Nasıl, güzel fikir değil mi? Tabii ki evet ama karlı değil. Reklam değeri, yok denecek kadar az. Yani gerçekleşmesi mümkün değil. Peki mümkün olanlar neler? Barcelona ve Manchester ile başlayıp Euroleague'e uzanan ve son olarak Kobe Bryant'ın marka elçiliği ile taşlandırılan sponsorluklar.
Bir şirketin parayı nasıl harcayacağına karışmak haddimiz değil ancak, artık iş sevimsizleşmeye başladı. İlk başlarda imza attırılan kulüplerin isimleri karşısında gözlerimiz kamaştı, bol bol alkışladık ama biraz düşününce iyi de bunların bize faydası ne ki biz bu kadar seviniyoruz demeden edemiyor insan.
Şüphesiz, bu anlaşmalar THY'nin marka değerini arttırıyor ama bu şekilde Türk sporuna hizmet edildiği, yanılsamadan başka bir şey değildir. Kobe Bryant'la kaç paraya anlaşıldı bilmiyorum ama THY bu yıl tanıtıma 73 milyon dolar ayırmış. Bunun önemli bir bölümünü de futbol ve basketbol sponsorlukları oluşturuyor.
Maalesef bu büyük pastanın basketbol milli takımımıza ayrılan küçük dilimi dışında bize en ufak bir hayrı bulunmuyor. Halbuki çok daha ufak bir dilimle onlarca spor okulu açıp binlerce çocuğu basketbola kazandırmak mümkün. Mesela Garanti Bankası'nın desteğiyle sürdürülen 12 Dev Adam Basketbol Okulları, bu konuda feyz alınması gereken bir numaralı örnek. THY de bu şekilde bir yatırım yapmak zorunda mı? Değil ama bu veya benzeri bir proje gerçekleştirmeden, ben Türk sporu için büyük işler yapıyorum demek de hakkı değil.
Kemal'in Beşiktaş - Bursa maçından sonra yazdığı güzel yazıyı eminim hepiniz okumuşsunuzdur. Hani başlığında "Rüzgar eken, fırtına biçer!" diyordu Kemal. Biz sporda şiddet yasası çıksın diye beklerken, meclis tamda bu konuya zıt olarak silah bulundurma yaşını 18'e indiriyor. Üstelik tek bir silah için değil, 5 adet silah bulundurup iki tanesini de yanınızda taşımanız için bu yasa! Yani isteyen yanında iki adet silah ile birlikte gezebilecek.
Düşünsenize "yan baktın" kavgası yüzünden kaç kişi ölüyor, kaç kişi bıçaklanıyor ülkemizde? Birde şimdi futbol yüzünden çıkan kavgaları düşünün. Yakında çıkan kavgalarda taş, sopa, bıçak yerine silahta kullanılabilecek. Paranoya yapmak istemiyorum ama bildiğiniz çatışmalar çıkabilir maç kavgası yüzünden. Mesela bir spor yazarının yazdığı yazı bir kısım taraftarı memnun etmez ise ölüm tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir.
Bundan sonra maçlara giderken yanınızda götürmeniz gerekenler sadece atkı ve bayrak değil. Bundan sonra çelik yelekte giymek zorundasınız. Deplasman maçına gelen bir "silah sever" her an rakip takımın taraftarı olduğunuz için sizi çekip vurabilir. Dediğim gibi; "çelik yelekleri hazırlayın".
Beşiktaş, Galatasaray ve Kayseri'nin kaybettiği, Trabzon'un kazandığı bir haftada çok önemli üç puanı bıraktı Fenerbahçe başkent Ankara'da. Deplasmanda İstanbul dışında sadece bir kez kazanarak devreyi kapatacaklar. Bunun yanı sıra mesaj maçlarını da kazanamayarak ligin ilk yarısını bitiriyorlar.
Kırılgan bir takım Fenerbahçe. Maçların ilk yarısından sonra karakter gösteremeyerek panik yapıp oyundan düşen bir takım. Bu yüzden ilk yarısında 2 gol atmadığı maçları kazanamıyorlar. Rakip Ankaragücü, ilk yarı bir tane bile atak yapamamış. İkinci yarı ileri çıkarak sana daha fazla alan bırakıyor, fakat sen bunları kullanamıyorsun. Hava soğukluğundan, zeminin kayganlığından falan değil. Ayakları gitmiyor ikinci yarı Fenerbahçe'li futbolcuların. Bir salgın hastalık gibi yayılıyor bu panik havası ikinci yarılarda. Aykut Kocaman'ın çare bulması gereken konu sadece bu. Düşünün Alex De Souza Fenerbahçe tarihinde 100 gol barajını aşmış, 188 maça çıkarak en çok forma giyen yabancı oyuncu olmuş, gol krallığında ikinci sırada. İlk yarı geri gelip top alarak bir şeyler yapmaya çalışsa da, ikinci yarı sahadan siliniyor. Dia sol kanattan ilk yarıda yaldır yaldır giderken, ikinci yarı ortalarda gözükmüyor. Biraz Gökhan'la biraz Emre işte heyecanını koruyarak oynuyor.
Ankaragücü ise ilk yarı ne yaptı gerçekten bilmiyorum. Savunmadan çıkmadan 45 dakika mücadele ettiler. Aslında Ümit Özat'ın taktiği buydu. İlk 45 dakika Volkan'ın hareket etmesini engellemek ve soğuktan donarak reflekslerini kaybetmesini sağlamaktı. Nihayetinde Volkan yenen iki golde de hareket edemedi. Tabi ki bu bir şaka, fakat Fenerbahçe'lilerin en güvendiği isimlerden Volkan Demirel'de ki bu düşüş gözlerden kaçmamalı. Niang ise şikayetçi bu durumdan belli. Sürekli arkadaşlarını yanına çağırıyor, aralara kaçmaya çalışıyor. Fakat Fenerbahçe'de birileri araya top atmayı yasaklamış olacak ki, Niang'ın göstermesine rağmen kimse önüne top atmıyor.
Sonuç olarak Fenerbahçe'de bugün ikinci yarıda sınıfı geçen tek oyuncu Gökhan Gönül. İzlerken biz yorulduk evimizde. İlk yarı oynadığı futbolla da Christian geçer notu aldı bu hafta. Yinede onun bölgesinde Mehmet Topuz'un oynaması çok daha iyi olacaktır Fenerbahçe için. Unutmadan, Fenerbahçe kaçıncı kez soldan vurulan bir topta gol yedi sayısını unuttum. Caner Erkin hücumda verimli olamadığı zaman savunmada ne kadar çok sırıtıyor değil mi? İkinci yarının sonlarında artık savunmaya bile dönmeye gerek duymuyordu hatta. Eminim birçok kişi Vederson nerede demiştir bu akşam. Santos kadar yetenekli, Caner kadar hızlı olmasa da onun oynadığı dönemde Fenerbahçe sol kanadından bu kadar çok gol yememişti.
Şimdi haftaya Sivas maçı var Kadıköy'de. Büyük olasılıkla aynı senaryo tekrar edecek. Fenerbahçe ilk yarıda maçı alıp, ikinci yarı maçın bitmesini bekleyecek. Aykut Kocaman'a verilecek en büyük tavsiye ise şu: Takıma bir kimlik kazandır! Çünkü Fenerbahçe hiçbir mesaj maçını kazanamıyor yine. Zor bela şampiyonluk potasına girip, son hafta yine bir şampiyonluk maçına çıkarsa üçüncü kez son haftada şampiyonluğun gitmesine pek çok kalp dayanamaz. Peki nasıl yapacak Aykut hoca bunu? Çok kolay... Galatasaray karşısında ikinci yarı çevirilen maçı, Gaziantep karşısında ikinci yarı çevirilen maçı, Manchester United karşısındaki zaferi anlatarak. Oğuz'u, Rıdvan'ı, hatta Müjdat'ı anlatarak. Yani Fenerbahçe'nin gerçek kimliğini, savaşçı kişiliğini onlara göstererek.
P.s: Birde oyunun iki tarafınıda oynamayı başaran bir sol bek transferi de fena olmaz hani...
Newcastle United başkanı Mike Ashley, teknik direktör Chris Hughton ile yolları ayırdı. Takım ligde 12’inci, ezeli rakipleri Sunderland’i 5-1 yendiler, Arsenal’i deplasmanda yendiler ve evlerinde Chelsea ile berabere kaldılar. Yani alınan sonuçlara bakınca aslında işler kötü gitmiyordu. Ama söz konusu başkan Mike Ashley olunca şaşırmak abes oluyor. Kendisi öyle basiretsiz ve panik halinde kararlar almayı alışkanlık haline getirdi ki zamanında gömlek değiştirir gibi hoca değiştirerek takımın küme düşmesine sebep oldu. Hatta bizim Türk başkanlara öyle benziyor ki Kevin Keegan ve Alan Shearer gibi kulübün efsanelerini de bu döngüye katabilecek kadar vicdansız.
Gelelim konunun diğer boyutuna. Ben Chris Hughton’ın oynattığı futbolu alınan bütün iyi sonuçlara rağmen beğenmiyordum ve belki bu kararı şımarık çocuk Mike Ashley almamış olsa umutlu olurdum. Takımın öncelikli problemi takım savunmasını her maç üst seviyede tutamamasıydı. Big Four’dan Chelsea ve Arsenal’e gösterilen direnç (Manchester United maçı sezonun çok başı olduğu için o bu değerlendirmemden muaf) sezonun diğer maçlarına yayılamadı. Yenilen erken gollerle dağılan saha içi durum maç içinde toparlanamadı genellikle. Tamam özellikle müdafa oyuncularının bireysel yeteneksizliğini kabul ediyorum ama Chris Hughton bu maçta hiç bir maçı yaptığı bir hamle ile değiştiremedi. Yani kısacası dediğim gibi Hughton’ın gönderilmesine çok sevinebilirdim eğer Ashley’in basiretsiz olduğunu bilmesem.
Gelelim dedikodu kazanına. Dünden beri Newcastle forumları, gazeteler falan yazıp çiziyor teknik direktör adaylarını. Martin Jol, Alen Pardew ve Martin O’Neill isimleri fazlasıyla telaffuz ediliyor. Öte yandan söylenen bir şey var ki, camianın çaresizliğini gösteriyor bir yerde. Gelecek hoca için en önemli kriter ara transfer sezonunda az para harcaması olacakmış. Eğer bu dedikodu doğru ise takımın başına gelse gelse Alen Pardew gibi hoca gelir ki, umarım onun gelişi takımı yeniden düşme korkusu yaşadığı günlere döndürmez. Uzaktan bir Newcastle taraftarı olarak içimden geçen Martin O’Neill ama kendisinin tatlı manyak tarzı düşünülürse Mike ile anlaşması çok zor. Martin Jol ise tabii ki çok iyi olur ama o da bu şartları kabul eder mi bilinmez.
Bütün bu abuk durum içinde daha komiği ise takımın hafta sonu oynayacağı Liverpool maçına eski futbolculardan Peter Beardsley tarafından hazırlanması. Kendisi aynı zamanda Kırmızılar’da da oynamış bir Newcastle efsanesi. Bu da sanırım dna testine gerek olmadan Mike Ashley’in Türk başkan olduğunu ispatlıyor.
Ben bütün bu olan bitene rağmen Liverpool’dan en az bir puan alacağımızı düşünüyorum. Evet çok zor maç olacak ve işler istediğimiz gibi gitmiyor pek, takım kaptanı Kevin Nolan yaptığı açıklamada kısaca şöyle diyor: “Hocamız gittiği için şaşkınız ama o bize birbirimize kenetlenmemizi söyledi. Biz de hafta sonu elimizden gelenin en iyisini yapacağız”. Karşılaşmaya kadar yeni hoca açıklanır mı bilinmez ama enteresan günlerin camiayı beklediği kesin.
Haddi olmadan düşmanlığı bitirdiğini zannedenler önlem almayı unutunca... |
Beşiktaş ve Bursaspor… Kökleri bir saksı çiçeğininkinden uzun olmayan suni bir düşmanlık. Toprağın üstündeki kısmı ise haddinden fazla palazlanmış bir halde. Bu kök, bu gövdeyi taşır mı? Taşımaz; taşımadı da.
Ben küçükken, Bursa’da Gançev’in oynadığı zamanlarda, Bursaspor, Beşiktaş’ı hep yener diye, bugünkü İstanbul Belediye – diğer İstanbul takımları ilişkisi benzeri bir algı vardı ama bir rekabetten, iki takımın birbirleriyle oynadıkları karşılaşmalara özel anlamlar yüklediğinden bahsedildiğini anımsamıyorum. Hele taraftarlar arasında bir ‘bilenme’ durumundan söz etmek mümkün değil.
Bugün gelinen noktanın, yaratılan suni rekabetin ortaya çıkış sebebi herkesin malumu. Haklı ve haksızı ayırmaya çalışmayacağım. Zira son tahlilde herkes haksız. Herkes bir şekilde illallah dedirtti kendine ve sahneyi devralmak için aportta bekleyen ‘ben demiştimcilere’ bir kez daha gün doğdu. Kimi vuruyor Siyah Beyaz’a kimi veryansında Yeşil Beyaz’a. Masumiyetin rengi beyazı ortak payda yapan iki takımın taraftarları, artık kimsenin gözünde masum değil.
Masumiyet kayboldu belki ama saflık hala baki. Dünkü olayların yaşanacağını göremeyenlerin, bu denli bir vahşetin yaşanmasına şaşıranların saflığı inanılır gibi değil. 7 senedir kavuşmayı bekleyenlerin vuslatını bu kadar ertlemenin neticesi ne olacaktı ki? Kılıçlar zaten çekilmişti kınından ve illa ki bir kez olsun hamle yapılacaktı hedefe. Aradan geçen sürede bırakın tek bir kılıcın kınına dönmesini, yenileri çekildi ardı ardına, hazır ve nazır angart demeye.
Yılanın başını küçükken ezeceksin derler. Hele ki nefret gibi, durduğu yerde durmayan, her geçen gün daha zehirli hale gelen bir yılanı hemen ezeceksin. Deplasman yasağı gibi çağdışı bir uygulamayla yılanı kafese sokarsın da Kız Kulesi’ne bile sızan bu hayvanı en diri, en güçlü ve en dinlenmiş haliyle saldığında kimi ısıracağını da onun insafına bırakmış olursun.
Yapılacak bir şey yoktu maalesef. O yasak bir gün kalkacak ve bunlar yaşanacaktı. Ertelenmesi sadece vahşetin şiddetini körükledi. Tabii bir de her nedense suların durulduğunu zannetmeye yol açan akıl tutulması var. Düşmanlığın, nefretin bittiğini zannetmeye ne yol açtı da adam gibi önlem alınmadı, anlamak mümkün değil. Makam ve mevki sahibi kimseler her seferinde aynı yanılgıya düşüyor. Kitlerinin duygu ve düşünceleri, onların kontrolünde zannediyorlar. Kaldırdık yasağı, artık düşmanlık yok dediklerinde bir anda renklerin kardeşliğini yaratacaklarını düşündükleri bir hayal dünyasında yaşıyorlar.
Şunu artık herkes anlamalı. Tribünler düşünülenden hem daha basit hem de daha kompleks organizmalardır. İnsanoğlunun sevgi, nefret veya sadakat gibi en temel duygularını bire bir yansıtmaları açısından basit, fiiliyatları bakımından da oldukça komplekstirler. Ne zaman ne yapacakları, tamamen onlara kalmıştır. Regülasyona son derece kapalıdırlar. Siz bundan sonra düşman değilsiniz derseniz, böyle kanlı bıçaklı olurlar. Yiyin birbirinizi diye arkanızı döndüğünüzde de pekala can ciğer oldukları da görülmemiş şey değildir ama her ne şart altında olursa olsun, kararlarını kendi alırlar. Siz duydunuz mu bilmem ama ben Beşiktaş veya Bursaspor cephesinden, bundan sonra düşmanlık olmayacağına, olayların son bulacağına dair bir açıklama duymadım. Hiçbir zaman da duyar mıyız bilmem ama bu olmadıkça da düşmanlığın biteceği yanılgısına kimse kapılmasın. Bunlar, birilerinin oturduğu yerden alabileceği kararlar değil. Bir gün, iki tribün de çıkıp karşılıklı olarak, bundan böyle geçmişe mazi demedikçe bu olaylar sürer gider. Siz sadece önleminizi alabilirsiniz. Ondan ötesinde yapabileceğiniz bir şey yoktur. Başka türlü bir yanılsamaya kendinizi inandırdıkça da dünkü gibi ektiğiniz rüzgarın fırtınasını biçersiniz.
Maç başlarken Pele kendisini halen ısınmada sanıyordu. Saçma sapan bir refleks hareketi ile daha maçın hemen başında bir penaltıya sebebiyet verdi. Uzun zamandır bu kadar istekli, bu kadar hareketli görmediğim Alex, Pele'nin ikramını geri çevirmeyince, maç daha 2. dakikada koptu.
Ondan sonra Fenerbahçe sürekli olarak Gökhan Gönül ile sağ kanattan Eskişehir'in üzerine gitmeye başladı. Emre sakatlanmasa değil 4, 7 tane atabilirdi Fenerbahçe. Maça 1-0 yenik başlamak Eskişehir'in o kadar moralini bozdu ki, ilk golden sonra "bırakın oynamayı, maç bu şekilde bitecek" dese birisi, emin olun bırakırlardı.
Gerçi oyunun 2. yarısı Bilica bir umut ışığı yaktı Es-Es oyuncuları adına ama, Gökhan Gönül ve Semih'in buna rızası yoktu. Birde Lugano soyunma odasında atılarak, Fenerbahçe tarihinde "saha içi ve dışında" kırmızı kart gören ilk oyuncu oldu. Hakem Bünyamin Gezer'de oldukça iyi yönetti maçı. Gerçi Emre'ye sarı kart göstermedi itirazdan dolayı. Tek yanlışı buydu bütün gece, en azından aklımda kalan.
"İşte Fenerbahçe şu taktikle oynadı, ondan galip geldi" falan yazmak istemedim bu hafta. Cumartesi gecesi Fenerbahçe adına 3 futbolcu vardı ki, maçı onlar aldı denebilir. Birisi Alex, diğeri Gökhan Gönül. Bu haftanın adamı şüphesiz oydu. Sakattı, idmanlara çıkmadı, omuzunda ağrılarla oynadı. Sahanın açık ara olmasa da en iyisiydi. Attı, attırdı. Diğeri Gökhan'ın ikramlarını geri çevirmeyen, oyundan çıkana kadar Eskişehir savunmasını zorlayan Semih'ti. Bu sene diğer senelere göre rekabetin daha çetin olduğu bir yarışta, aldığı süreler boyunca 6 gol atmayı başardı.
Üçüncü isim ise tabi ki Alex De Souza. Hani geldiği ilk 2 sene topu ön liberodan aldıktan sonra çalım ata ata rakip sahaya gelir, ondan sonra ara pası atardı. Sonra gerek duymadı çalım atmaya. Top ona geldiğinde atıyor yada attırıyordu nasıl olsa. Cumartesi gecesi o ilk senelerine nispet yaparcasına oynadı Alex. Belkide Fenerbahçe'de oynadığı zaman dilimi içerisinde ilk defa yedek kalabileceğini anladığı içindi. Belkide sezon sonu gitmek istemediği içindi. Ne olursa olsun sebebi, bütün Fenerbahçe'liler eminim keşke hep böyle oynasa demiştir. Çünkü futbol o böyle oynadığı zaman daha güzel...
Son sete iyi başlayan Wozniacki, Clijsters'i epey zorladı. Ancak Belçikalı raket oyuna ağırlığını koydu ve Wozniacki'yi zorlayacak çapraz toplar atmaya başladı. İkinci sette yorgun gözüken Clijsters, üçüncü sette Wozniacki'yi epey yordu. Oyundan kopmaya başlayan Wozniacki, son oyunda da zorlama vuruşlar ve kötü karşılama vuruşları yaptı. Son sete ağırlığını koyan Clijsters maçı kazanıp şampiyon olmayı bildi.
Wozniacki için bu sene ilginç oldu. 1 numaraya yükseldi ama elinde Grand Slam yok. Son büyük turnuvayı da şampiyon olamadan kapattı. Belki 2011 yılında daha iyi şeyler yapar ama seneye Williams Kardeşler korta dönecekler. Bu sene onlar olmadan en azından bir Grand Slam kazanmalıydı. Clijsters için söylenecek fazla bir şey yok. Geri dönüşünden bu yana müthiş bir form tuttu. İki kez Amerika Açık şampiyonu oldu. Şimdi de bu kupayı aldı. Kesinlikle büyük bir yıldız. 2010 senesinde bunu bir kez daha kanıtladı.
Türkiye'de pek çok gencin basketbolu sevmesini sağlayan 3-4 adamdan birisidir Iverson. Beşiktaş belkide tarihinin en önemli transferini yaptı kulüp olarak. Ne Guti, ne Q7 nede diğerleri... O NBA tarihinin en önemli isimlerinden birisi çünkü. Şimdiki pek çok süper star ondan öğrendi crossoverın ne olduğunu. Wade'in her içeri dribblinginde ona ait imzalar görebilirsiniz.
Bugün pek çok gazetede vardı onun hayatı kısa kısa. Kariyeri, kazandığı ödüller vs. Fakat çoğu hayatının ne kadar zor olduğunu yazmamıştı. Elimden geldiğince size Iverson'ı anlatmak istiyorum bu yazıda.
Hani bazı Hollywood filmlerinde zenci insanların yaşadığı, belanın eksik olmadığı, her gün birilerinin vurulduğunun anlatıldığı mahalleler vardır. İşte Iverson böyle bir mahallede dünyaya geldi. Annesi Ann yine bu filmlerde sıkça gördüğümüz şekilde henüz 15 yaşında bir çocuk iken onu dünyaya getirdi. Tahmin ettiğiniz gibi babasız büyüdü. 1995 yılında parlamaya başladığı sıralarda babasının bıçaklandığı haberi ile öğrendi babasının kim olduğunu. Iverson'ın hayatında babası sadece bu şekilde geçti. Oturduğu ev bir lağım çukurunun üzerine inşa edilmişti. İki küçük kız kardeşi Brandy ve Iliesha'nın da sorumluluğu ondaydı. Babasız olması, annesinin iki ayrı işte birden çalışması zaten zor olan hayatını dahada zor bir hale getiriyordu.
Her şey bunlarla bitmedi tabi ki. Lağım çukurunun üzerine kurulmuş ev, lağım borularının patlaması sebebiyle pek çok kez taşan lağım suları ile doluyordu. En ufak kardeşi Iliesha sürekli bu sağlıksız ortam yüzünden hastalanıyordu. Iverson'ın kardeşinin ilaç masraflarını ödemek için pek çok işte geçici olarak çalışması gerekiyordu. Bir çeteye üyeydi A.I. Lise takımında Amerikan Futbolu oynuyor, rap şarkıları yapıyor, ailesine bakıyor ve sık sık kavgalara karışıyordu. Henüz 14 yaşında en yakın arkadaşı gözlerinin önünde bıçaklanarak öldürülmüş, olayın acısını henüz atamamışken bir diğer arkadaşı da vurularak öldürülmüştü. Aynı dönemde, ona baba gibi davranan, annesinin birlikte yaşadığı erkek arkadaşı Michael Freeman ise uyuşturucu satmak suçuyla hapse girmişti. Hapiste onu ziyaret ettiği bir gün, Freeman'in ayakkabısı olmadığını görünce ona kendi ayakkabılarını vermiş ve eve çıplak ayaklarıyla dönmüştür. Bu dönemde annesi Ann, M. Freeman'in hapse girmesiyle maddi olarak daha fazla zorlanmaya başlamış, hatta bir dönem vücudunu satmak zorunda kalmıştır.
Bir bowling salonunda "14 Şubat sevgililer gününü" kutladıkları sırada ırkçı bir grup ile kavga çıktı ve Iverson polis tarafından göz altına alındı. Polisler bir delil sunamamış olsalar da, hakimin karşı gruptan bir gencin babasının yakını olması ve 2 beyazın Iverson'ın bir beyaz kızın kafasında sandalye kırdığı yönünde yalancı şahitlik yapması dolayısıyla Iverson'ı ve dört arkadaşını çete kurmak ve kavgaya karışmaktan dolayı 15 yıl cezaya çarptırdı. 50 kişinin karıştığı kavgada sadece 4 siyahın ceza alması ve Virginia eyaletinde tanınan bir oyuncu olan Iverson'ın hapse düşmesi, yerel basını oldukça meraklandırdı. Polislerin delil sunmamaları, diğer gençlerin suçlarının üstünün örtülmesi, olayın ırkçı Ku Klux Klanı tarafından düzenlendiği gibi pek çok haber çıkınca vali Doug Wilder harekete geçti. Hakim ve savcı ile bir araya geldikten sonra davanın tekrar görüşülmesini ve Iverson'ın davasının çocuk mahkemesine taşınmasını sağladı. Bu süreç içerisinde hapis yatan Iverson yeni davanın sonuçlanması ile 4,5 ay bir çiftlikte çalışma cezasına çarptırıldı. Hapisten çıkıp çiftlik evinde çalışmaya başladığında çete hayatından uzak durması gerektiğini anlamıştı. Annesine ve kardeşlerine daha iyi bir hayat sunabilmek için tek çıkış yolunun futbol olduğunu düşünüyordu.
Annesi Ann başından beri, futbol takımından pek çok çete arkadaşı olduğu için futboldan uzaklaştırmak istiyordu oğlunu. Fakat Iverson futbolu ve spor yapmayı seviyordu. İlkokulda futbol oynadığı dönemlerde koçu Moonreu onun basketbol için daha elverişli bir fiziği olduğunu söylemiş fakat Iverson futbolu tercih etmişti. Annesi daha o yaşlarında Iverson'a basketbol ayakkabıları alıyor, zorla basketbol oynatıyordu. Liseyi dışardan bitirmeye çalıştığı dönemlerde zorla değil, zaman geçirmek için basketbol oynamaya başlamıştı. Liseden atıldığı için Amerikan futbolu oynayamıyordu. Amerikan futbolu oynadığı dönemlerde öğrendiklerini, sokak basketbolu ile birleştirmeye başlamıştı. Artık o inanılmaz hızını basketbol oynarken dribbliglerinde kullanıyordu. Jordan'ı izliyor, onun crossoverlarını geliştirmeye çalışıyordu. Oğlunun bu azmini gören Ann, oğluyla beraber basketbol maçlarını izliyor, şutunu geliştirmesi için ona yardımcı oluyordu ailesine bakmaya çalışırken.
Iverson liseyi dışardan bitirdiğinde kavgaya karıştığı ve hapis yattığı için pek çok üniversite tarafından başvuruları kabul edilmiyordu. Annesi Georgetown Üniversitesi basketbol takımı koçu John Thompson ile görüşmüş oğlunu en azından bir kere denemesi için ikna etmeyi başarmıştı. John Thompson ilk başlarda geçmişi yüzünden şüphe ile bakmasına rağmen onu denemeyi kabul etti. Yeteneğini anladığında ise okul yönetimine baskı yaparak Iverson'ın üniversiteye girmesini sağladı. Hani hayatı film gibi derler ya, öyleydi Iverson'ın hayatı. Hollywood yapımı spor filmlerindeki gibi koç John Thompson ona bir baba gibi yaklaşıyor, her sorunu ile ilgileniyordu. Iverson'da Thompson'ın her sözünü babasının sözüymüş gibi dinliyordu. Beladan uzak durmaya çalışıyor, kafasını sadece basketbola ve derslerine veriyordu. Hapisten çıkmasını sağlayan vali Doug Wilder'ın eyaletin ilk siyahi valisi olmasından dolayı yerel basındaki ırkçı kesim sürekli Iverson'ın üzerine gidiyordu. Maçlarda ırkçı pankartlar açılıyor, Iverson topu her eline aldığında "hapishane kuşu" diye tezahüratlara maruz kalıyor, kavgalar çıkıyordu. Allen ise koçunun istediğine harfiyen uyuyor ve cevap dahi vermiyordu.
Iverson hayatı boyunca hep "yalnızca güçlüler ayakta kalır" sözüne inandığı için, bu karalamalar ona artı bir motivasyon kaynağı olarak geri dönüyordu. İnanılmaz bir ilk sene geçirdikten sonra NCAA'de ona destek verenler, sahada işini yaparak karalamalara cevap vermesinden dolayı ona hayatı boyunca peşinden gelecek lakabını taktı; "The Answer", yani "Cevap".
1996 senesi geldiğinde Iverson güzel sanatlar bölümünü bitirmeden NBA draftlarına katıldı. Okumak istese de kardeşinin hastalığı ve maddi sorunlar yüzünden okulu bıraktı. Pek çok NBA takımı onu istiyordu. Fakat 1996 NBA draflarında birinci turun ilk hakkı Sixers'da idi. Efsaneleştiği Sixers'a imza attığında hayatının değiştiğini biliyordu Iverson. NBA kariyerini zaten biliyorsunuz...
NBA'de oynadığı dönemlerde de pek uslu durmadı Iverson. 1997 senesinde arkadaşları ile hız yaparken polis tarafından durduruldular. Arabada silah ve uyuşturucu bulunmasına karşın kefalet ile serbest kaldılar. Mahkemede ise kamu cezasına çarptırıldı. Bir diğer hayali albüm yapmak olan Iverson, 2000 senesinde bir rap albümü hazırlamış fakat oldukça agresif olan sözleri nedeni ile David Stern tarafından engellenmiştir. Sözleri değiştirme fikrini Stern kabül etse de, Iverson o albümü yayınlamaktan vazgeçti. İsteyenler internette Allen Iverson aka Jewels: 40 Bars isimli albümünü bulabilirler. 2004 senesinde kumarhane patronları ile kavgaları başladı. 2009 senesinde Atlantic City ve Detroit'te bulunan kumarhaneler, Iverson'ın kumarhanelerine gişini yasakladı. 2005 senesinde Washington'da ki bir gece kulübünde çıkan bir kavga yüzünden koruması ile birlikte suçlandı.
Evlilik hayatı da sorunlu geçti. Henüz 16 yaşında çıkmaya başladıkları Tawanna Turner ile ilk çocuklarına, 1995 yılında Tiaura'nın doğması ile sahip oldular. 1998 yılında Allen II'nin dünyaya gelmesi ile nişanlandılar. Evlenmek için üç sene bekleyen çift 3 ağustos 2001 tarihinde evlendiler. Sırasıyla 2003 yılında Isaiah Rahsan, 2005 yılında Messiah Lauren ve 2008 yılında Dream Alijha isminde 3 çocukları daha oldu. Geçtiğimiz sene ise Iverson ın alkol ve kumar düşkünlüğü yüzünden evlilikleri sallanmaya başlamış ve kızının hastalığı ile geri dönülemez bir yola girmişti. Tawanna geçen sene Iverson'a boşanma davası açtı ve 5 çocuğunun velayeti ve yüklü bir tazminat istedi.
İşte onun hayatı böyle. Artık Türkiye'de oynayacak A.I. Peki neden Türkiye'yi seçti? Öncelikle basketbol oynamak istediği için. Bu açık ve net. Çin'den gelen teklifleri tercih etmemesinin sebebi ise, Türkiye'nin Amerika'ya daha yakında olmasından dolayı değil (aslında Çin, Amerika'ya daha yakın). Türkiye'deki oyunun daha sert ve iyi olmasından dolayı. Umarım o eski günlerindeki gibi oynar Türkiye'de. Basketbola tekrar geri dönüşü adına yakışır bir şekilde olur. Hoşgeldin Iverson...
Not: Lakabı ile ilgili bir söylenti daha var. Aslında bu lakabı ona arkadaşlarının taktığını söylüyor bazı kesimler. Sebebi de mahkemede hakime verdiği bir cevap. Hakim Iverson'a "kadının kafasında sandalye kırmışsın" diyor. Iverson'da buna cevap olarak, "Herkesin beni tanıdığı bir bowling salonunda, bir insanın kafasında sandalye kırıp hiçbir şey olmayacağını düşünüyor olabilir miyim? Bu çılgınlık! Hem bir kadının kafasına sandalye ile vurursam nasıl bir adam olurum? Bir adama vurduğumu söylemelerini tercih ederdim, lanet bir kadına değil!". Bu cevabından sonra arkadaşları ona "The Answer" lakabını takıyorlar.
Üçüncü gün ise Wozniacki-Schiavone ile nefes kesen bir maç oynadı. İlk seti 6-3 kazanan Schiavone idi. Ancak ikinci setten itibaren Wozniacki servislerinde belirgin bir yükselişe geçti. Schiavone'nin çizgi gerisindeki savunması ise yeterli olmadı. İkinci setteki uzun süreli itirazı da konsantrasyonunu bozdu ve bu seti 6-1 kaybetti. Üçüncü sette, oyun 2-1'ken müthiş iki ralli izledik. Birincisini Schiavone, ikincisini ise Wozniacki kazandı. Sonuçta sette daha fazla yorulan Schiavone, maçta 34 basit hata yaparak bu seti 6-1, maçı da 2-1 kaybederek son dörde kalamadı.
İkinci gün oynanan Zvonareva-Azarenka maçının ilk setini izleyebildim. Servislerde daha iyi olan Azarenka ilk seti alacak durumdayken Zvonareva'nın müthiş çabası yüzünden seti kaybetti. Sonrasında Zvonareva maçı bırakmamış ve ikinci seti 6-4 kazanarak maçı 2-0 almış. Dün ise Azarenka, Clijsters ile oynadı. Maçı izleyemedim ancak 6-4, 5-7, 6-1'lik skorları görünce şaşırmadım desem yalan olur. Azarenka'nın ikinci setteki istatistikleri ve muhtemel çabası ona set kazandırmış ancak üçüncü seti çıkarmasına yetmemiş. Clijsters de ikinci gün Jankovic'i 6-2 ve 6-3'lük iki setle rahat geçtikten sonra ilk kez böylesine ciddi bir sınavı başarıyla vermiş oldu. Ayağındaki sakatlıktan etkilendiğini söylemek zor.
Bugün Zvonareva-Clijsters maçı olacak ve Beyaz Grup'un birincisini belli edecek. Kazanan Stosur'la, kaybeden Wozniacki ile karşılaşacak.
Kurban Bayramı da yaklaşmışken, kendimizi bu soru cümlesine hazırlayalım. Formula 1 Dünyası is bu soruyu ''Nerede o eski heyecan?'' diye sormaya başlamıştı. Ama bu sene, o sorunun cevabı fazlasıyla verildi. Heyecan en üst düzeyde devam ediyor. Güney Kore GP'si öncesi çekilen fotoğraf ise bizleri 1986'ya götürüyor. Portekiz GP'si öncesi dört yarışçının kıyasıya çekiştiği sene çekilen fotoğrafla şimdiki arasında ufak tefek farklar olsa da, heyecanı yansıtması açısından güzel bir karşılaştırma olabilir.
Geçtiğimiz pazar gecesi, tam 10 yıl aradan sonra ilk puanını aldı Galatasaray Kadıköy'de. Hak ederek, belkide galibiyeti kaçırarak üstelik. Hagi ve Tugay iyi bir ikili olacaklarının sinyallerini verdiler Galatasaray'ın başındaki ilk maçlarında.
Aslında kağıt üzerinde favori açık ara Fenerbahçe idi maçtan önce. Neresinden bakarsanız bakın, her mevkide bariz bir Fenerbahçe üstünlüğü vardı. Fakat Hagi dersine iyi çalışmış olacak ki, orta sahayı kalabalık tutup, sert bir oyun oynatarak durdurdu Fener'i. Ayhan, Mustafa ve Cana üçlüsü, atak yapmaktan çok savunmayı düşündü. Bu üçlüden biri topu kaptığında direk Elano ve Misimovic'e oynadı topu. Onlarda hiç bekletmeden Pino ile buluşturdu. Galatasaray adına maçın bütün özeti buydu. Ne kanatlardan gelip orta yapmayı düşündüler, nede 4-5 kişi birden ileri çıkarak organize bir atak yapmayı.
Fenerbahçe ise her zamanki taktiği ile oynadı. Kanatlardan denediler, göbekten denediler ama bir türlü savunmayı ve Aykut'u geçemediler. Şahsen Hakan Balta gibi formsuz bir oyuncunun karşısında maçın adamı olmasını beklediğim Gökhan Gönül'ün, çizgiden çıkardığı top dışında varlık bile gösterememesi beni oldukça şaşırttı. Tabi buna kötü oyununun yanı sıra Dia'nın etkisizliğini de eklemek gerekli. Tıpkı Caner ve Stoch'un birlikte oynadığı sol kanatın etkisiz kaldığı gibi...
Peki neden Fenerbahçe kanatları etkisiz kullandı? Bunun cevabı aslında çok basit. Sağ kanatta Sabri ve Elano, sol kanatta ise Hakan Balta ve Ayhan oynadı Galatasaray'da. Bu oyuncuların kanat akınlarına katıldığını hiç gördünüz mü maç içerisinde? Bu akınların yapılmaması Fenerbahçe'nin kanat oyuncularına boş alan bırakmadı. Mesela Dia Ayhan'ı geçtiğinde ilk olarak karşısında Hakan Balta'yı buldu. Bu sırada Cana, Hakan Balta'nın kademesine giriyordu. Buda Gökhan Gönül'e boş alan bırakmıyordu. Gerideki Ayhan ise Cana'nın bölgesine geçince Fenerbahçe'yi hep yan pas yapmaya zorladı Galatasaray. İşte bütün maçın anahtarı buydu.
Hagi'nin başarısı ne ruhu geri getirmekteydi, nede oyuncu seçimlerinde. Maçtan sonra yazıyı yazmaya başlamıştım ki aklıma Hagi'li Galatasaray'ın, Fenerbahçe'ye 5 gol attığı Türkiye kupası final maçı geldi. Bir arkadaşımdan maçın 90 dakikalık görüntülerini temin ettim ve oturup izledim. Pazar günü oynanan maç ile arasındaki tek fark ise isimlerdi. Tabi ki Misimovic'in yerinde oynayan Ribery, Elano'nun yerinde oynayan Necati'nin daha hızlı oyuncular olduğunu söylememe gerek yok. Fenerbahçe'de ise sol kanatta Tuncay, sağ kanatta Serhat oynuyordu. Sanırım Hagi ilk göreve geldiğinde "o maçı nasıl kazanmıştım?" diye kendine sormuş ve maçı tekrar izlemiştir. Kadrolara baktığında ise hemen hemen her şeyin aynı olduğunu görmüştür ve planını oyuncularına anlatmıştır...
Bütün bu planın işleyişini bozacak tek bir unsur vardı o gece. Hakemin sertliğe ne kadar taviz göstereceği. Bir oyuncunun kırmızı kart görmesi bütün planı suya düşürecekti. Hakemler hakkında yazmayı sevmiyorum. Çünkü burada ne yazarsam yazayım bir tarafın mutlaka tepkisini çekeceğim. Yinede pazar gecesi Neill'in kırmızı kart görmesi gerektiğini düşünüyorum Markus Merk gibi. Peki Neill kırmızı kartı görse neler olur, maç nasıl değişirdi?
Neill'ın yerine bir stoper almak zorunda kalacaktı Hagi. Bunun içinde öndeki oyuncularından bir tanesini çıkarmak zorunda kalacaktı. Elano, Misimovic veya Pino. Bu oyunculardan bir tanesinin çıkması Galatasaray'ın hücum yapma olasılığını oldukça düşürecekti. Bunun üzerine baskı kurmaya başlamış Fenerbahçe artık topu, tüfeği ile Galatasaray kalesine yüklenecekti. Tabi ki arkada boşluk bırakan Fenerbahçe kontra ataklara maruz kalacaktı. Yani bir gol görme olasılığımız olabilirdi. Hangi takım atardı bunu tabi ki bilemeyiz.
Galatasaray sakatları iyileştikten sonra çok daha güzel bir oyun sergileyeceğini tahmin ediyorum. Özellikle Elano'nun takıma monte edilmesi ve Hagi'nin savunma güvenliğini her şeyden önde tutması Galatasaray'ın istediği puanları almasına yardımcı olacaktır. Tabi ki Hagi bu taktiği sadece Fenerbahçe maçı için düşünmediyse. O da elindeki hücum gücü yüzünden savunmaya gerek yok diye düşünürse, Rijkaard'dan farklı sonuçlar almaz. Çünkü Sarp, Cana, Ayhan, Barış gibi oyuncular orta sahanın yükünü kaldıramaz. Elano'ya da her maç bu şekilde savunma yaptıramazsınız.
Fenerbahçe'de ise değişmesi gereken tek şey, Aykut Kocaman'ın derbi maçlarda bile taktiğini değiştirmemesi. Tabi ki belirli bir düzeniniz olması gerekiyor. Fakat bu tarz maçlarda diğer hocaları biraz şaşırtmak gerektiğine inanıyorum. Mesela Alex'le değilde Semih ile başlamak daha iyi olabilirdi bu maçta.
Cuma günü Bursa ile oynayacak Fenerbahçe. Ertuğrul Sağlam pazar günü Hagi'nin oynattığı taktik ile oynatıyor zaten takımını. Aralarındaki tek fark kanat oyuncularının çok daha hızlı ve tehlikeli olması. Tabi ki Fenerbahçe'nin bunun için önlemler alması gerekiyor. Gerçi Aykut hoca istemeden de olsa takımı değiştirmek zorunda kalacak Dia ve Niang'ın sakatlıkları yüzünden. Haftalardır 18'e bile giremeyen Christian ortada, Mehmet ise sağ kanatta oynayacaktır muhtemelen. Yani biraz daha defansif oynamak zorunda kalacaklar. Ne olursa olsun cuma günü bizi zevkli bir maç bekliyor...
Günün ikinci maçında Wozniacki ile Dementieva karşı karşıya geldiler. Wozniacki çok rahat oynadığı oyunu 6-1'lik iki setle kazandı. Servislerde iki raketin farkı ortaya çıkmıştı. Dementieva maçta 5 çift hata yaparken, Wozniacki hiç çift hata yapmadı. Dementieva'nın 34 basit hatası da dikkat çekici bir istatistik. Zaten bu basit hataları yüzünden maçtan çabuk koptu. Dementieva'nın hiç servis kırma şansı yakalayamaması da sonuca göre normal, ama Dementieva'ya göre anormal bir şeydi.
Günün son maçı ise, gecenin en zevkli mücadelesiydi. Mağlup olanın gruptan çıkmasının zor olacağı maçta, Stosur ile Schiavone karşı karşıya geldiler. Schaivone çok agresif başladığı maçta, özellikle file önünde kazandığı sayılarla ilk sette 4-0 öne geçti. Ancak ne olduysa bu oyundan sonra oldu. Stosur bir anda bambaşka bir kimliğe büründü ve geriden gelip seti 6-4 almayı başardı. İkinci set daha çekişmeli ve kimsenin kopmadığı bir şekilde geçse de Stosur rakibinin son servisini kırmayı başardı ve bu seti de 6-4 alarak büyük bir avantaj elde etti.
Doha'daki turnuvanın formatından bahsetmek gerekirse; iki gruba ayrılmış toplam sekiz tenisçi var. Beyaz grupta yer alan sporcular Zvonareva-Clisjters-Jankovic-Azarenka. Kestane grubunda yer alanlar ise Wozniacki-Dementieva-Stosur-Schiavone. Gruplarında ilk iki sırayı alan sporcular yarı finale yükselecekler. Hatırlatalım, Doha'da üç senedir düzenlenen turnuva, 2011-2013 yıllarında İstanbul'da yapılacak. Düşüncesi bile heyecan verici.
Doha'da turnuva öncesinde WTA'nın yeni logosu tanıtıldı. Daha yumuşak çizgilere sahip bu logonun tanıtımında sekiz tenisçi kamera karşısına geçtiler. Güzel görüntüler var. Dileyen buraya girip bakabilir.
Tam aday listesine buradan bakabilirsiniz. Dünya Kupası'nın etkisiyle Xavi ve Iniesta'nın isimleri öne çıkıyor, ki fazlasıyla hak ediyorlar zaten. Bu gidişle ikisine birer ufak ödül verip işin içinden çıkacaklar! Ancak benim adayım Wesley Sneijder... Hani eskiden mahalle maçlarında takıma adam seçerken "siz çok güçlü oldunuz olm" dedirten elemanlar vardı ya, Sneijder için 2010 yılı böyle geçti işte. Hangi formayı giyse takımını bir adım öteye götüren bir performanstı onunki. İlk kez verilecek olan "En İyi Teknik Direktör" ödülünü de sanki Yeniköy Kasabı, pardon Vicente Del Bosque götürecek gibi.
* Bu arada söylemeden geçmeyelim. Fotoğraf 1965 yılına ait. Ballon d'Or ödülü Eusebio'nun ellerinde.
Mercedes pilotlarının bu çıkışı, Red Bull'un bir kanadına takıldı. Güvenlik aracı çıktıktan bir tur sonra Webber aracın kontrolünü kaybedip spin attı ve bariyerlere çarptı. Ancak yolun dar ve kaygan olmasından ötürü duramadı. Arkasından gelen Rosberg -her ne kadar uğraşsa da- Webber'e çarpmak zorunda kaldı ve yarışa erken veda etti. İlerleyen turlarda pek çok kez sarı bayraklarla ve güvenlik araçlarıyla karşılaştık. 31. turda Buemi'nin, Glock'a yandan girmesi sonrasında güvenlik aracını yine pistte görüyorduk.
40. turda Petrov'un, 46. turda Sutil'in kazalarından sonra sarı bayraklar yeniden ortaya çıkmıştı. Ancak yarışın en önemli anı, 45. turda Vettel'in yarış dışı kalmasıydı. Yarışa en önde başlayan ve bunu da uzunca süre koruyan Vettel, 44. turda ''Dönüşleri göremiyorum, görüş alanım çok zayıf'' mesajını telsizden iletmişti. Mesajdan iki dakika sonra aracından dumanlar yükselmeye başladı. Motor arızasından dolayı kenara çeken Vettel, böylece şampiyonada çok önemli puanları kaybetmiş oluyordu. Red Bull için ikinci şoktu.
Alonso'nun birinci olması, son iki yarış öncesi büyük bir avantaj oldu. Önündeki iki rakibin sıfır çekmesiyle birlikte şampiyonluk umudunu arttırdı. Hamilton da şansını devam ettiren pilotlardan. Button buradan puansız ayrılarak üstteki beşliden ilk elenen isim oldu. Şimdi gözler son iki yarışta olacak. Webber sakin gözüküyor. Rosberg'den özür dilemesi dışında öyle ses getirecek bir açıklama yapmadı. Vettel de şansının devam ettiğini söylüyor. Ancak Red Bull'un düşünmesi gereken daha büyük bir problem var. Yeni kurallara göre, yedi kere motor değiştiren Vettel, eğer sekizinci motorunu kullanırsa bir sonraki yarışa 10 sıra geriden başlamak durumunda kalacak. Bunun için ya eski motorlarından birini kullanacaklar ya da son iki yarıştan birini riske atmış olacaklar. Ayrıca Vettel'in, gerek duyulduğunda Webber'e yol verip vermeyeceği de bir başka merak konusu olacak. Bilindiği gibi Webber, Vettel'in 14 puan önünde ve Red Bull'un şampiyonluk için ilk adayı.
Ferrari tarafında açıklamalar çok daha dikkatli bir şekilde yapılmakta. Brezilya GP'sinde her şeyin belli olmayacağını, daha önlerinde iki yarışın olduğunu ve sadece avantaj elde ettiklerini söylüyorlar. Bu tip politik açıklamalar sürpriz değil elbette. Ancak bir şey kesin; Ferrari ve Alonso çok büyük avantaj elde ettiler. Bunu da sonuna kadar kullanacaklardır. Puan durumlarına bakarsak;
1- Alonso 231 puan
2- Webber 220 puan
3- Hamilton 210 puan
4- Vettel 206 puan
5- Button 189 puan
Güvenlik aracının 22 tur attığı yarışta kaza yapan araçların son durumlarını birkaç fotoğrafla gösterip yazıya son verelim.
Sorunun "Aşırı risk" - "spor faliyeti" - "tehlikeye atılan hayat" - "kendi ve başkaları" - "kahraman ya da ahmak olmak" gibi alt başlıklarla değerlendirilmesinin yanında; bu sorunun İlahiyat fakültesine kabul mülakatında yer alması asıl üzerinde kafa yorulması gereken durum gibi geliyor.
Citroen'in bir başka Fransız'ı Sebastien Ogier ise yaptığı kazadan sonra yarışı 10. sırada tamamladı ve 1 puan alabildi. İkinci günde bariyerlere çarpan Ogier, buna rağmen yarışı bitirebildi. Bir ara 17. sıraya kadar gerileyen Fransız pilot, yapabileceğinin en iyisini yaptığını ve kazadan dolayı üzgün olduğunu belirtti. Citroen pilotlarından Dani Sordo ise ikinci güne kadar sessiz ve geride götürdüğü yarışın asfalt bölümlerinde kendini gösterdi ve yarışı üçüncü sırada tamamladı.
Ford'ta ise yüzler yine gülmedi. Latvala'nın dördüncü, Hirvonen'in beşinci bitirdiği yarışta Citroen'in çok gerisinde kaldılar. Latvala ilk bölümlerde iyi bir yarış sergilese de asfaltta zorlandı. Hirvonen ise aracının mekanik problemleri ile uğraşmak zorunda kaldı. Şu adama sağlam bir araç veremeyen Ford yönetimine de ne demeli, bilemiyorum. Diğer Ford pilotlarından Matthew Wilson altıncı, Al Qassimi yedinci oldular. ABD'li çılgın pilot Ken Block ise dokuzuncu olarak ilk puanlarını burada aldı.
Son yarış Britanya Rallisi olacak. 11 Kasım tarihinde yapılacak yarış öncesi soru şu: Şampiyon belli, ikinci kim?
"Son olarak Adnan Polat, yakın zamanda Frank Rijkaard ile sözleşme uzatmayı düşündüğünü belirtmişti hatırlarsanız. Polat'ın kafamda oluşan portresinde özellikle de bu sözleri söylemişken, ne kadar baskı olsa bile Hollandalı ile yolları ayıracağını zannetmiyorum"Bu satırları geçtiğimiz günlerde yazdığım "Benim Umudum Vardı!" başlıklı yazımın son bölümünde yazmıştım. O zamanlar Adnan Polat'a güveniyordum. Sayın Polat'ı sözünün eri, dürüst bir insan sanıyordum ki çok yanılmışım.
Az önce izlediğiniz ya da birazdan izleyeceğiniz yazının son kısmında yer alan görüntüler Galatasaray Spor Kulübü Başkanı Adnan Polat'ın konuk olarak katıldığı, 2 Eylül 2010 tarihinde yayınlanan ve gece 23.00 sularında başlayan %100 Futbol programından. Görüntünün sonunda da 20 Ekim 2010 tarihinde saat 11.37'de Galatasaray Spor Kulübü resmi internet sitesinden yayınlanan bildiri mevcut. İki tarih arasında 48 gün bulunuyor. Arada geçen sürede sarı kırmızılı takım, Spor Toto Süper Lig'de 5 karşılaşmaya çıkmış. Bu maçlardan 3'ünde galip gelirken, 2'sinde sahadan mağlup olarak ayrılmış. Oynanan 5 mücadelede rakip ağları 8 kez sarsarken, kalesinde 7 gol görmüş.
Bu süreçte ne olmuştur ki, "ne olursa olsun sezon sonuna kadar Frank Rijkaard ile devam edeceğiz, hatta yeni sözleşme önereceğim" diyen Adnan Polat sözünden dönmüştür. Buradaki "NE OLURSA OLSUN" ifadesi çok önemli. O programdan aklımda kalan bir detay da sayın Polat'ın sarfettiği "Bir insanın olabileceği en şerefli, en üstün mevkii Galatasaray başkanlığıdır" ifadesidir. Bence bunlardan daha önce insan olmak gerekir. Daha burada insanlık, dürüstlük, Rijkaard, Neeskens...vs. üzerine birçok şey yazılabilir ama bundan sonra ne anlamı var ki? Sözün özü ben böyle bir adamı Galatasaray Spor Kulübü başkanı olarak görmek istemiyorum. Bu yüzden Adnan Polat İstifa!
Benim bir tarafı olduğum "dünya" derbisinin aslında neler neler içerdiğini anlatmak içindir bu yazı. Bi taraftan değil de; bir taraftan bakınca hafta boyu süre gelen çekişmeler, sözde duramayıp özden de gözden de düşmeler, birbirimiz de yenecek yer bırakmayıp aslında kendine yenilmeler...
Kırmızı bravolar...Sarı alkışlar...Bizim evladımızlar, içimizdenler, göreve hazırızlar...
Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat
Talat, küçük yaşta babasız kalır ve annesi tarafından büyütülür. Talat, Hacı Mustafa’nın üvey kızı Fitnat’ı tesadüfen görür ve ona âşık olur. Sevgisi karşılıksız kalmaz; Fitnat da Talat’a tutulur. Hacı Mustafa, kızı Fitnat’ı hiç dışarı çıkarmamakta, adeta evde hapis tutmaktadır. Hacı Mustafa, Fitnat’ı Ali Bey adında zengin ve yaşlı bir adamla evlendirmeyi düşünmektedir. Fitnat ise buna yanaşmaz; çünkü Talat’ı sevmektedir. Sonunda Hacı Mustafa’nın dediği olur; fakat Fitnat buna dayanamaz ve .......... Fitnat’la evlenen Ali Bey, Fitnat’ın boynuna takılı muskayı açıp okur ve deliye döner. Çünkü............ Ali Bey bir süre sonra delirir ve ......... Ardından bütün bu olanlara dayanamayan Talat da yatağa düşer; çok geçmeden o ............. Roman, bu acıklı sonla biter.
Ancak Romanlarda Olurdu Böyle Şeyler
Ve Galatasaray'ın favori olmadığı maçta alacağı galibiyet tüm bu kötü senaryonun üzerini örtecektir. Ne yaşanılan onca trajik olaylar; ne de sonrasındaki acı itiraflar. Bütün bu kritik süreçte gözlerin aradığı sayınlar, başkanlar bir anda TVspor'larda demeç üstüne demeç verirler. Geçilen kritik süreçten "tünellin uç kısımlarındaki ışıktan" bahsederler. Şirket bilançoları ardı sıra bir kez daha açıklanır. Artık kar-zarar dengesinde ağır çekerilir zira. Çünkü şaşılacak şeydir ekonomi iktisad. Frank ve Johan gönderildiğinde borsada kağıtlar tavan yapmıştır. İlginçtir tuhaftır. Kağıttır ya bunlar ne anlarlar futboldan...
Bir Tuhaflık Var değil mi?
Aslında bir tuhaflık yok yazıda!. Tarihte gören gözleredir hep misaller.
"Kulübümüzün kuruluşunun 105.yılı çerçevesinde kabri başında anılan Ali Sami Bey" ve onun edebiyat dersinde niyetlendiği birlik beraberlik: Galatasaray Spor Kulubü (Sportif A.Ş. falan değil) Arkadaşlarıyla planlar kuraraken dinlemediği Türk Edebiyatı'nın temelini atan yazar ise; Şemseddin Sami'dir yani Ali Sami Bey'in babası muhterem. O ki Şemsettin Sami; Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat'ı (roman-1873) yazmıştır.
Zamanına göre türlü tarjediyi içinde barındıran romandan, zamanımıza göre türlü tarjediyi içinde barındıran ve ballandıran kulübe.
Not: Tüm boşluklar Şemseddin SAMİ'ye ve roman'ı henüz okumayanlara saygıdan bırakılmıştır
Yaklaşık iki senedir, Galatasaray Spor Kulübü başkanı Adnan Polat’ın ve yönetiminin basiretsizliği üzerine söylemlerimi eski blogum, burası ve değişik sosyal medya platformlarında dile getiriyorum. Geldiğimiz noktada değişen gene bir teknik direktör oldu, gelen ise efsane futbolcu. Şimdi hemen burada herkesin aklındaki şu basit soru akıllara geliyor, Adnan Polat başkan olduğundan beri göreve getirilen her teknik adam kötü ise, inatla takıma kötü antrenör seçen bu yönetim nasıl hala görevde?
Kalli ile yollar ayrıldı, Cevat Güler görünümlü oyuncuya ve Adnan Sezgin’e dayalı düzenli şampiyon olduk. Sonrasında hem Cevat Güler’in emekleri görmezden gelindi hem de takımın başına Skibbe gibi gelecek vaat eden bir isim getirildi. Biz gene hayallere daldık taraftar olarak. Uzun vadeli planlarımız olacak, gençler takıma kazandırılacak sandık. Sonra sezon ortasında efsane kaptanımız Bülent Korkmaz takımın başına geldi. Benim için futbolcu Bülent Korkmaz üzerinde tartışma gerekmeyecek kadar büyük bir isimdi. Ama basiretsiz yönetim onu da bozdu. Hocalık sonrası dönemdeki saçma ötesi açıklamaları ise çarpık futbol düzeninin bize hediye ettiği özürlü çocuklardı.
Bülent Korkmaz takımdan ayrıldığında çok merak ediyordum, kim yerine gelecek diye. Hatta bu kadar benim Galatasaray ile olan bağımı belirleyecekti. Günü birlik başarı peşinde koşmayan birisi olarak, gelecek isim önemliydi. Bu ismin Frank Rijkaard olduğunu öğrenince ise üç gün yüzümde şebelek bir gülümsemeyle gezindim. Uzun vadeli hayaller kuruyordum artık. Total futbolun en güzel misyonerlerinden Frank Rijkaard ve Johan Neeskens artık benim tuttuğum takımın başındaydı. İlk günden son güne kadar tam destek hep destek dedim. Çoğu kez arkadaşlarımla uzun tartışmalara girdim. Onların niçin başarısız olduklarını, asıl sorunun yönetimde olduğunu, takımın kurtuluşunun Adnanlardan kurtulmak olduğunu savundum. “Ben de Barcelona’yı şampiyon yaparım” diyenlere ise ağzımla değil, başka yerimle güldüm sürekli. Bir Rijkaardsever olarak itiraf etmek lazım ki, Türkiye’de başarısız oldu. Bunun sebepleri sonuçları, aslında uzun uzun yazılır ama gerçekten artık manasız.
Şimdi Galatasaray yönetimi biz taraftara yeni bir oyun oynuyor. Kendilerine yöneltilecek eleştirileri engellemek için, seçtikleri yeni canlı kalkanlar ise Hagi ve Tugay. Samet formspring’den bir soru sormuştu bana. Maradona mı Hagi mi diye. Ben de eğer futbol bir dinse Maradona benim tanrım Hagi ise peygamberim demiştim. (Teşbihte hata olmaz) Kendisi bana hayatınım en güzel günlerini yaşatmıştır. Galatasaray’ın başında Hagi’yi teknik direktör olarak görmek beni tabii ki mutlu ederdi. Ama bu yönetimin bir kez daha beni kandırmasına dayanamayacağım. Şimdilik Galatasaray benim için bitmiştir. Bu blogdaki son yazım Galatasaray ile ilgili. Ülkede futbol bu denli zihniyetsizce yönetilmeye devam ettikçe, biz taraftar bu şekilde kandırılmaya devam ettikçe kendi adıma yapabileceğim şey bu. Çünkü biliyorum ki, Adnanlar işler kötü gidince Hagi’’nin de kellesini almaktan çekinmeyecek ve gene olan bizim saf ve temiz duygularımıza olacak.
Çocukluğumdan beri sebepsiz yere Galatasaraylıyım ama artık bu kadar. Ömer'in de dediği gibi ben artık bu ırza geçiş durumuna daha fazla ortak olamayacağım.