebilecek GP2'de, yarışan pilotlarının olması elbette güzel. 26 yaşındaki Vladimir bu sene henüz puan alamasa da yarışıyor olması önemli bir başarı. Bulgaristan'ın pilotlar bazında Rusya kadar aktif olmadığını söylesek bile ilgi açısından hiç de altta kalır tarafı yok. Geçtiğimiz yıl, Bernie Ecclestone Bulgar Motorsporları Federasyonu Başkanı ile görüşmüştü. Bu sene de görüşmelere devam eden yetkililer, 2012-2016 yılları arasında yarışların yapılması için büyük uğraş vermekteler. Yeni inşa edilecek pistin son derece teknolojik olması ve gece yarışlarının da yapılabilme ihtimalinin bulunması şimdiden heyecan verici. Henüz pistin inşasına başlanmadı. Ama yapılacak anlaşmayla kısa süre içinde pistin tamamlanabileceği söyleniyor. Bu ne demek? İstanbul Park'ın takvimden çıkarılması demek. Seyirci azlığı ve Bulgaristan'la yakınlığından dolayı feda edilecek ülkeler arasında bulunuyor Türkiye. Her ne kadar Ecclestone'un İstanbul'un takvimde kalmasını istediğini söylediğini düşünsek de işin içine para girince her şeyin değişebileceğini biliyoruz. Üstelik son derece ucuz bir şekilde takvime giren Türkiye'nin, 2011'den sonra sözleşmesi bitiyor. 7 yıl için sadece 13 milyon dolar verirken şimdi yıllık 20-25 milyon dolar civarında bir paradan bahsediliyor. Bu durumda anlaşmanın epey zor olacağı kesin. Bulgaristan'ın ekonomik durumunun çok parlak olduğu söylenemez. Ancak Türkiye de çok parlak bir ekonomik durumda değilken bu işe el attı. Dolayısıyla bunun büyük bir engel olacağını düşünmüyorum.
Ecclestonu'un pistler konusunda bir diğer düşündüğü ülkenin Rusya olması da tesadüf değil. Rusya'daki potansiyelin büyüklüğünden etkilenen Bernie, burada da yarışılması gerektiğini söylemişti. Henüz yetkililerle görüşmeler ne aşamada, bilemiyorum. Ancak Rusya'nın da takvime girmesi işleri epey karıştıracak. Takvimden ülke çıkarılması bir ihtimal. Ancak yarış sayısının fazlalaşmasını Bernie'nin istediğini herkes biliyor. Özellikle 25 yarışlık bir seri olması için çabalıyor. Neticede pastayı daha da büyütmek gerek. Ama bu durum pilotlar ve takım patronları tarafından çok iyi bir şekilde karşılanmayacaktır. Adamlar seyyah gibi oradan oraya dolaşıyorlar.

Eksen kayması konusundan daha fazla kaymadan yazının sonlarına gelelim. Formula 1 artık sadece Avrupalılar'ın tekelinde olan bir yarış değil. Polonyalı, Rus, Hint, Japon pilotlar da burada yarışmaktalar. Başarıları henüz yok. Ancak bu, hiçbir zaman olmayacak anlamına gelmiyor. Ayrıca sadece pilotlar olarak da düşünmemek gerekiyor. Ülkeler de bu spora artık yatırım yapmak istiyorlar. Malezya, Bahreyn, Japonya, Türkiye ve şimdi Güney Kore, ileride Bulgaristan, Rusya... Artık geniş bir yelpazenin parçası olmak için yarışıyor ülkeler. Bu da pilotların yarışı kadar zevkli. Kaybeden, büyük bir pazarı da elinden kaçırmış olacak. Önümüzdeki günlerde bizim de bu spora katkımızın devam edip etmeyeceğini göreceğiz. Umarım çok fazla cimrilik yapıp da altın yumurtlayan tavuğu elimizden kaçırmayız. F1, Türkiye'de yavaş ama düzenli bir şekilde yükselen spor dalları arasında. Bunu bırakmamalıyız.

Serhat Gürcan Gündüz l 0 Yorum



Biraz geç oldu draft değerlendirmeleri. Fakat beklediğinize değeceğine eminim. Oyuncuların bazılarını, özellikle NCAA sezonu boyunca izledim diyebilirim. Amerika'daki scoutların raporlarını da ayrıntılı bir şekilde okuma fırsatım oldu. O yüzden rahatlıkla söyleyebilirim ki, Türkçe bir kaynakta bulabileceğiniz en detaylı değerlendirme olacaktır. Öncelikle herkesin gözü, Nets ve Timberwolves takımları üzerindeydi. Hemen arkalarında ise Washington Wizards bulunuyordu. Bu 3 takımın seçimleri önümüzdeki sezon NBA'in bütün dengeleri açısından çok önemliydi. Özellikle John Wall ve DeMarcus Cousins'ı seçecek takımların hangileri olacağı merak konusuydu. John Wall ve Cousins'la beraber "Hot Prospect" olarak görülen 3 oyuncu daha vardı. Bunlar; Evan Turner, Derrick Favors ve Wesley Jhonson adındaki genç oyunculardı. Kısa keselim girizgahı. İlk 5 sıradan seçilen oyuncular dışında, ilk 10'a girmeyi başaran diğer oyuncularında kısa bir değerlendirmesini yapacağım sizler için.

1) John Wall (Washington Wizards) : 6 Eylül 1990 North Carolina/ Raleigh doğumlu olan John Wall liseyi "Word of God" isimli Hristiyanlık okulunda okudu. 1.93'lük boyuyla daha o dönemde yıldız avcılarının listesine 1. sıradan girmeyi başardı. Zaten topladığı ödüllerde bunun bir kanıtı. Kentucky Üniversitesine başladığında ise daha ilk maçında 19 sayı, 2 ribaund, 5 asist ve 3 top çalma ile oynadı. Bütün bunların yanında maçın bitimine beş saniye kala, üzerinde tonlarca baskı varken, maç kazandıran sayıyı atmayı başardı. Geçen sezon Arenas problemi ile boğuşan Wizards, bu sene yeni bir yapılanma içerisine girecek. NCAA'de ilk sezonunu geçiren Wall onlar için iyi bir seçim oldu. Özellikle Arenas ile birlikte oynayacak olması hem Washington hemde Wall için çok önemli. Şimdi John Wall'un genel özelliklerine bir bakalım..
Derrick Rose ve Russell Westbrook tarzı bir oyuncu diyebiliriz. Kentucky'den yetişen her oyun kurucu gibi onunda öne çıkan özelliği hızı. Geniş alan bulduğu zaman durdurulması çok zor. Atletik bir yapısı ve oynadığı pozisyona göre uzun bir boyu var. Kollarının uzunluğu da ona top çalma ve savunma yapma konusunda çok yardımcı oluyor. Oldukça çabuk bir oyuncu Wall. Derrick Rose gibi çembere korkusuz şekilde gidişlerini sık sık göreceğiz bu yıl. Şutları da Rose'dan daha iyi. Liderlik vasıfları da oldukça gelişmiş bir oyuncu. Top onda olduğunda, sahayı görüşü sayesinde bütün takımı oyuna sokabiliyor. İnanılmaz bir potansiyele sahip. Bir point guard'a göre çok büyük olan elleri ise ona top hakimiyeti konusunda çok yardımcı oluyor.
Zayıflıklarına gelince, evet şutları çok çok iyi değil. Fakat bunun üzerinde şimdiden çalışmaya başladığını biliyoruz. Bunun yanı sıra NCAA'de top kayıplarından yana çok sıkıntısı vardı. Bu top kayıplarında en büyük rol ise kuşkusuz güç eksikliği. Temaslarda çok kırılgan bir yapısı olduğunu göreceksiniz. Bunun için fitness salonunda uzun saatler harcaması gerekecek. Fakat bütün bunların yanında John Wall, Rose'dan çok daha çabuk olması, liderlik vasıfları ve en önemlisi gerçek bir point guard olması ile, önümüzdeki yılların en önemli oyuncularından birisi olacak...

2) Evan Turner (Philadelphia 76ers) : Geçen sezon yine aynı okulun, yine aynı mevkisinden bir oyuncu seçmişti 76ers. 17. sıradan seçtikleri Jrue Holiday'den bahsediyorum tabi ki. Evan Turner'da Ohio State oyuncusu idi. 1988 Chicago/Illionis doğumlu olan Turner skorer guard olarak oynuyor. Brandon Roy'a benzetebiliriz onun oyun tarzını. 2.01 olan boyu sayesinde savunmacıların üzerinden daha da rahat şut atabiliyor, tabi karşısında savunmacı kaldıysa. İnanılmaz bir dripling kabiliyeti var. Hatta abartarak söylemek gerekirse, çok oyuncunun bileği kırılacak karşısında. Çok fazla atletik özellikleri yok, yani smaç basma konusunda bir Andre Igoudala değil ama yinede NBA için yeterli sayılabilir. Güçlü fiziği ise en önemli yardımcısı potaya gidişlerde. Çok fazla faul düdüğü çıkartacağına emin olabilirsiniz. Özellikle kontaktan sonra bitiriciliği inanılmaz boyutlarda. Buna birde yüksek yüzdeyle attığı faul atışlarını koyarsanız (geçen sezon için %75), çok can yakacaktır. Savunmada çok yıpratıcı özellikleri yok ama tıpkı Gasol gibi kolları oldukça uzun. Hatta çok uzun... Hem boyunun, hemde kollarının uzunluğunu hesaba katar, çabukluğunu da göz önünde bulundurursak savunmada çok önemli katkılar vereceğini söyleyebiliriz. Tabi ki bunun için çok çalışması gerekiyor. İyi bir potansiyele sahip olan Turner'ın hücumda pek bir zayıflığı yok. Fakat savunma bilgisi biraz düşük. Perdelemenin ardından atılan şutlar en büyük zaafı. Zaten bu şutları kendisi de pek yüzdeli atamıyor. Önemli bir skorer olacağı kesin ama draftta Turner'ın seçilmesi 76ers taraftarlarını pek mutlu etmedi. Geçen sezon Holiday, bu sezon Turner seçimleri Andre'nin gideceğine işaret olabilir diye düşünüyorlar. Haklıda olabilirler...

3) Derrick Favors: 1991 Atlanta/Georgia doğumlu, Georgia Tech öğrencisi 2.08 boyundaki power forward belkide en isabetli seçim oldu Nets için. Kulüp tarihinin en kötü, hatta NBA tarihinin en kötü sezonlarından birine imza attı geçen sene Nets. Sadece 12 galibiyet alabildiler. Sezon sonu takımı satın alan Mikhail Prokhorov ile birlikte sert değişim rüzgarları esti takım üzerinde. Kontrat boşluğu yaratmak için pek çok oyuncuyla yollarını ayırdılar. Takımın başına Avery Jhonson getirildi. Harris ve Lopez elde tutuldu. Takımın 2 adet maksimum kontrat hakkı bulunuyor ve bu sezonun en iyi draftlarından birisini yaptılar. Özellikle de Yi Jianyian'ı da LeBron James hayalleri yüzünden Washington'a gönderdikleri sırada. Boyuna ve kilosuna göre(112 kg) oldukça atletik olan Favors bu özelliklerini gücü ve çabukluğuyla tamamlıyor. İki pota altında da etkili olan Favors, özellikle hücum sırasında, savunmayı okuma konusunda oldukça başarılı. Pota altında bitiriciliği ise muhteşem. Hem parmak hassasiyeti olarak, hemde güçlü smaçları bakımından durdurulması zor bir oyuncu olacak. Gözlemciler onun hızlı olduğunu söylüyor, kişisel olarak görüşüm ise, iki pota arasını en hızlı koşan uzunlardan birisi olacağı yönünde. Ribaund konusunda ise oldukça istekli ve başarılı. Özellikle hücum ribaundları ile takımına bol bol 2. şans sayıları kazandırabilir. Savunmada ise yaptığı bloklarla, içeri drive etmeyi düşünen oyuncuları yıldıracağı kesin. Bu sene draftlarda seçilen en genç oyuncu olması, ve çabuk öğrenen bir yapıya sahip olması ise avantajları. Bu sezon Free agent olan hangi oyuncu ile anlaşır Nets bilinmez ama, Favors'ın diğer çaylaklardan daha fazla süre alacağı kesin. Zayıflıklarına gelince... Dedik ya, çok genç bir oyuncu. Mutlaka daha fazla güçlenmesi gerekiyor. Alçak postta savunma yaparken NCAA'de şimdiki kuvveti yeterliydi, ancak NBA'de başarılı olmak istiyorsa dahada güçlü olması gerekiyor. Kısıtlı bir repertuvarı var hücumda. Yani ayak oyunları konusunda biraz ders alması gerekiyor. Top hakimiyeti ise bir diğer sorun. Fakat bunlar genç olduğu için öğrenebileceği şeyler. Panik yapmadan oynaması ve smaç kaçırsa dahi denemeye devam etmesi gerekiyor. Çabuk öğrenen bir yapısı olduğundan, bütün bunları aşacaktır Favors. Unutmadan, iyide bir faul atıcısı Favors, ama ondan şut atmasını beklemeyin...

4) Wesley Jhonson ( Minnesota Timberwolves) : Liseyi doğduğu Texas/Corsicana'da okuyan Jhonson üniversitenin ilk iki yıllında Iowa State'de oynadı. Daha sonra yıldızlaştığı Syracuse Üniversitesine transfer olmayı seçen Jhonson burada bütün dikkatleri üzerine çekti. 1987 doğumlu ve 2.01 boyundaki oyuncu ilk sezonunda NCAA kuralları gereği kenarda oturmak zorunda kaldı. 2009 - 2010 sezonunda ilk 5'te başlayan Jhonson, Doğu takımlarının en iyi oyuncusu ödülünü aldı. Üniversitenin son senesini okumadan draftlara katılmayı seçti. Bu sezon için NBA'e en hazır "lottery pick" olarak görülüyordu zaten. Shawn Marion'la aynı özelliklere sahip. Aslında small forward denince oluşan tanımın tam karşılığı Wesley Jhonson. İyi bir savunmacı, iyi bir şutör. Atletik özellikleri de çok fazla. Potaya gitmek istediği zaman gidebiliyor. Perdeden sonra çıkıp şutta atabiliyor, savunmacısını geçip potayada gidebiliyor. Kolları o kadar uzun ki, onun üzerinden şut atmak neredeyse imkansız. Alçak post üzerinden oynayan diğer sf'lere karşı zorlanabilir. Çünkü yeterince güçlü bir yapısı yok. Ayrıca ayakları da yavaş. Ayrıca oyuncusunu geçerken sıkıntı yaşayabilir, çünkü dribbling halinde iken, topu savunması biraz yetersiz. Kollarının uzunluğu ve boyu onun ribaund almasını kolaylaştırıyor. Bütün bunlara rağmen en önemli zayıflığı pas atma konusundaki başarısızlığı. Her ne olursa olsun, kendini geliştirecektir. Nets'ten sonra en kötü performansı sergileyen Minnesota (15 galibiyet) tam onun istediği ortamda olan bir takım. Hem Timberwolves hemde Wesley için iyi bir seçim oldu diyebiliriz.

5) DeMarcus Cousins (Sacremento King) : Kişisel olarak ilk 3 seçimden biri olacağını düşünüyordum Cousins'ın. Fakat 5. sıra seçme hakkını elinde bulunduran Sacremento'ya kısmetmiş Cousins. 1990 yılında Mobile/ Alabama'da doğan Cousins'da liseyi, Mobile'da okudu. 2.11 boyundaki dev pivot,122 kg ağırlığında. Kentucky oyuncusu olarak draftlara katılan DeMarcus'un en büyük özelliği oyun konsantresini kaybetmemesi ve bütün enerjisiyle takıma katkı vermeye uğraşması. Çok atletik bir yapısı olmasa da pota altında inanılmaz bir bitirici. Size olarak çok iyi olan DeMarcus'un hem boyu hemde kilosu ilerleyen yıllarda daha da gelişecektir. Refleksleri ve kilosuna göre çabuk ayakları sayesinde iyi bir savunmacı. Pota altında caydırıcı bir güç olmayı bu şekilde başarıyor. Kollarının uzunluğu refleksleriyle birleştiğinde, tam bir blok makinesi oluyor. Genç yaşına rağmen pek çok alçak post oyununu rahat bir şekilde oynuyor. Yani hücum repertuvarı şutları hariç oldukça geniş. Zayıflıkları ise playbook içinde kalamaması. Tam olarak söylemek gerekirse, çizilen oyunu tam olarak oynayamıyor. Ayırca ne kadar mental olarak her şeyini veriyor desek de, takımı geriye düştüğü zaman ayağa kalkmakta zorlanıyor. Yani liderlik vasıfları pek yok. Geriye düşmek dediğim tabi ki 5-10 sayı değil. Takımını ayağı kaldıracak oyuncu değil. Saf bir yeteneği var DeMarcus'un. İleride pota altını domine edebilecek bir uzun olacaktır. Gözlerinizi bu çaylaktan ayırmayın...

ilk 5 sıra böyle...

6) Ekpe Udoh (Golden State Warriors) (PF) (Baylor) : Golden State 23 yaşındaki Udoh'u seçerek pota altı için önemli bir yatırım yaptı. Pek yatırım sayılmaz aslında. Pota altını güçlendirdi diyelim. Udoh tam bir pota altı canavarı. Bitiriciliği ve ribaundlarda ki çabası takdire şayan. Size'ı sayesinde defansif özellikleri daha çok öne çıkıyor. Fakat bu onun hücumunun zayıf olduğunu göstermez.

7) Greg Monroe (Detroit Pistons) (PF/C) (Georgetown) : 1990 doğumlu Monroe genellikle PF olarak oynuyor. Pek atletik bir oyuncu olmasa da yaşına göre oldukça güçlü ve ayakları yere basan bir oyuncu. Özellikle post oyunlarını çok etkili bir şekilde oynuyor. Ribaund alma konusunda sıkıntı yaşamayan genç oyuncu, Detroit'in yeni yapılanmasında önemli bir rol alacaktır.

8) Al-Farouq Aminu (Los Angeles Clippers) (SF) (Wake Forest) : Tıpkı Monroe gibi Aminu'da 90'lı. Aslında onun biraz daha yukarıda seçilmesini bekliyordu herkes. Potansiyeli en yüksek oyunculardan birisiydi. Pas vermesinde ve liderlik vasıflarında sıkıntı olmasaydı ilk 3 seçimden birisi olabilirdi. Thaddeus Yound ile aynı özelliklere sahip. Şutları düzgün ve atletik bir oyuncu. Potaya gitmekten çekinmiyor. Aynı zamanda faul almayı da kolayca başaran Aminu, savunmada güçlü fiziği ile rakiplerine zor anlar yaşatacaktır bu sene.

9) Gordon Hayward (Utah Jazz) (SF) (Butler) : NCAA'i takip edenlerin en çok şaşırdığı seçimlerden biri olmuştur Hayward'ın 9. sıradan seçilmesi. Aslında tam olarak ne oynadığı belli değil. Yani SF olarak oynaması normal fakat Butler'da Hidayet gibi topu getiriyor, arada SG olarak bile oynuyordu. 2.06 boyuyla tam bir üçlük canavarı. Topa sahip olması, paslarının çok iyi olması yüzünden, Odom gibi bir oyuncu olacağını düşünüyorum. Tabi ki Odom'dan çok daha yüksek yüzdeli şut atacaktır. Oyunu bilen ve savunmayı iyi okuyan bir oyuncu. AK47'nin son 2-3 senedir bekleneni verememesi ve Korver'ın beklenenden çok daha az katkı vermesi Utah'ı böyle bir seçime zorlamış olsa gerek. Kötü mü yaptılar? Bence hayır...

10) Paul George (Indiana Pacers) (SF) (Fresno St.) : İlk onda John Wall'dan sonra potansiyeli en yüksek oyuncu Paul George. LeBron James kadar olamasa da yeni takım arkadaşı Danny Granger ile benzer özellikler taşıyor. Hatta ondan daha iyi olduğu konularda mevcut. Çok iyi bir şutör olmasına rağmen driblling yaptıktan sonra kullandığı saçma şutlar onun 10. sıradan seçilmesine sebep oldu. Evet atletik bir yapısı var ve potaya gitmeyi seviyor. Fakat biraz bencil bir oyuncu. Ayrıca defansif olarak pek konsantre olamadığını söyleyebiliriz. Fiziği ve kollarının uzunluğuna rağmen kötü bir savunmacı diyebiliriz. Çabuk bir oyuncu olduğu için bu açığını kapatabilir. 1990 doğumlu oyuncunun Danny Granger'dan öğreneceği çok şey var. Kendini yıldız olarak görmez, hevesi kırılmadan doğru oynarsa önümüzdeki 10 yılın süper starlarından olabilir.

İşte ilk 10 böyle.. İlk tur seçimlerini genel olarak değerlendirmek gerekirse, takımlar ihtiyaçları olduğu yere draft haklarını kullandılar diyebiliriz. Tabi ki 76ers hariç. Bunun dışında ilk turdan hiçbir Avrupa'lı oyuncu seçilmemiş olması ise düşündürücü. Avrupa'dan ilk seçilen oyuncu ise 31. sıradan seçilen Alman Tibor Pleiss. Nets'in ihtiyacı olan bir oyuncu. Diğer Avrupa'lı ise Sırp Nemanja Bjelica. Onuda Washington 35. sıradan draft etti. Nets, Timberwolves ve Washington için kötü geçen sezona sünger çekme vakti. Şimdi herkesin gözü 1 temmuza çevrilmiş durumda. Kontratı biten süper yıldızların imzalarından sonra, pek çok takas olacaktır. İlk tur seçimlerinden kimler takas edilir bilemem ama, heyecanlı günler bizi bekliyor...

Adsız l 0 Yorum

Futbol maçlarında 21. yy. teknolojisinin nimetlerinden yararlanılmasına karşı çıkanların birleştiği ortak söylem, olası uygulamanın futbolun ruhuna aykırı olması. Bunu söyleyenlerin futbolun ruhundan neyi kast ettiğini açıkçası anlayamıyorum; o yüzden gelin bu futbolun ruhu nedir ne değildir biraz kurcalayalım.

Öncelikle şuradan başlayalım; futbol dünya çapında neden bu kadar çok seviliyor? Herkes birçok farklı cevap verebilir, ama sanırım hepsinin ortak noktası, her ne kadar maçtan önce belli takımlar mutlak favori olarak gösterilse dahi, 90 dakikanın her türlü sürprize gebe olmasıdır. Bugün Brezilya karşısında fark yemesi beklenen bir Kuzey Kore’nin, son dakikada durumu 2-2’ye getirebilme ihtimalidir bizi heyecanlandıran. Futbol adına 90 dakika boyunca en doğru şeyleri yaptığınız halde, rakibin tek bir atakla sizi yenebilme şansının her zaman var olmasıdır. Öyle maçlar olur ki, boş kaleye goller kaçar, direklerde sayısız top patlar, çizgiden son anda akıl almaz bir top çıkar; ama bir de bakarsınız rakip futbolcunun fizandan çektiği şut ağlarla buluşur. İşte bence budur bize bu oyunu delice sevdiren şey. Bazıları top yuvarlaktır der, bazılarıysa top bizi sevmedi. Biz ona “topun adaleti” diyelim. Bana göre futbolun ruhu, ne olduğunu asla çözemediğimiz ve çözemeyeceğimiz –belki de asıl bu yüzden sevdiğimiz- “Topun Adaleti”dir.

İşte tam bu noktada, şu ayrımı çok iyi yapmamız gerekiyor; biz futbolun ruhu dediğimiz şeyi topun adaletine mi bırakacağız, yoksa insanların adaletine mi? Burada şunu da unutmamak lazım; futbol artık eskisi gibi değil. İngiltere’de daha modern futbolun yeni yeni yerleştiği yıllarda, gole giden oyuncuya arkadan kasti yapılacak müdahalelerin oyundan ihraç ile cezalandırılması konusu gündeme alındığında insanlar, “Canım öyle şey olur mu, hiçbir centilmen rakibine arkadan kasti müdahale yapar mı?” diye şaşırmışlar. Ya da penaltı vuruşunun ilk kullanıldığı zamanlarda, kale boşaltılırmış. Haydi o kadar eskiye gitmeyelim, 1970’den önce sarı ve kırmızı kart uygulaması yoktu, hakem oyuncuya dışarı çık dedi mi oyuncu çıkardı. Artık futbol eskisi gibi değil derken kast ettiğim tam da bunlar işte, biraz yukarıda yazdığım her şey bize artık komik geliyor. Bir futbolcu eliyle gol attığında, hiçbirimiz ondan bunu hakeme itiraf etmesini beklemiyoruz. Aslında beklememek de gerekir, çükü artık tek bir gol dahi akıl almaz derecede para ve şöhret demek, dolayısıyla asıl olması gereken, kural dışı olayları tespit edip ceza verebilmek. Bunun için de hakemlerin çaresiz kaldığı durumları belirleyip, eksiklikleri kapatmak gerekiyor.

Burada biraz kendi çocukluğumuza gidelim, vakti zamanında yaptığımız mahalle maçlarını hatırlayalım. Oyun oynama coşkusu ve saf kazanma arzusuyla bazen bir gazoz kapağının peşinden koşturduğumuz o zamanlarda bile, hatalı kararları olabildiğince önleyen bir mekanizma vardı: “Bak senin adamın gol değil diyor” belki de dünyanın en saf/en ahlaklı kontrol mekanizması. Mutlaka her maç buna benzer durumlar olurdu. Belki de bugün hepimizin o maçları sevgiyle yâd etmesi de, mahalle maçlarının tam da futbolun ruhuna uygun olmasıdır, kim bilir?

Şu örnekle konuyu bağlamak istiyorum; malum hepinizin bildiği üzere teniste “şahin gözü” denilen bir video kontrol mekanizması var. Sizce tenisin ruhu ve heyecanı, maç sayısını belirleyecek topun banttan sekip iki taraftan birinin alanına düşme ihtimali midir, yoksa aslında dışarıya düştüğü halde içeride kararı verilen bir ‘winner’la oyuncunun maçı kazanması mıdır? İşte futbolun ruhunun ne olduğu da, aslında bu soruya vereceğiniz cevapla aynı.

Peki nedir bu hatalı kararların çözümü deseniz, +2 asistan hakem uygulamasının yanı sıra, sadece ofsayttan verilen/verilmeyen goller, topun çizgiyi geçip/geçmediği durumlar, ceza sahası içindeki elle müdahaleler için başvurulacak, önünde ekran bulunan bir hakemin daha yer alması bana en çok mantıklı gelen çözüm. Ayrıca adaleti tam sağlayabilmek açısından, bu uygulamalar tüm turnuvalarda ve liglerde yapılmalı, FIFA bunu için gereken kaynakları sağlamalı.

Kemal Mardin l 0 Yorum

Sahada takım olmayı pek beceremeyip eve dönmek zorunda kalan İngilizler, Beckham ekolü yelekleriyle tam bir takım olmuşlar.

Kemal Mardin l 0 Yorum


Haticenin şampiyonu, neticenin düşmanı Hollanda Milli Takımı'nın bir Dünya Kupası'ndan daha hayal kırıklığı ile ayrılmasına neden olabilecek olaylar zinciri tetiklenmiş görünüyor. Takımın Slovakya'yı yenip adını çeyrek finale yazdırmasına rağmen Brezilya ile eşleşmiş olmasının yarattığı karışık duygular yetmezmiş gibi bir de Robin van Persie krizi patlak verdi. Van Persie'nin oyundan çıkarken söyledikleri Hollanda basınında galibiyetin önüne geçip birinci haber olmuş durumda.

Her ne kadar yalanlasa da dudak okuyuculara göre Van Persie kenara alınırken teknik direktör Bert van Marwijk'e, "Sneijder'i çıkarmalıydın, o çıkmak istiyordu" diyor. Maçtan hemen sonra takımı toplantıya alıp kötü havayı dağıtmaya çalışan Marwijk, "Duymadım. Umurumda da değil", Van Persie oyundan alındıktan dört dakika sonra gol atan Sneijder ise "Herkesin düşüncesi kendine" şeklinde beyanat vermiş.

Şimdi merak edilen, bu olayın daha önce EURO 2008'de de bir serbest vuruşun kullanımı için tartışan ikilinin arasında sorun yaratıp yaratmayacağı. Bunca yıldır favori gelip hayal kırıklığı yaratan Portakallar bu sefer favori olmamalarına rağmen iyi bir hava yakalamışken bu olayın dallanıp budaklanması yüzünden dağılırlarsa gerçekten yazık olur.

Kadir Ar l 28 Haziran 2010 0 Yorum

"Başkan Zamparini'nin yanına gittiğimde, teklifi kabul etmekte haklı olduğumu ve bana kızmayacağını söyledi. Bense gitmemi istiyormusun diye sordum ve kalmak istediğimi söyledim. O da evet dedi ve hala takımın kaptanı olduğumu söyledi. 4 yıllık 10 milyon euro'yu reddetmek kolay değildi ama aklım gitmemi söylerken kalbim başka düşünüyordu."

Bu sözler Fabrizio Miccoli'ye ait. Birmingham'dan gelen teklifi nasıl reddettiğinin açıklaması. 31 yaşına gelmiş ve son vurgununu yapma fırsatı yakalamış her futbolcunun kabul edeceği teklifi, kulübüne olan sevgisi nedeniyle reddetti.

Farklı adamdır Miccoli. Başkaları bahsetmekten korkarken, o gururla Che Guevera dövmesi taşır vücudunda. Başka maceralar aramadan 17 yaşında tanıştığı kadınla evlenir. Oğlunun adını Maradona sevgisi yüzünden Diego koyar. Ve Benfica'daki zor günlerde kendisine kucak açan kulübü yarı yolda bırakmaz. Ailesinin geleceğini düşündüğünü belirterek kulüp değiştirenleri fazla yadırgayamam bahanelerinin kutsallığından ötürü ama Miccoli gibi güzel adamları da gönlümde hep ayrı bir yere koyarım...

Cengiz Bahadır Özdemir l 1 Yorum

Valencia'daki Avrupa GP'si öncesi büyük bir çekişme vardı. Kanada'daki olaylı yarıştan sonra işler iyice kızışmıştı. Sıralama turlarında Mercedes GP şok yaşamıştı. İlk seansın ardından ikinci seanstaki performanslarıyla elenen Schumi ve Rosberg yarışa geride başlamak zorunda kaldılar. Rosberg 12., Schumi ise 15. sıradan yarışa başlayacaklardı. Schumi için bu durum, kariyerinin en kötü derecesiydi. Bunun dışında, birinci sıra Vettel'in olmuştu. Webber de ikinci sırayı alarak Red Bull'un ilk ikide olmasını sağladı. Hamilton üçüncü, Ferrari pilotları Alonso-Massa 4.-5. oldular. Button ise geriden kaldı ve 7. olabildi.

Bu sonuçlarla pazar gününe geldik. Yarış başladığında Vettel müthiş bir çıkış yaptı ve arkasındakilerin kendisini geçmesine engel oldu. Webber ise çok kötü bir çıkış yaptı. Hamilton ve Ferrari pilotlarının kendisini geçmesine engel olamadı. Daha geride Button, Petrov ve Rosberg de kötü çıkış yaparken, Ferrari pilotları ve Schumacher üst sıralara tırmanmayı başardılar. İlk tur bittiğinde Vettel-Hamilton-Alonso-Massa-Kubica-Button-Barrichello-Hulkenberg-Webber-Buemi gibi pilotlar ilk 10'a girmişlerdi. Yarışın bundan sonraki kısmında fazla değişiklikler yaşanmadı. Vettel her turda Hamilton'la arasındaki farkı açmaya başladı. Bu sırada, arka tarafta Webber henüz yedinci turdayken pite girip sert lastiklere geçiş yapmıştı. Bu yüzden biraz arkaya düştü. Dokuzuncu turdaysa yarışın kaderini değiştirecek kaza meydana geldi.

Lotus pilotu Kovalainen, arkasındaki Webber'e kolay geçiş imkanı tanımıyordu. Ancak son hızla Lotus pilotunun arkasına geçen Webber, hızını ayarlayamamıştı. Kovalainen'in erken frene basması da kazaya sebep olan nedenlerdendi. Sonuçta iki pilotun ufak hesap hatası pahalıya mal oldu ve Webber, Kovalainen'e arkadan çok sert bir şekilde çarptı. İşin kötüsü, Webber'in aracı çarptıktan sonra ters döndü. Neyse ki o şekilde yolda sürüklenmedi ve hemen düzelip lastik bariyerlere çarptı. 500. yarışında Lotus bir aracını kaybederken Red Bull da Türkiye'den sonra Valencia'da da kaza şokuyla sarsıldı. Mark Webber'in durumunun iyi olması takım için tek teselliydi. Ama bu kazadan sonra yaşananlar, bence 2010 yılının en çok konuşulacak olayları arasına girecektir. Tam da kurallar yeni değişmişken, güvenlik aracının yarışa girdikten sonra oluşan durum son derece talihsiz olmuştur.

Kazayı gören pilotlar, hemen lastik değiştirmek için pite girdiler. Ancak pite girişlerde bazı araçların hız kuralına uymadığı tespit edildi. Toplamda dokuz araç incelemeye alındı. Bu işin bir kısmı. Diğer kısmı ise Hamilton'ın yaptığı. Hamilton, güvenlik aracı piste girerken hızını azaltmış ancak sonradan ne olduysa bir anda hızını arttırıp güvenlik aracını geçmişti. Pist komiserleri olayı incelemeye aldılar ve olay sonunda Hamilton'a pitten geçme cezası verildi. Cezayı alacağını öğrenen Hamilton, pistteki en iyi zamanı yapıp arkadakilerle arasındaki farkı açtı ve sonra da pitten geçerek tekrar yarışa katıldı. Sıralamada yer kaybetmeyen Hamilton böylece ikinci sırada yarışmaya devam etti. Olayın üçüncü boyutu ise Schumi'nin tarafında yaşandı. Zaten pite erkenden girmiş olan Alman pilot, kazanın olduğu sırada değil de bir tur sonra tekrar pite girmek istedi. Açıkçası, yarışın başında iki kere pite girmesini anlayamadım. Ama bu taktik onlara pahalıya patladı. Çünkü pit çıkışı konvoyun geçmesini bekledi. Güvenlik aracının arkasındaki konvoyu bekleyip yarışa döndüğü zaman 19. sıraya geriledi. Böylece bir kaza, üç tane farklı sorun yaratmış oldu.

Yarışın ilerleyen bölümlerinde pek fazla geçiş olmadı. Zaten Valencia GP, geçişe fazla müsait bir pist değil. Güvenlik aracından sonra pite girmeyen Kobayashi arka tarafı kontrol altına aldı ve yarışı uzun süre üçüncü sırada götürdü. Button da kendisini zorlamayınca yarışta fazla geçiş de izlemedik. Bunların dışında, arkada Massa ve Schumi rakiplerini geçip yarışı en iyi şekilde bitirmeye çalıştılar. Ancak Schumi yarışı başladığı yerde bitirdi. Massa da 11. sırada kalıp puan alamadı. Yarışı baştan sona lider götüren Vettel ise zaferini ilan etti. McLaren pilotları Hamilton ikinci, Button üçüncü oldu. Williams pilotu Barrichello ise sezonun en iyi derecesi olan dördüncülüğü elde etti. Kubica yükselişine devam edip beşinci oldu. Sutil, Force-India'ya puanlar kazandırmaya devam etti ve altıncı sırada yarışı bitirdi. Kobayashi, rüya gibi bir yarışın ardından yedinci sırayı aldı. Son turda Buemi'yi geçişi nefes kesiciydi. Alonso sekizinci olarak Ferrari'de hayalkırıklığı yaratırken, Buemi dokuzuncu ve Mercedes pilotu Rosberg onuncu oldu.

Yarıştan sonra Schumi ve Ferrari cephesi çok kızgındı. Hamilton'ın sadece pistten geçme cezası alması ve dokuz pilota beş saniye cezası verilmesi herkeste kuşku yarattı. Ferrari tarafı yarışın manipüle edildiğini ve bu işin Formula 1'in güvenirliğine zarar verdiğini söyledi. Ferrari başkanı Luca di Montezemolo ''Böyle şeylerin yaşanması Formula 1'i zedeliyor. Ferrari'nin bu yarışta geride kalmasının sebebi, yarış hakemlerinin verdikleri kararlardır'' şeklinde konuştu. Benzer şeyleri Alonso da ifade etti. Güvenlik aracı girerken arka arkaya sıralanan iki pilot, yarış bittiğinde çok farklı yerlerdeydiler. Bu durumun altını çizdi İspanyol pilot. Benim şahsi fikrim de yarışın mide bulandırıcı olduğu yönünde. Hamilton'ın yaptığı hareket sadece pitten geçme cezasıyla geçiştirilemezdi. Dokuz pilotun, güvenlik aracı kuralını ihlal etmesinden sonra beş saniye ile cezalandırılması da kabul edilecek gibi değil. Hatırlanacağı gibi Schumi, bu sene Monaco GP'de güvenlik aracı yoldan çıkarken son turda Alonso'yu geçtiği için 20 saniye cezası almış ve puansız bir şekilde yarışı tamamlamıştı. Ondan sonra yapılan güvenlik aracı ile ilgili kural değişikliği anlaşılan yeterli olmamış. Açıkçası bariz bir çifte standart var. Zaten çoğunluğun da hemfikir oldukları nokta, güvenlik aracı kurallarında hala standart getirilmemiş olması. Vettel yarışı birincilikle bitirdi ama soru işaretleri sezonun ortasında oluşmaya başladı. Sezon sonunu bakalım nasıl getirecekler?..

Efe Yılmaz l 3 Yorum


Geçen sene bugünlerin en çok tartışılan kavramıydı "Sportif Direktör". Zaten konuları kaşımaya meraklı medyamız, özellikle işler kötü giderken, kanırttı durdu bu kavramı. Şubat gibi Aykut Kocaman ile Daum arasında kara kedi varken, şampiyonluk yolunda aralarından su sızmıyordu. Benzer bir durum Trabzonspor için de geçerliydi. Sezon boyu Ünal Karaman'ın ne yaptığı bir türlü anlaşılamadı. Bir sene sonra geldiğimiz noktada Aykut Kocaman Fenerbahçe futbol takımının yeni teknik direktörü. Peki acaba şimdi Aziz Yıldırım, X ismi sportif direktör yapsa, Aykut Kocaman bunu kabul eder mi?

Futbolumuzun son 20 senesinin örnek oyuncularından birisi. Nasıl ki, "Metin-Ali-Feyyaz" dan, Hami'den ve Bülent Korkmaz'dan kimse nefret etmezse, Aykut-Oğuz da öyle bir şeydir futbol severler için. Herkesin saygı duyduğu, gözü kör olmuş fanatiklerin bile sevdiği isimlerdendi Aykut Kocaman. Hatta ben kendimce, onun hiçbir başarısı olmadığını savunanlara, bağımsız çaba halinde defalarca başarının şampiyonluk olmadığını anlatmaya çalıştım. Ama geldiğimiz noktada bir çuval inciri berbat etmiş yahut ettirilmiş bir Aykut Kocaman var.

Dürüst, mert, ahlaklı adamın üzerinde gereksiz soru işaretleri oluştu. Ve işin daha acı kısmı bu soru işaretlerinde Aykut Kocaman'dan çok Aziz Yıldırım'ın suçunun olması. Üst üste kaçan 2 şampiyonluk sonrası, her büyük takım başkanı gibi kendisine bir kurşun geçirmez yelek buldu. Hem de aynı Aziz Yıldırım daha önce Rıdvan Dilmen ve Oğuz Çetin'e de aynı şekilde davranmıştı.

Tıpkı Yıldırım Demirören'in Rıza Çalımbay ve Ertuğrul Sağlam'a, Adnan Polat'ın Bülent Korkmaz'a yaptığı gibi, işler dibe vurduğunda futbolun patronları kendilerine güvenlik olarak, taraftarın sevgililerini tutuyorlar. İşin daha garibi ise taraftar şuursuz başkanlarına sahip çıktığının yarısı kadar sahip çıkmıyor kendi kahramanlarına.

Hiçbir başkanın 100 yıllık takımların kahramanlarına böyle davranmaya hakkı yok. Göreve geliş şekli ve yaşadığı bir sene sevimsiz de olsa, Aykut Kocaman bizim kuşağın mahalle maçlarında olduğu futbolculardan. Umarım bir mucize olur ve bu sefer harcanan bizim kahramanımız olmaz.

Kemal Mardin l 1 Yorum


Bu kavrama henüz çok da aşina değiliz. Orijinal kullanımı "ambush marketing" şeklinde. Bizde ise tuzak veya sinsi olarak geçiyor. En basit açıklamayla, şirketlerin pazarlama faaliyeti yürütme hakları olmayan durumlarda, kulağı tersten gösterip ürünlerini pazarlamaları durumu anlamına geliyor.

Konunun en taze örneğine Dünya Kupası'nda şahit olduk. Hollanda'nın kupada oynadığı ilk maç olan Danimarka mücadelesinde aynı renk ve modelde mini elbiseler giymiş 36 Hollandalı hanım, herkes gibi organizasyon yetkililerinin de gözünden kaçmadı ve anında staddan dışarı çıkarıldılar. Sebebi ise üzerilerinde herhangi bir ibare olmasa da aslında bu elbiselerin bira markası Bavaria'nın Hollanda'daki tanıtım faaliyetlerinde kullanılıyor olması ve bu hanımların da Bavaria tarafından toplu halde biletleri sağlanarak maça götürülmesi. Yani Bavaria, Budweiser'ın bira ürünlerinde reklam yapmaya tek yetkili olduğu Dünya Kupası'nda direkt olarak olmasa da algı yoluyla reklam yapmaya çalışmış.

Üstelik bu Bavaria'nın ilk vukuatı da değil. 2006'daki Dünya Kupası'nda da Hollandalı taraftarlara, aynı amaçla çok sayıda askılı, turuncu kıyafetler dağıtmışlardı. Durumu fark eden yetkililer taraftarlardan stada girerken bu kıyafetleri çıkartmalarını istemiş ve bazı taraftarlar iç çamaşırlarıyla tribüne girmek zorunda kalmıştı.

FIFA son derece önem verdiği bu konuda şimdilik Bavaria ile uzlaşmış görünüyor ki, staddan çıkarıldıktan sonra göz altına alınan iki kişi kefaletle salındı ve FIFA'dan bu olay hakkında yasal takip yapmayacakları yönünde açıklama geldi.

Yakın zamanda Verizon ve Subway de Vancouver Kış Olimpiyaları'nı fırsat bilip "ambush marketing" faaliyetlerinde bulunmuşlardı. Aynı organizasyonda sırf resmi sponsorları, izni olmayan yerel markalardan koruyabilmek adına açık hava reklam alanlarına 38 milyon Kanada Doları harcandı.

Şahsi fikrim artık reklam mecralarının sayılamayacak kadar çok çeşide ulaştığı günümüz dünyasında, bu tarz girişimlerin ancak bir yere kadar engellenebileceği. Ayrıca engellemeye çalışırken konuya daha da fazla dikkat çekilmesi de cabası. Örneğin, bu hanımlar staddan çıkarılmasalar ve es geçilseler, belki de olaydan hiç haberimiz olmayacaktı ve bu satırlarda Bavaria kelimesi hiç geçmeyecekti. Tam bir paradoks.