Günün ilk sağlam maçı Arsenal ve Newcastle arasındaydı, ki bu maç listemde yoktu. Açıkçası olsa da izleyemeyecektim ama Wenger'in elemanları Chelsea'nin puansız kapattığı bir haftada büyük fırsat tepti. Tottenham'lı Bale'den sonra sezonun en bomba genç yeteneği olan Carroll'ın kurbanı oldular. Bu maçın yarım saati geride kalmışken İtalya'nın başkenti yanmaya başladı. Büyük derbide Lazio'yu iki penaltıyla yıkan Roma, son 4 haftada üçüncü galibiyetini alarak hem lige renk kattı, hem de zirve yarışına bir adım daha yaklaştı.
Gözümüzü Çizme'den ayırır ayırmaz Anfield'a diktik bu sefer. Chelsea'yi ağırlayan Liverpool hem takımın, hem de Roy Hodgson'ın motivasyonu açısından çok kritik bir maça çıkıyordu. İlk devre boyunca rakibine üstünlük kurdu Kırmızılar ve bu baskının meyvesini Torres'le aldılar. Üstelik iki defa... El Nino'nun özellikle ikinci golünden sonra ayağa zıpladım. İnsan böyle gollerden sonra "bana neyse..." diyemiyor işte. Oyunu da bu yüzden seviyoruz ya... Neyse, ikinci yarı bu sefer Chelsea yüklendi ve maç dengesiz bir hal aldı. Öyle ki misafir ekibin her an gol bulabileceği gibi Liverpool da pek gayet kontrataktan farkı üçe çıkarabilirdi. İşte bu sebepten dolayı elim bir türlü kumandaya yönelemedi ve ara ara da olsa Trabzon'a gidemedim.
Neyse ki ikinci yarı başlarken uğradığım Avni Aker'de ortam iyice ısınmıştı. Maçın tümünü izleyemediğim için genel bir yorum yapmayayım ama Galatasaray kapanan bir görüntü sergiledi daha çok. Daha yapıcı ve üretken taraf ev sahibi taraftı. Şenol Güneş'in ekibi "takım" olma yolunda önemli adımlar atıyor, hatta depara kalkıyor artık. Sahada veya kulübede olması fark etmeksizin kadroda bulunan her oyuncu bir şekilde takım oyununa katkıda bulunuyor. Daha da önemlisi, tribündeki taraftar maç başlamadan ilk 11'e baktığı anda sırıtan bir nokta göremediği gibi, oyuna sonradan kim girerse girsin adamın içi halen rahat oluyor. Ancak Umut Bulut kendini Trabzonlulara sevdirmek için daha ne yapsın, anlam veremiyorum! Ülkede bir forvetin sevilmesi için sadece ve sadece gol atması gerek sanki. Kaçan birkaç pozisyon; saha içindeki tüm doğru koşuları, gol paslarını, defansı yıpratan hamleleri bir anda silebiliyor işte. Halbuki 2003/04 sezonundan beri ligde 10 golün altına sadece bir kez inmiş istikrarlı bir oyuncudan bahsediyoruz. Kısacası Fenerbahçe için nasıl ki Semih üvey evlat gibiyse, Trabzon adına Umut'u da aynı durumda görüyorum ben.
Trabzonspor - Galatasaray maçını takip ederken Barcelona'nın iki golünü kaçırdım. Zira sahadaki mücadele, aynı akşam ikinci kez elimi kumandadan uzak tuttu. Zaten çoğu kişi gibi benim de kolay geçmesini beklediğim bir maçtı ve Barcelona yine kolayca kazandı. Pique'nin garip kırmızı kartı da olmasa skor 3-1'den daha da farklı olurdu ama o andan sonra iş iyice rölantiye bindi. Getafe de 10 kişi kalınca maç bitmiş oldu zaten.
Günün finalini Madrid derbisiyle yaptım. Her şeyi geçtim de Mourinho nasıl bu takımı rotasyonun yanından bile geçirmiyor anlamıyorum. Yine her maçı çatır çatır sonuna kadar götürüyorlar. Geçmişine baktığımız zaman her sezonu da neredeyse yine aynı 11 ile pek alâ Mayıs'a kadar kovaladığını iyi biliyoruz. Portekizlinin nasıl bir idman anlayışı var, takımına ne yedirir ne içirir bilmek isterim! Öyle ki, 90+3. dakikada bile Mesut 60 metrelik depara kalkabiliyor. Neyse, bu da her ne kadar sağlam derbi olsa da Real Madrid adına kolay geçmesi muhtemeldi. Nitekim daha 19. dakikada durum 2-0 oldu. Mesut'un ağları bulan frikiği beni Torres'ten sonra tekrar yerimden kaldırdı. Topu ayağına her alışında gurur duyuyorum bu çocukla. Keza o golden sonra bir şekilde formasını almaya karar verdim artık.
Madrid derbisine dalmışken PSG-Marsilya maçını hepten unutmuşum. 65. dakikadan sonra kısmen izleyebildim onu da. Orada da maçın ilk golünü kaydeden başka bir Türk, Mevlüt Erdinç olmuş ben Kanal A'yı açmadan. Nitekim 90 dakika sonunda Marsilya'yı 6 yıllık aradan sonra yenmiş oldular. İki Avrupalı Türk, iki gol, iki galibiyet... Güzel bir Pazar günü pastasının üzerindeki krema gibi oldu bu.
0 yorum